PROBLEM II -Tanrı’ya karşı mutlak bir görev var mıdır?
Etik evrenseldir ve aynı zamanda kutsaldır da. Bu nedenle bütün görevlerin sonuçta Tanrı’ya karşı görevler olduğunu söylemek doğrudur. Ancak söylenecek daha fazla bir şey yoksa, bu fiilen benim Tanrı’ya karşı hiç görevim olmadığı anlamına gelir. Görev Tanrı’ya atfedilmekle Tanrı’ya karşı bir görev haline gelir, ancak ben Tanrı’yla görevin içinde ilişkiye girmem. Bu nedenle kişinin komşusunu sevmesi bir görevdir, bu Tanrı’ya atfedildiği sürece bir görevdir; ancak bu görevde ilişki kurduğum Tanrı değil, sevdiğim komşumdur. Eğer bu açıdan seversem, o zaman bu benim Tanrı’yı sevme görevimdir, ‘Tanrı’nın kutsal olarak, yani evrensel olarak, yani görev olarak, tamamen soyut anlamda anlaşılması nedeniyle, ben aslında yalnızca gereksiz bir tekrar yapıyorum. Bu olayda insan varlığının bütünü tamamen kendi içinde kapalı bir siperdir; etik ise bu kapalı siperin sınırı ve tamamlayıcısıdır. Burada Tanrı, bir görünmeyen, gözden kaybolma noktası ve yetersiz bir düşünce haline gelir ve Tanrı’nın gücü yalnızca, bütün varoluşu dolduran etikte bulunabilir. Bu nedenle eğer Tanrı’yı sevme isteği bir kimsede bahsedilenden başka bir anlamda ortaya çıkarsa, bu kimse yalnızca haddini aşmaktadır. Eğer konuşma gücü olsaydı o kişiye: “Ait olduğun yerde kal, senin sevgini istemiyorum.” diyecek bir hayaleti sevmektedir. Eğer Tanrı’yı sevme isteği bir kimseye bahsedilenden başka bir anlamda ortaya çıkarsa bu aşk Rousseau’nun kişinin komşusu yerine zenciyi sevmesinden söz ederken atıfta bulunduğu sevgi gibi kuşkulu olacaktır. Ancak eğer bütün bunlar doğru ise, o zaman, fikrin ışığında varoluşa bakılmasını izleyen hiçbir şey olmamasından doğan bir şans eseri ortaya çıkacak herhangi bir kıyaslanamazlık dışında, insan yaşamında kıyaslanamaz hiçbir şey yoktur ve o zaman Hegel haklı olacaktır. Ancak onun yanlış olduğu yer iman hakkında konuşması ya da İbrahim ve iman hakkındaki söyledikleriyle İbrahim’in imanın babası olarak görünmesine izin vermesidir. Hegelci felsefede das Äussere (dışsal, dışlama) das Innere’den (İçsel) daha yücedir. Bu sıklıkla şöyle bir örnekle gösterilmektedir. Çocuk das Innere’dir, adam ise das Äussere-, bu nedenle çocuk tam olarak dışsal tarafından belirlenir ve buna karşıt olarak adam da das Äussere olması nedeniyle içsel tarafından belirlenir.74 Buna karşın iman, içselliğin dışsallıktan yüce olduğu ya da yukarıda kullandığımız önermede olduğu gibi tek sayılar çift sayılardan mükemmeldir, biçimindeki paradokstur.
O zaman yaşamın etiksel görüşünde, bireyin görevi kendisini içselliğin belirleyiciliğinden yoksun bırakmak ve ona dışsalda bir ifade vermektir. Birey bunu yapmaktan kaçındıkça, duygu, ruhsal durum vs.’nin içsel belirleyicisinde kalmak istedikçe ya da buna tekrar kapıldıkça, günah işlemektedir, bir ayartma durumundadır. İmanın paradoksu, dışsalla ölçülemeyen bir içsel vardır ve şurası vurgulanmalıdır ki bu içsel ilk içselle (çocuğunkiyle) aynı değil, yeni bir içseldir. Bunu gözden kaçırmamak gerekir. Yakın zamanların felsefesi daha fazla patırtı yapmaksızın kendisinin ‘iman’ın en yakın muadili olmasına izin vermiştir.75 Eğer kişi, bütün çağlar
74 Hegel’in Logic’ine bakınız. İngilizce’ye çeviren W. Wallace, Clarendon Press, Oxford, 1975. ss. 196-200. Çocuk ‘başlangıçta sadece içsel’dir ve ‘ana ve babasının isteği, öğretmenlerinin katkıları ve kendisini çevreleyen bütün neden dünyası ile ‘belirlenir’, (s. 198). Olgun adam ‘dışsal olması anlamında’ içsel tarafından belirlenir ‘ve bu nedenle içseldir.’ (s. 197).
75 Bakınız Papirer I, A 237, burada Kierkegaard, imanı, ruhsal anlayışın içine çekilmesi gereken bir tür ‘yaşam sıvısı’ ya da ‘atmosfer’ olarak ele alan Schleiermacher ve ‘Hegelci dogmacılara’ gönderme yapmaktadır.
boyunca var olan imanı inkar ederse bu gülünç olacaktır. Böyle bir durumda iman sıradan bir yoldaşlık sağlamakta, duyguyla, ruhsal durumla, kişisel özellikle, histeri ile ve diğerleriyle eşleşmektedir. Bu durumda felsefenin, kişinin bu noktada durmamasını söylemeye hakkı vardır. Ancak ortada felsefenin bu biçimde konuşmasını haklı kılacak hiçbir şey yoktur. İmandan önce bir sonsuzluk hamlesi vardır ve ancak o zaman iman nec opinate (beklenmedik biçimde), absürdün gücüyle sahneye girer. Bunu, imana bu suretle sahip olunacağını iddia etmeden de çok iyi anlayabiliyorum. Eğer iman felsefenin göstermeye çalıştığından daha fazla bir şey değilse, o zaman Socrates kendisi, karşıt olmaktan çok daha ileri, çok daha ileri gitmiş ancak imana gelememiştir. Sonsuzluk hamlesini zihinsel olarak yapmıştır. Onun görmezden geldiği şey sonsuz teslimiyettir. Bu görev, bu günlerde insanlar hor görseler de, kendi içinde insan gücüne denktir. Ancak bu görev yapıldığında, ancak birey kendisini sonsuzda tükettiğinde, imanın doğabileceği noktaya ulaşabilir.
O zaman iman; tekil bireyin evrenselden yüce olması, tekil bireyin (bu günlerde modası geçmiş olan bir teleolojik ayrımı hatırlarsak) evrenselle ilişkilerini mutlakla ilişkisi yoluyla belirlemesi, mutlakla ilişkisini evrenselle ilişkisi yoluyla belirlememesi paradoksudur. Bu paradoks ayrıca başka bir biçimde de ifade edilebilir: Tanrı’ya karşı bir mutlak görev vardır; bu yükümlülük bağıyla birey kendisini, tekil birey olarak, Mutlak’la mutlak olarak ilişkilendirir. Şimdilerde insanlar “Tanrı’yı sevmek bir görevdir” dediklerinde, bunun anlamı yukarıdakinden oldukça farklıdır. Zira eğer bu görev mutlak ise, o zaman etik, göreceliliğe indirgenir. Yine de bu etiğin işinin bittiği anlamına gelmez. Yalnızca etik oldukça farklı bir ifade, paradoksal bir ifade kazanmakta, böylece örneğin Tanrı sevgisi, iman şövalyesinin komşu sevgisine, etiksel anlamda görevi olmasına karşın zıt bir anlam vermesine neden olmaktadır.
Bu şekilde olmadıkça imanın varoluşta yeri yoktur ve o zaman iman bir ayartma sınavıdır ve İbrahim buna uyduğu için yitirilmiştir.
Bu paradoks aracılığa izin vermez; zira tam olarak tekil bireyin yalnızca tekil birey olmasına dayanmaktadır. Bu birey kendi mutlak görevini evrenselde ifade etmek ister istemez, evrenseldeki görevinin bilincine varır ve bir ayartma durumunda olduğunu anlar o zaman, hatta eğer ayartmaya dirense bile, mutlak görevi yerine getirme noktasına gelmez. Eğer bu ayartmaya direnmezse hatta realiter (eğilimi, istekleri ve zihinsel durumundan bağımsız olarak) onun eylemi, onun mutlak görevi olsa bile günah işler. Peki İbrahim ne yapabilirdi? Eğer birisine “İshak’ı dünyadaki her şeyden çok seviyorum ve bu nedenle onu kurban etmek bana çok zor geliyor” demek isteseydi, o kişi mutlaka başını sallayacak ve diyecekti ki; “O zaman neden kurban ediyorsun onu?” ya da eğer sezgisi olan bir kişiyse belki de İbrahim’in içini görecek ve İbrahim’in, eylemiyle ağır bir çelişki içindeki duygularına ihanet ettiğini fark edecekti.
İbrahim öyküsünde biz böyle bir paradoksla karşılaşıyoruz. Etiksel ifadeyle onun İshak’la ilişkisi oğlunu seven baba ilişkisidir. Bu etiksel ilişki Tanrı ile mutlak ilişkiye karşı olması nedeniyle göreceliliğe indirgenmiştir. “Neden?” sorusuna İbrahim’in, bunun yukarıda vurgulandığı gibi, hem Tanrı adına hem de kendisi adına var olmanın birliğini sağlayan bir sınama, bir ayartma olduğundan başka bir cevabı yoktur. Hem Tanrı hem de kendisi adına var olmanın ikisi de sıradan kullanımda birbiriyle ilişkilidir. Bu nedenle evrenselle uyumlu olmayan bir şey yapan birisini gördüğümüzde, “Kişinin bunu Tanrı adına yapıyor olması çok zordur” deriz ve bununla kastettiğimiz, onun yaptığını kendisi için yaptığıdır. İmanın paradoksu, aracı terimini yani evrenseli, kaybetmesidir. Bu paradoks bir yandan aşırı egoizmin ifadesini ve (bu dehşetli eylemi kendi adına yapmak) diğer yandan en mutlak adanmışlığın ifadesini (bu eylemi Tanrı için yapmak) içinde barındırmaktadır. İmanın kendisinin evrensele girişine aracılık edilemez zira böyle bir durumda iman iptal edilecektir. İman böyle bir paradokstur ve tekil bireyin kendisini başkası tarafından anlaşılabilir hale getirmesi olanaksızdır. Tekil bireyin kendisini aynı durumdaki bir başkasının anlamasını sağlayabileceği sanılabilir. Bu günlerde insanlar yüceliğe sinsice girmek için çok çeşitli yollar denememiş olsalardı böyle bir görüş düşünülemezdi bile. Bir iman şövalyesi başka bir iman şövalyesine yardım edemez. Ya tekil birey kendisini bu paradoksa sokmak suretiyle bir iman şövalyesi yapacak, ya da asla bir iman şövalyesi olamayacaktır. Bu bölgelerde ortaklık düşünülemez. Eğer İshak’ı kurban etmenin arka planındaki düşüncenin daha belirgin bir açıklaması varsa, o da bireyin yalnızca kendisine yapabileceği bir açıklamadır. Ve kişinin, İshak olayını nasıl anlayacağı konusuna gelince; bir an için olayın bir ölçüde kusursuz olarak, evrensel şartlara yerleştiğini, (her halükârda en absürd öz çelişki, yani tam olarak evrenselin dışında bulunan tekil bireyin, tekil birey olarak açıkça evrenselin dışında faaliyet gösterirken, evrensel kategorilere taşınması olacaktır.) varsayalım, birey hâlâ başkaları tarafından yapılan bu açıklamadan (gerçekliğinden) emin olamaz, ancak bir tekil birey olarak kendi kendisini ikna edebilir. Hatta eğer bir kişi başka birinin sorumluluğunda iman şövalyesi olmak isteyecek kadar korkak ve basitse, asla bir iman şövalyesi olamayacaktır. Zira tekil bireyin, ancak bir tekil birey olarak, yücelik şövalyesi olabileceğini, o cesarete sahip olmadığım için tarafsızca ve açıkça anlayabiliyorum. Ayrıca bu şövalyenin hissettiği dehşeti daha da iyi anlayabiliyorum.
Herkesin bildiği gibi, Luka (14:26) Tanrı’ya karşı mutlak görev konusunda önemli bir öğreti sunmaktadır: “Biri bana gelip de babasını, annesini, karısını, çocuklarını, kardeşlerini, hatta kendi canını bile gözden çıkarmazsa benim öğrencim olamaz.” Bu çok katı bir ifadedir, duymaya kim dayanabilir? Ve bu nedenle çok nadir duyulur. Yine de bu sessizlik nafile bir kaçıştır. Ancak teoloji öğrencisi bu kelimelerin İncil’de yer aldığını öğrenir ve bir birine tefsir yardımıyla misein’in (nefret etmek), hem burada hem de diğer bazı pasajlarda Per meiosin (daha zayıf bir anlamda kullanımı benimsenerek); minus diligo (daha az sevmek), posthabeo (daha az öncelik vermek), non colo (saygı göstermemek), nihil facio (hiçbir önem vermemek) anlamında kullanıldığını anlar.76 Ancak bu kelimelerin içinde ortaya çıktığı görünen konteks, bu zevkli açıklamayı teyit etmemektedir. Bir sonraki âyette (yalnızca bir sonraki) bir kule inşa etmeyi planlayan ancak önce, daha sonra alay konusu olmamak için kendisinin bunu yapabilme kapasitesine ilişkin bazı hesaplar yapan bir kişi hakkındaki öykü yer almaktadır. Bu öykü ile alıntı yapılan âyet arasındaki yakın ilişki tam olarak seçilen kelimelerin herkesin binayı yapabilmek için kendi kapasitesini incelemesini sağlayacak şekilde korkutucu olmasının amaçlandığını göstermektedir.
Eğer Hristiyanlığı bu yolla pazarlık ederek dünyaya kaçırabileceğini düşünen bu dindar ve hassas fikirli tefsirci, herhangi birisini pasajın anlamının bu olduğuna gramer bakımından, dil bilim bakımmdan ve kata analogian (analoji bakımından) ikna edebilirse, o zaman bunu yapmakla o kimsenin aynı kişiyi Hristiyanlığın dünyadaki en kötü şeyi olduğuna da inandırmayı başarması beklenebilir. Zira bu anlama göre en lirik taşkınlığa sahip, ebedî geçerlilik anlamında en güçlü kabaran öğreti, hiçbir anlam ifade etmeyen ve yalnızca daha az nazik, daha az dikkatli, daha fazla umursamaz olmayı öneren bir ifade; bize yalnızca korkunç bir şeyleri haber veren ve dehşetten çok saçmalıkla sona eren bir ilke anlamına gelecektir ki, bu kesinlikle söz konusu ilkenin ifade ettiği anlam değildir.
Sözcükler korkunçtur, ancak bunları anlayan kişinin zorunlu olarak söyleneni yapma cesaretine sahip olması gerekmeden anlayabileceğinden emin olduğumu hissettiğim bir ifadedir. Ve yine de kişinin kendisi bu cesaretten yoksun olsa bile burada ifade edilenin yüceliğini itiraf edecek kadar dürüst olmalıdır. Bunu başaran hiç kimse kendisini bu güzel
76 C. G. Bretschneider’in Lexicon manuale graeco-latinum in libros N.T., (1829), Cilt II, s.87.
öyküden bir pay almaktan yoksun bırakmayacaktır. Zira kuleyi yapmaya başlamak için gerekli cesaretten yoksun olan kişi için de bir tür teselli içermektedir. Ancak kişinin dürüst olması ve bu cesaret eksikliğini tevazu olarak göstermeye kalkmaması gereklidir. Aksine iman cesareti yalnızca mütevazi bir cesaret iken, bu davranışı tevazu olarak görmek ki- birdir.
Şimdi kişi eğer pasajın bir anlam taşıdığını görüyorsa, bu pasajın edebî olarak anlaşılması gerekir. Mutlak aşkı talep eden Tanrı’dır. Bir kişinin sevgisini talep ederken herkes bu sevginin mutlaka, sevenin o zamana kadar kendisi için kıymetli olan şeylere karşı kayıtsızlaşması suretiyle ispatlanmasını isteyen kimse yalnızca bir egoist değil aynı zamanda bir aptaldır ve böyle bir sevgiyi isteyen kimse, yaşamı, açlığını çektiği böyle bir sevgiye bağlı olduğu sürece kendi ölüm emrini de imzalamış olacaktır. Bir koca, karısının annesini ve babasını terk etmesini ister; ancak eğer bunu karısının ona karşı özel sevgisinin ve kendisi için kayıtsız, ilgisiz bir kız evlat vs. haline geldiğinin bir kanıtı olarak görürse, o zaman aptalların en aptalı olacaktır. Bu kişi eğer sevginin ne olduğuna dair bir nosyona sahip olsaydı, karısının bir kız evlat ve kız kardeş olarak sevgisinde de mükemmel olduğunu keşfetmek -ve bu sevgi içinde karısının kendisini ülkedeki herkesten daha fazla sevdiğinin bir teminatı olarak görmek- isteyecekti. Böylece bir kişide egoizmin ve aptallığın bir işareti olarak değerlendirilebilecek şey, bu kişinin bir tefsircinin yardımıyla kendisini tanrısallığın değerli bir kavrayışı olarak görmesidir.
Peki o zaman onlardan nasıl nefret edilebilir? Burada insan sevgisi/nefreti ayrımını ele almayacağım. Bunun nedeni bu ayrıma en azından bir tutkulu ayrım olması nedeniyle çok fazla karşı olmam değil, ancak bunun egoistçe olması ve buraya uygun olmamasıdır. Eğer öbür yandan gerekliliği bir paradoks olarak görürsem, o zaman onu anlayabilirim. O zaman mutlak görev etiğin yasakladığı şeye götürebilir, ancak bu hiçbir şekilde iman fatihinin sevgiyle işini bitirdiği anla-
mına gelmez. Bu İbrahim tarafından gösterilmiştir. İshak’ı kurban etmeye hazır olduğu anda, bunun etik ifadesi şudur: İbrahim İshak’tan nefret etmektedir. Ancak eğer o gerçekten İshak’tan nefret etseydi, Tanrı’nın kendisinden İshak’ı istemediğinden emin olabilirdi, zira Cain ve İbrahim aynı değildir. İshak’ı mutlaka bütün ruhuyla sevmesi gereklidir. Tanrı İshak’ı istediği zaman, İbrahim mutlaka eğer mümkünse İshak’ı daha çok sevmelidir ve ancak o zaman İshak’ı feda edebilir. Zira İbrahim’in Tanrı sevgisine paradoksal muhalefetiyle İbrahim’in eylemini bir özveri haline getiren aslında bu İshak sevgisidir. Ancak İnsanî ifadeyle bu paradokstaki üzüntü ve ıstırap, İbrahim’in kendisini anlaşılabilir hale getirmekteki acizliğidir. Yalnızca eylemi, bu duygusu ile mutlak bir çelişki içinde olduğu anda, yalnızca o zaman İshak’ı kurban eder; ancak onu evrensele ait kılan eyleminin realitesidir ve evrenselde İbrahim bir katildir ve öyle kalacaktır.
Üstelik Luka’daki pasaj mutlaka kişinin, iman şövalyesinin evrenselde (etiksel olarak) onu kurtaracak herhangi bir daha yüce ifadeye sahip olmadığını kavramasını sağlayacak biçimde anlaşılmalıdır. Böylece eğer kilisenin bu özveriyi mensuplarından birinden talep ettiğini imgelersek, o zaman bütün sahip olduğumuz bir trajik kahraman olacaktır. Niteliksel olarak kilise fikri devlet fikrinden farklı değildir; zira kiliseye de birey ortak aracılık yoluyla girer ve birey paradoksa girdiği ölçüde kilise fikrine varamaz, paradokstan da çıkamaz; felâhını da belasını da ancak paradoksun içinde bulmalıdır. Bir dinsel kahraman evrenseli kendi eyleminde ifade eder ve kilisedeki hiç kimse, hatta onun babası ya da annesi vs. onu anlamayacaktır. Ancak o bir iman şövalyesi değildir ve ayrıca İbrahim’den farklı bir cevaba sahiptir. İçinde bulunduğu durumun kendisinin test edildiği bir sınama ya da ayartma olduğunu söylemez.
Kural olarak Luka’daki pasaj gibi metinlerin aktarılmasından çekinilir. İnsanların dağılmasına izin verme korkusu, bireyin bir birey gibi yaşamaya başlamaktan bir kez hoşlanmasıyla ortaya çıkacak en kötüden duyulan korku vardır.
Üstelik birey olarak yaşamanın en kolay şey olduğu ve insanların mutlaka olmaya zorlanmaları gereken şeyin evrensel olduğu düşünülür. Bense aynı nedenle ne bu korkuyu ne de bu görüşü paylaşmıyorum. Birey olarak var olmanın her şeyin en korkutucusu olduğunu öğrenen hiç kimse, bunun en yüce olduğunu söylemekten korkmayacaktır. Ancak o zaman bunu sözcüklerini serbest bir kimse için bir tuzak olacak şekilde değil daha çok, sözcükleri yüceliğe yer verse de, o kişinin evrensele girmesine yardımcı olacak şekilde kullanmalıdır. Bu tür pasajlardan bahsetmeye cüret edemeyen kimse, İbrahim’den söz etmeye de cesaret edemez ve birey olarak var olmanın kolay bir iş olduğu fikri, kişinin kendisine ilişkin olarak çok kuşkulu bir dolaylı kabulünü ima eder. Zira kendisine gerçekten saygı duyan ve kendi ruhu için kaygılanan kimse, dünyada kendi kontrolü altında yaşayan kimsenin, hanımının, çardağındaki hizmetçiden daha büyük yoksunluklar ve inzivalar içinde daha büyük yaşamlar yaşadığı gerçeğinden emin olur. Dizgini serbest bırakıldığında dizginsiz hayvanlar gibi bencil zevk içinde isyan edeceği için, zorlamaya gereksinim duyan kimselerin de olabileceği şüphesiz ki doğrudur. Ancak kişi, korku ve titremeyle nasıl konuşulacağını bildiğini göstererek, onlardan olmadığını tam olarak göstermelidir. Yüceliğe saygısından dolayı kişi gerçekten de konuşmalıdır. Zira eğer bunun yüce olduğunu bilen birisi, bunun yücelik olduğunu bilerek, dehşetini bilerek konuşursa kesinlikle bir zarar ortaya çıkmayacaktır ve eğer kişi bunları bilmiyorsa yüceliği de bilmiyor demektir.
O zaman iman paradoksundaki ıstırap ve korkuyu daha yakından inceleyelim. Trajik kahraman evrenseli ifade etmek için kendisini terk eder; iman fatihi özel olmak için evrenseli terk eder. Daha önce söz edildiği gibi, bu tamamen kişinin nasıl konumlandırıldığına bağlıdır. Birey olmanın yeterince basit bir iş olduğuna inanan kimse, kendisinin iman fatihi olmadığından her zaman emin olabilir; zira sürüden ayrılanlar ve serseri dehalar iman adamı olamazlar. Buna karşın iman şövalyesi evrensele ait olmanın çok şerefli olduğunu bilir.
Kendisini evrensele tercüme eden özel olmanın güzelliğini ve iyiliğini bilir ve böyle bir kimse adeta kendisinin, mümkün olduğu kadar kusursuz, herkes tarafından okunabilir, net ve zarif bir basımını oluşturur. Kişinin kendisini evrenselde anlaşılabilir hale getirmesinin canlandırıcı bir şey olduğunu bilir, böylece evrenseli anlar ve onu anlayan herkes onun aracılığıyla evrenseli anlar ve her ikisi de evrenselin güvenli ortamında bayram ederler. Evrensel kendi evi, orada kalmak istediğinde onu kolları açık karşılayan dost mekanı olan iman şövalyesi, özel olarak doğmanın çok güzel olduğunu bilir. Ancak ayrıca yukarılarda kıvrıla kıvrıla uzanan dar ve dik bir ıssız patika olduğunu da bilmektedir; evrenselin dışında kendi başına doğmanın, tek bir gezgine bile rastlamadan yürümenin korkunçluğunu da bilir. Nerede olduğunu ve insanlarla ilişkinin ne olduğunu gayet iyi bilir. İnsanca ifadeyle, o bir delidir ve hiç kimsenin kendisini anlamasını sağlayamaz. Ve yine de “deli” onun için en yumuşak tanımdır. Eğer o böyle görünmüyorsa, o zaman iki yüzlüdür ve patikada daha yukarılara tırmandıkça daha korkunç derecede iki yüzlü hale gelecektir.
İman şövalyesi kendisini evrensele teslim etmenin ilham verdiğini, böyle yapmak için cesaret gerektiğini, ancak burada belli bir güvenliğin de bulunduğunu ve bunun sadece evrensel için geçerli olduğunu bilir. Her bir soylu akıl tarafından anlaşılmanın çok şerefli olduğunu, hatta ona bakmanın bile bakanı soylulaştırdığını bilir. Bağlı olmasına rağmen iman şövalyesi bilir ve hisseder ki, başlangıçta kendisine verilen görevin bu olmasını dileyebilirdi. Bu nedenle kesinlikle İbrahim de zaman zaman kendisine verilen görevin, herkes tarafından anlaşılabileceği ve her zaman hatırlanabileceği şekilde, İshak’ı bir babaya yakışan ve uyan bir biçimde sevmek olmasını dilemişti. İbrahim mutlaka görevinin İshak’ı evrensel için kurban etmek olmasını, böylece babalara ünlü eylemler konusunda ilham vermeyi istemiş olmalı -ve mutlaka kendisi için bu tür isteklerin yalnızca ayartma sınavı olduğunu ve böyle ele alınması gerektiği düşüncesiyle çok korkmuş olmalı. Zira yürüdüğünün ıssız bir yol oluğunu ve evrensel için hiçbir şey yapmadığını, yaptığı şeyin ancak kendisinin test edilmesi ve sınanması olduğunu biliyordu. Peki İbrahim’in evrensel için yaptığı şey neydi? Bu konuda insanca konuşmama izin verin, gerçekten insanca! Yaşlılığında bir oğul sahibi olmak onun yetmiş yılını almıştır. Başkalarının kısa zamanda elde ettiği ve uzun süre mutluluğunu yaşadığı şey onun yetmiş yılını almıştır. Peki neden? Çünkü test edilmekte ve sınanmaktadır. Bu çılgınlık değil midir? Ancak İbrahim buna inandı ve Sara yalnızca boyun eğdi ve Hacer’i kuma olarak almasını sağladı -ancak aynı nedenle İbrahim Hacer’i uzaklaştırmak zorunda kaldı. İbrahim İshak’a sahip olur ve şimdi bir kez daha sınanmak zorundadır. İbrahim biliyordu ki, evrenseli ifade etmek ve İshak’la yaşamak çok güzel olacaktır. Ancak görevi bu değildir. Biliyordu ki böyle bir oğulu evrensel için kurban etmek krallara layık bir eylemdir. Böyle bir eylemi yaparak huzur bulabilirdi ve herkes de, tıpkı sesli harfin sessiz harfe dayanarak “huzur bulması” gibi, onun bu eylemini överek “huzur bulabilirdi”;77 ancak görevi bu değildi -bununla sınanmıyordu. Cunctator adıyla ünlenen, düşmanı oyalama taktikleriyle durduran Romalı general gibi yapabilirdi,78 ama bu generalle kıyaslandığında İbrahim nasıl bir oyalayıcı olabilir ki? O devleti kurtarmıyordu. İşte yüz otuz yılın özeti budur. Buna kim dayanabilir? Çağdaşları -eğer çağdaş olarak adlandırılabilirseler- ona demeyecekler miydi: “İbrahim’de bir ebedî kaytarma var; nihayet bir oğul kazanmışken -ve ona sahip olması çok uzun zaman almışken- şimdi onu kurban etmek istiyor, çıldırmış olmalı. Peki bunu niye yaptığını açıklayabilir mi? Hayır, bu bir ‘sınama’ değil midir?” İbrahim de onlara daha fazla açıklama ya
77 İbranice’de zayıf sessizlerin (j ve ‘v’)> sesleri önceki sessiz tarafından yutulduğunda hareketsiz ya da suskun hale geldikleri söylenir. Bakınız Papirer II, A 406. Ancak burada Kierkegaard bunu tersinden anlamaktadır.
78 Q. Fabius Maximus, savaştaki tedbirliliği için Cunctator olarak bilinmekte olup, Roma diktatörü tarafından Anibal’la savaş esnasında (M.Ö. 217) atanmıştır ve beş kez konsüllük yapmıştır (M.Ö. 233-209).
pamaz. Zira onun yaşamı kutsal müsadereye tabi tutulmuş bir kitap gibidir ve asla publici juris (kamu malı) olamaz.
Korkunç olan budur. Bunu görmeyen herkes, onun bir iman şövalyesi olmadığından her zaman oldukça emin olabilir; bunu gören kişi ise, en usta\trajik kahramanın adımlarının bile iman şövalyesinin yavaş ve sürünerek ilerlemesiyle karşılaştırıldığında bir dans gibi göründüğünü inkar etmeyecektir. Ve bunu gördükten ve bunu anlama cesaretine sahip olduğunu fark ettikten sonra kişi, en azından bu şövalyenin Tanrı’nın sırdaşı, Tanrı’nın dostu ve -gerçekten İnsanî bir ifadeyle- trajik kahraman bile Tanrı’ya üçüncü kişi olarak hitap edebilirken, gökyüzünde Tanrı’ya “sen” diye hitap eden haline gelmekle elde ettiği harika ihtişam hakkında bir fikre sahip olmalıdır.
Trajik kahraman kısa sürede biter, savaşımı kısa sürede sona erer; sonsuzluk hamlesini yapar ve şimdi artık evrenselde güvendedir. Ancak iman şövalyesi sürekli tetiktedir, zira sürekli sınamadadır ve her an için evrensele pişmanlık içinde dönebilir ve bu ihtimal de gerçeğin kendisi gibi bir ayartma sınavı olabilir. Aydınlanma başkasından alabileceği bir şey değildir, aksi halde paradoksun dışında olurdu.
Bu nedenle iman şövalyesi ilk olarak ve en başta tek bir şeyle ihlal ettiği bütün etiğe konsantre olma tutkusuna sahiptir; gerçekten de İshak’ı bütün ruhuyla sevdiğinden emin olabilir.* Eğer bunu yapamazsa, bir ayartma durumundadır.
* Trajik kahramanla iman şövalyesi arasındaki çatışmadaki farkları bir kez daha açıklayacağım. Trajik kahraman etik yükümlülüğün (oğluna karşı, kızma karşı vb.) kendi içinde bir dileğe dönüşerek var olduğundan emindir. Bu nedenle Agamemnon diyebilir ki: Benim görevimin (İphigenia’ya karşı) benim dileğim olması, benim babalık yükümlülüğümü ihlal etmediğimin bir kanıtıdır. O zaman burada dilek ve görev birbiriyle uyuşmaktadır. Eğer yaşamda benim dileğim benim görevimle çakışıyorsa ne mutlu bana ve aksine insanların büyük bir kısmının yaşamdaki, büyük bir istekle kendi dilekleri haline dönüştürdükleri görevleri, tam olarak yükümlülüklerinin gerisinde kalmaktır. Trajik kahraman bu görevini yerine getirmek için dileğini terk etmektedir. İman şövalyesi için de dilek ve görev aynıdır, ancak iman şövalyesinin her ikisini de terk etmesi gerekmektedir. Bu nedenle dileğini teslimiyet içinde terk ettiğinde huzur bulamaz, zira bu onun görevidir (terk ettiği şey onun görevidir). Eğer yükümlülüğünün altında yaşarsa ve dileğini tutarsa iman şövalyesi olamayacaktır. Çünkü mutlak görev, tam olarak terk ettiği şeyi gerektirmektedir (dileğiyle ayın olan görevi). Trajik kahraman görevin yüksek bir ifadesine ulaşır, ancak mutlak bir göreve değil.
Daha sonra bu bozulmamış kesinliği ilk fırsatta tamamen geçerli bir yol olarak bir anda aklına getirme tutkusuna sahiptir. Eğer bunu yapamazsa başlayamaz, zira o zaman sürekli yeniden baştan başlamak zorunda kalacaktır. Trajik kahraman da tek şeyde, teleolojik olarak ihlal ettiği etikte konsantre olmaktadır, ancak bunun için evrensele başvurur. İman şövalyesi tek başınadır ve dehşet buradadır. İnsanların büyük bir kısmı etik yükümlülüklerinin her defasında bir gün sürmesine izin verirler, ancak asla bu tutkulu konsantrasyona, bu enerjik uyanıklığa ulaşamazlar. Trajik kahramana bunları elde etmede bir bakıma evrensel yardım edebilir, ancak iman şövalyesi her şeyde yalnızdır. Trajik kahraman evrenselde hareket eder ve huzur noktasını evrenselde bulur. İman şövalyesi ise sürekli gerilim içindedir. Agamemnon, Iphigenia’ya ilişkin talebini terk etmekte, bu nedenle huzur noktasını evrenselde bulmaktadır. Sonra da Iphigenia’yı kurban olarak verme aşamasına geçmektedir. Eğer Agamemnon bu hamleyi yapmasaydı, eğer karar anında tutkulu konsantrasyon yerine, ruhunu birkaç kızı olduğu yolundaki yaygın dedikodularda kaybetseydi, vielleicht das Ausserordentliche (belki de olağanüstü bir şeyler) meydana gelebilirdi -o zaman doğal olarak bir kahraman olmayacak bir hayırseverlik örneği göstermiş olacaktı. İbrahim de, evrenselde başvurma olanağına sahip olmadığı için, kendisi için çok daha zor olsa da, kahramanın konsantrasyonuna sahiptir; ancak o, ruhunu mucizeye konsantre etmek suretiyle hamleyi daha başarılı yapmaktadır. Eğer İbrahim bunu yapmasaydı, İshak’ı kurban etme isteğinin evrensele yararı olacağından başka bir nedenle gerekli olduğunu açıklayabilmek şartıyla ancak bir Agamemnon olabilirdi.
Şimdi bireyin gerçekten bir ayartma durumunda olup olmadığı ya da iman şövalyesi olup olmadığına, yalnızca birey kendisi karar verebilir. Hâlâ paradoksa dayalı olarak, içinde olmayan kişinin bile anlayabileceği bazı kesin kriterler oluşturmak mümkündür. Gerçek iman fatihi daima mutlak izolasyon içindedir, sahte şövalye ise bir tarikata mensuptur.
Sahte şövalyelikte kolayca trajik kahraman olabilmek için paradoksun dar yolunun üzerinden atlama girişimi vardır. Trajik kahraman evrenseli ifade eder ve onun için kendisini feda eder. Master Jackel79 bunun yerine kendi özel tiyatrosunu kurmuş, yani kamuoyu ile birlikte evrenseli temsil eden birkaç iyi arkadaş ve dostuyla The Golden Snuffbox80’ta adaleti sunmaktadırlar. Öbür yandan iman şövalyesi paradokstur, o bir birey, kesinlikle başka hiçbir şey değil yalnızca, bağlantıları ve karmaşık yönleri bulunmayan bireydir. Bu dehşete aciz tarikatçı katlanamaz. Bunun yerine bu olaydan yüceliğe yeteneği olmadığını öğrenerek ve bunu açıkça itiraf ederek, onaylamadığım ancak kendimin de yaptığım bir şeyi yaparak, zavallı gariban bunu diğer zavallı garibanların ortaklığına katılarak gerçekleştirebileceğini düşünür. Ancak bu hiç gerçekleşmeyecektir, ruh dünyasında hiçbir aldatmaya hileye hoşgörü gösterilmez. Bir düzine tarikatçı kol kola girerler, iman şövalyesi için saklanan ve onun kaçınmaya hiç cesaret edemediği, çünkü onlardan kaçıp ileri zorladıkça durumun daha kötü olacağını bildiği münzevi ayartmaları hiç bilmezler. Tarikatçılar kendi gürültüleriyle birbirlerini sağır ederek, korkuyu çığlıklarıyla bastırırlar ve bir sanki gökyüzündeki fırtınayı andıran Pazar pikniği bağrışmalarıyla81 iman şövalyesiyle aynı yolu izlediklerine inanırlar. Halbuki iman şövalyesi, kozmik izolasyon içinde, asla hiçbir ses işitmeden kendi korkutucu sorumluluğu omuzlarında yapayalnız yürür.
İman şövalyesi yalnız başına görevlendirildiği için, kendisini başkalarına anlaşılabilir yapamamanın acısını taşımakta, ancak başkalarına yol göstermek için herhangi bir şiddetli arzu hissetmemektedir. Acı onun güvencesidir, şiddetli arzuların yabancısıdır, aklı bunlarla uğraşmayacak ka
79 Bir kukla oyununda baş karakter.
80 Stokkemandene i Gulddaasen, Olufsen’in bir oyunu. Slokkemci’nd adlî yargılamalara tanık olarak katılmak üzere atanan kimselerdir.
81 Kierkegaard modem ‘Dyrehavsbakken’de ‘Dyrehaug’ olduğu zannedilen bir ‘Dyrehaugssellskab’a gönderme yapmaktadır ki, anlamı ‘Hayvanat bahçesi’ gibi bir şey olup ya hayvanat bahçesinin ziyaretçilerini ya da sakinlerini ifade etmektedir.
dar ciddidir. Sahte şövalye burada anında kazandığı uzmanlığı ile kendisini ele vermektedir; eğer başka bir birey aynı yoldan yürüyecekse, bunu bireysel olarak yapması gerektiğini ve bu nedenle diğerlerinin kılavuzluğuna ihtiyacı bulunmadığını, en azından hizmetlerini başkalarına zorla sunmaya isteklilerin kılavuzluğuna ihtiyacı bulunmadığını kavrayamamaktadır. Burada yine insanlar anlaşılamamazlık şehidi olmaya dayanamayarak yoldan çıkmakta ve bunun yerine yeterince güvenli yol olan, ustalıklarına dünyanın hayran kalmasını tercih etmektedirler. Gerçek iman şövalyesi bir tanıktır, asla bir öğretmen olmaz ve bunun altında ondaki derin insanlık yatar ki bu, sempati adı altında değer verilen bir davranış olan, aslında gerçekte kibirden başka bir şey olmayan, başkalarının neşe ve üzüntüleri için aptalca kaygılanmaktan daha değerlidir. Yalnızca bir tanık olmak isteyen kimse, kimseye itirafta bulunmaz, hatta başka birisinin sempatisine ya da değerlendirmesine ve böylece kendisini yükseltebilmesine gerek duymaz. Ancak kendi kendine kazandığı şeyi ucuz kazanmadığı için, onu ucuz da satmaz; insanların hayranlığını kabul edecek kadar acınacak halde değildir ve bunun bedelini sessiz bir aşağılanma ile öder. Gerçekten yüce olanın herkes tarafından eşit biçimde elde edilmeye açık olduğunu bilir.
Öyleyse burada ya Tanrı’ya karşı mutlak bir görev vardır ve eğer öyleyse o zaman bu tanımlanan paradoks, yani tekil birey özel olarak evrenselden yüksektir ve özel olarak mutlakla mutlak bir ilişki içindedir; -ya da iman asla var olmamıştır zira daima vardır; ya da İbrahim ölmüştür; ya da birisi Luka 14’teki pasajı zevkli tefsircinin yaptığı gibi açıklamalı ve aynı şekilde ona karşı gelen pasajları ve benzerlerini de açıklamalıdır.82
82 Uygun olan pasaj Deuteronomy 13.6 ve 33.0; Matta 10.37, 19.29. Benzer bir pasaj olarak Kierkegaard MS’sine Koritliler 7.11 ’i bir referans olarak dahil etmiştir. Bununla birlikte bu pek uygun gözükmemektedir.
KORKU VE TİTREME,
SØREN KIERKEGAARD
Çeviren:
İBRAHİM KAPAKLI KAYA
ANKA YAYINLARI