WATERLOO: DÜNYANIN YAZGISINI BELİRLEYEN AN
Napoléon, 18 Haziran 1815
Yazgı hep güçlülerden ve zorbalardan yanadır. Tek bir kişiye yıllar boyu kul köle olur. Sezar, Büyük İskender ve Napolèon’lara olduğu gibi; çünkü o, kendisine benzeyen, kendisi gibi ele avuca sığmaz insanları sever.

Bazen yazgının kendisini tuhaf bir biçimde önemsiz birine bıraktığı da olur ve bu, dünya tarihinin en şaşılacak ânıdır ipler, yalnızca birkaç dakika için onun eline geçer. Fakat böylesi insanlar, kendilerini yiğitliklerle dolu bir büyük oyunun içine sokan bir sorumluluk seli içinde mutlu olmaktan çok korku duyarlar ve bu yazgı oyununun üzerlerine yüklediği yükü, elleri titreyerek bırakırlar. Böylesi bir yazgı oyununun sağladığı olanaklardan yararlanarak kendilerini yüceltmek isteyenlere de rastlanır. Çünkü yücelik, böylesine önemsiz kişilere yalnızca tek bir saniye kendisini bırakır, bunu elinden kaçıranı ise asla bağışlamaz ve ikinci bir kez ona bu olanağı tanımaz.

Grouchy

Viyana Kongresi çeşitli entrika ve çekişmelerle, dans ve aşk serüvenleri arasında devam ederken, Napoléon’un, bir aslan gibi zincire vurulup konulduğu Elbe Adası’ndaki kafesinden kaçtığı haberi, delegeler arasında bir bomba gibi patladı. Arkasından gelen haberler birbirini izledi: Napoléon, Lyon’u ele geçirdi. Napoléon, kralı kovdu. Bütün birlikler ellerinde sancakları, Napoléon un saflarına geçiyor. Napoléon Paris’te. Napoléon Tuilleries Sarayı’nda. Leipzig ve yirmi yıl süren o kanlı savaşlar boşunaydı. Biraz öncesine kadar birbirleriyle çekişen delegeler, bir aslanın pençesinden kendilerini kurtarmak istiyorlarmış gibi bir araya geliyorlar ve Napolèon’u bir kez daha ve ayağa hiç kalkamayacak biçimde yere sermek için İngiliz, Prusyalı, Avusturyalı ve Ruslardan oluşturulacak bir ordunun hemen silah altına alınmasına karar veriyorlar. Avrupa ülkelerinin imparatorları ve kralları arasında şu dehşet anındaki kadar hiç böylesi bir birlik oluşmamıştı. Wellington, kuzeyden Fransa üzerine yürüyor. Blücher komutasındaki bir Prusya Ordusu da hemen onun yanı başında ilerliyor. Ren kıyılarında da Schwarzenberg’in komutası altındaki Avusturya kuvvetleri harekete hazırlanıyordu. Rus Ordusu da yedek kuvvet olarak Almanya içinden batıya doğru ağır ağır ilerlemekteydi.

Napoléon tehlikeyi hemen kavrıyor. Bekleyip bu azgın sürünün bir araya gelmesine meydan vermenin tarihin bağışlamayacağı bir hata olacağının farkındadır. O halde, birlik olup kendisini yok etmelerini beklemeden önce, onların üzerine kendisi yürümeli, Prusya, İngiliz ve Avusturya kuvvetlerine teker teker saldırmalıydı. Acele etmek zorundaydı, yoksa ülkesindeki hoşnutsuzluklar artar ve başı ağrıyabilirdi. Cumhuriyetçiler güçlenip Kralcılarla birleşmeden ve ikiyüzlü Fouché, siyasi rakibi Talleirand ile anlaşıp kendisini arkadan vurmadan önce üstünlüğü ele geçirip zaferi kazanması gerekiyordu. Görkemli Ordusu’nu hemen düşmanın üzerine sürmeliydi. Yoksa her geçen gün bir kayıp, her geçen saat bir tehlikeydi. Bunu düşünen Napoléon, toplarını hemen Belçika’ya, Avrupa’nın bu en kanlı savaş alanına doğru harekete geçiriyor. 15 Temmuz, sabah saat üçte, Napoléon’un komutasındaki eşsiz Fransız ordusunun öncüleri sınırı geçiyorlar. Bir gün sonra, ayın 16’sında da, Ligny’de Prusya Ordusu’na saldırıyor ve onları geri püskürtüyorlar. Zincirlerinden kurtulup kafesinden kaçan aslanın düşmanına indirdiği bu ilk darbe gerçi müthiş bir darbedir, ama öldürücü değildir. Yenilmiş, fakat tamamen bozguna uğratılamamış Prusya Ordusu, Brüksel’e doğru geri çekiliyor.

Şimdi Napoléon, Wellington’a indireceği ikinci vuruşa hazırlanıyor. Bir dakika bile yitirecek zamanı yok. Çünkü geçen her gün, düşmanın güçlenmesine yarayacak, arkasında bıraktığı ülkesinin kuvvetten düşmüş halkını her ne pahasına olursa olsun utku şarabıyla sarhoş etmesi gerekiyor. 17 Temmuz sabahı Napoléon, soğukkanlı ve sinirleri sağlam bir komutan olan düşmanı Wellington’un yerleştiği QuatreBas tepelerine doğru, bütün ordusuyla birlikte yürüyor. Napoléon’un savaş planı hiçbir zaman bu kadar kusursuz, askeri buyrukları bu kadar kesin olmamıştı. Planında yalnızca saldırıyı düşünmekle kalmamış, aynı zamanda bozguna uğratılan, ancak tamamen imha edilememiş bulunan Blücher’in ordusunun Wellington’la birleşebileceği olasılığını ve bu durumda karşılaşacağı tehlikeyi nasıl savuşturabileceğini de gözden uzak tutmamıştır. Napoléon bu olası tehlikeyi daha baştan ortadan kaldırmak için, ordusunun bir bölümünü bu iş için ayırıyor ve bu orduyu, kaçmakta olan Prusya Ordusu’ nu adım adım izleyerek. İngilizlerle birleşmesine engel olmakla görevlendiriyor.

Napoléon kaçan Prusyalıları izlemekle görevlendirdiği ordunun komutanlığını Mareşal Grouchy’ye veriyor. Grouchy, zekâ yapısı ve beceri bakımından orta derece bir komutandır. Dürüsttür ve temiz yüreklidir, gözü pek ve güvenilir bir kişiliği vardır. İyi bir süvari komutanı olduğunu pek çok kez kanıtlamıştır, ama yalnızca iyi bir süvari komutanıdır. Ne Marat gibi yığınları peşinden sürükleyebilen ateşli bir süvari ne SaintCyr ve Berthier gibi bir strateji uzmanı ne de Ney gibi bir kahramandır. Bir efsane adamı olan Napoléon’un yiğitlik dünyasında ona yer ve ün sağlayacak göze çarpan hiçbir özelliği yoktur. Ne bir yiğitlik nişanı, ne de adından söz ettirecek askerî bir başarısı vardır. Onu ünlü yapan yalnızca kötü yazgısı olmuştur. Yirmi yıl boyunca İspanya’dan Rusya’ya, Hollanda’dan İtalya’ya kadar bütün savaş alanlarında çarpıştı. Mareşalliğe yükselinceye kadar bütün rütbelerden teker teker geçti. Avusturyalıların mermileri, Mısır’ın güneşi, Arapların hançeri ve Rusya’nın soğuğu, öncüllerini, Desaix’i Marengo’da, Kleber’i Kahire’de, Lannes’i Wagram’da birer birer ortadan kaldırarak ona, bu en yüksek rütbeye, mareşalliğe giden yolu açtı. Yürüdüğü bu yol, kendi gücü ve üstün yetenekleri sayesinde kazandığı yol değildir, yirmi yıl süren savaşlar sonunda şans sonucu kendiliğinden önünde açılan bir yoldur.

Grouchy’nin bir kahraman ve strateji uzmanı olmadığını, yalnızca güvenilir, üstlerine bağlı, dürüst ve çekingen bir adam olduğunu Napoléon da çok iyi bilmektedir. Fakat mareşallerinin yarısı ölmüştür. Ötekiler de bitmek tükenmek bilmeyen seferlerden yorgun düşmüşler, yeni görevlere istekli değillerdir. İşte bu nedenle Napoléon, orta çapta bir adama böylesine büyük bir görevi vermek zorunda kalıyor.

17 Haziran öğleden önce, saat on birde, Ligny utkusundan bir gün sonra ve Waterloo Savaşı’ndan bir gün önce Napoléon, Mareşal Grouchy’ye ilk kez olarak bireysel sorumluluk gerektiren bir askerî görev veriyor. Grouchy, bir an için, bir tek gün için alışık olduğu askeri düzenin dışına çıkıyor, dünya tarihinde yer alıyordu. Yalnızca bir an için, fakat nasıl bir an için! Napoléon’un buyruğu çok açıktır. Kendisi İngilizlere saldırdığı bir sırada, Grouchy de, komutasındaki kuvvetlerle, ordunun üçte biri ile, Prusya Ordusu’nu izleyecek, onların İngilizlerle birleşmelerine fırsat vermeyecektir. Bu görev ilk bakışta kolay ve pürüzsüz gibi görünüyor, ancak esnek ve iki ağızlı keskin bir kılıç gibiydi. Çünkü Grouchy, Prusyalıları izlerken asıl ordudan ayrı hareket etmeyecek, onunla sürekli bağlantı içinde kalacaktı.

Mareşal, verilen görevi pek de istemeyerek üstlenmişti. Kendi başına hareket etmeye alışık olmadığı gibi zekâ yapısı bakımından kıvrak da değildi. Ancak İmparator’un yanında, onun dâhice bakışları altında zekâsı işler, verilen görevi yerine getirirdi. Öte yandan, generallerinin hoşnutsuzluğunu, belki de yazgısının kendisine hazırladığı karanlık geleceğini seziyordu. Genel karargâha yakın oluşu onu biraz olsun rahatlatıyordu. İmparator’un ordusu ile kendi ordusu arasındaki mesafe, üç saatlik bir zorunlu yürüyüşle rahatlıkla alınabilirdi.

Grouchy, şakır şakır yağan yağmur altında yola çıkıyor. Askerleri, bu vıcık vıcık çamurlu yolda, Blücher ve komutasındaki Prusya Ordusu’nun çekildiğini sandıkları yöne doğru ilerliyorlar.

Caillou’da Gece

Kuzey yağmuru bardaktan boşanırcasına yağıyor. Napoléon’un alayları, ıslak bir sürü gibi karanlıkta ağır ağır ilerliyor; her askerin ayağına bir kilo çamur yapışmış, sığınıp dinlenebilecekleri ne bir ev var, ne de bir dam. Yağan yağmurla kuru otlar da iyice ıslanmış, üstünde uzanıp yatılacak gibi değil. Bu nedenle on ya da on iki asker bir araya gelip yere çöküyor ve şakır şakır yağan yağmurun altında, sırt sırta verip uyumaya çalışıyor. İmparator’un kendisinin de durup dinlendiği yok. Sinirli sinirli, bir aşağı bir yukarı koşturup duruyor. Havanın kötü oluşu yüzünden bütün haberleşme ağı felce uğramış, keşif yapmak olası değil; haberciler şaşırtıcı ve çelişkili bilgiler veriyorlar. Napoleon, Wellington’un savaşı kabul edip etmediğini hâlâ bilmiyor. Prusyalıları izlemekle görevlendirdiği Grouchy’den de hiçbir haber gelmiyor. İmparator, ortalığı sele çeviren yağmura karşın, gece saat bir sularında düşman ileri karakolları arasından geçerek sis altında belli belirsiz bir ışık demeti halinde fark edilebilen Wellington’un karargâhına, bir top atımlık mesafeye kadar sokuluyor ve saldırı planını hazırlıyor. Ancak sabahın alacakaranlığında, manzarası hiç de güzel olmayan genel karargâhına, Caillou’daki küçücük kulübesine dönüyor ve masasında Grouchy’nin gönderdiği ilk haberleri buluyor. Gerçi Mareşal, Prusyalıların geri çekilmeleri konusunda pek açık bir şey söylemiyor, ancak onları izlemeye devam edeceklerini söylemesi yine de rahatlatıcı. Yağmur, yavaş yavaş kesiliyor. İmparator, odasında sabırsızlıkla bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, gözlerini ufka dikmiş, ortalığın ağarmasını ve kesin ânın bir an önce gelip çatmasını bekliyor.

Sabahın beşinde yağmur diniyor ve İmparator’un içindeki kara bulutlar da dağılıyor. Ordunun saat dokuzda hücuma hazır olması buyruğu veriliyor. Habercileri her yana koşup buyruğu duyuruyorlar. Davullar çalınıp birliklerin toplanması isteniyor. İşte ancak bu sırada Napolèon, iki saatçik uyumak için portatif karyolasına uzanıyor.

Waterloo’da Sabah

Sabahın dokuzu. Fakat hâlâ bütün kıtalar bir araya toplanmış değil. Üç gündür yağan yağmurla toprak iyice ıslanmış, her türlü hareketi güçleştiriyor ve topçunun ilerleyişine engel oluyor. Sonunda hava açıyor ve esen sert rüzgârla birlikte güneş, yavaş yavaş ortaya çıkıyor ve çevreyi aydınlatıyor. Ama Austerlitz’in pırıl pırıl parıldayan, insana mutluluk veren güneşinin yanında buna güneş değil de, Kuzey’in solgun ve sevimsiz pırıltısı demek daha doğru olur. Sonunda kıtalar hazırlıklarını tamamlıyorlar ve savaş başlamadan önce Napoléon, beyaz kısrağına atlayarak bütün cepheyi baştan başa dolaşıyor. Bayrakların üzerindeki kartallar, şiddetli rüzgârın etkisiyle eğiliyorlar; yiğit atlılar kılıçlarını sallıyor, piyadeler de keplerini süngülerinin ucuna takmış selam duruyorlar. Davullar gümbürdetilip borazanlar çalınarak daha şimdiden İmparator’a utku sevinci tattırılmaya çalışılıyor. Fa kat bütün bu sesler, yetmiş bin askerin gırtlağından çıkan ve birlikler arasında bir gök gürültüsü gibi yankılanıp yükselen şu sevinç çığlığı altında, adeta eriyip yok oluyor: “Vive I’Empereur!” (“Yaşasın İmparator!”)

Yirmi yıllık Napoléon döneminin hiçbir geçit töreni, bu sonuncusu kadar görkemli ve heyecanlı olmamıştı. Sevinç çığlıkları henüz kesilmişti ki, saat on birde öngörülenden iki saat, iki dehşet dolu saat sonra topçulara, karşı tepelerdeki kırmızı ceketlilere ateş etme emri verildi. Bunun arkasından “le brave des braves” (“yiğitlerin yiğidi”) Ney piyade birliğiyle ileriye fırlıyor ve Napoléon için kesin an böylece başlıyor. Bu büyük savaş pek çok yazarın ilgisini çekmiş, pek çok yapıta konu olmuştur, bazen Walter Scott’ın eşsiz anlatılarında, bazen Stendhal’in kısa öykülerinde heyecan dolu sahnelerini okumaktan asla bıkılmamıştır. Bu savaş, ister yakından bakılsın, ister uzaktan, ister başkomutanın bulunduğu tepeden, ister zırhlı askerlerin yerleştirildiği yamaçtan bakılsın, çok büyük ve çok cepheli bir savaştır. Korkunun ve umudun sürekli yer değiştirdiği ve hiç beklenmedik bir anda tam bir facia ile sonuçlanan, heyecan ve gerilim dolu bir sanatsal yapıt, aynı zamanda bir gerçek trajedi örneğidir de; çünkü bu savaş yalnızca İmparatorun değil, bütün Avrupa’nın yazgısını belirtiyor ve Napoléon gerçeğinin o büyüleyici alevi, sonsuzca sönmeden önce, fırlayan bir roket gibi tüm görkemiyle bir kez daha yükseliyor ve bütün gökyüzünü kaplıyor.

Fransız birlikleri, saat on birden bire kadar karşıdaki tepelere saldırılarını sürdürüyor, bütün köyleri ve mevzileri ele geçiriyorlar; geri püskürtülüyorlar, fakat yine saldırıyorlar. Boş arazi üzerindeki bu ıslak ve vıcık vıcık tepelerin üzerinde şimdi on bin ölü yatmaktadır, fakat üstünlük sağlanabilmiş değildir. Askerler perişan haldedirler. Her iki ordu da yorgun düşmüş, her iki komutan da tedirgindir. İkisi de, önce yardım alacak olanın Wellington, Blücher’den; Napoléon, Mareşal Grouchy’den savaşı kazanacağını biliyor. Napoléon sinirli sinirli, ikide bir dürbününe uzanıyor, Grouchy’ye yeni emir subayları gönderiyor; Mareşal, zamanında yetişecek olursa, savaş kazanılacak ve Fransa üzerinde, bir kez daha Austerlitz güneşi parlayacaktır.

Grouchy’nin Yanlışı

Napoléon’un yazgısını farkında olmadan elinde tutan Grouchy, aldığı buyruk gereğince 17 Haziran akşamı hareket ederek, geri çekilen Prusyalıları izlemektedir. Yağmur dinmiş, barut kokusunu ilk kez dün koklamış olan bu genç askerler, bir dost ülkenin topraklarında yürüyormuş gibi, kaygısızca ilerliyorlar. Düşman hâlâ görünürlerde yok, yenilgiye uğrayarak geri çekilen Prusya Ordusu’nun izine bir türlü rastlanmıyor.

Mareşal, bir köy evinde aceleyle kahvaltı yaparken, ayaklarının altındaki toprak zemin hafifçe sarsıldı. Hepsi birden pürdikkat kesildiler. Ses, boğuk boğuk ve gittikçe zayıflayarak duyuluyor; bunlar uzaklarda, çok çok üç saatlik uzaklıkta ateş eden topların sesidir. Sesin geldiği yönü belirlemek için birkaç subay, Kızılderililer gibi yere uzanıp kulak kabartıyorlar. Uzaklardan gelen bu ses yankıları boğuk ve aralıksız. Bu, SaintJean’ın toplarının sesidir ve Waterloo Savaşı’nın başladığını bildiriyor. Ancak Grouchy, İmparator’ un buyruğuna göre hareket etmekte kararlıdır. Komutanlarından Gerhard, hızla top seslerinin geldiği yöne doğru gidilmesini istiyor. İkinci bir yüksek rütbeli subay da bu görüşü destekliyor: o yöne, hem de hızla! İmparator’un, İngilizlere saldırdığından ve kanlı bir meydan savaşının başladığından hiçbirisinin kuşkusu yok. Grouchy, kararsızdır. İtaat etmeye alışmış bir komutan olarak, geri çekilen Prusyalıların izlenmesi için İmparator’un yazılı buyruğuna uyulması gerektiğini düşünüyor. Mareşal Grouehy’nin duraksadığını gören Gerhard, ısrarını sürdürüyor: “Top seslerinin geldiği yöne doğru ilerleyelim.” Grouchy’nin emri altındaki bu komutanın, yirmi kadar subay ve sivilin önünde dile getirdiği bu istek, bir ricadan çok bir buyruğu andırıyor. Bu, Grouchy’nin canını sıkıyor ve daha da katı bir tutum sergileyerek, İmparator’un karşı buyruğu gelmedikçe, Prusyalıları izleme görevinden asla ayrılmayacağını söylüyor. Subaylar, hayal kırıklığına uğruyorlar. Top sesleri, çöken korkunç sessizlikte yankılar bırakmaktadır.

Gerhard son bir girişimde daha bulunuyor ve hiç olmazsa kendi tümeni ve bir miktar atlı ile savaş alanına koşmak için Grouchy’ye yalvarıyor. Grouchy düşünüyor. Bir saniye boyunca düşünüyor.

Bir Âna Sığan Dünya Tarihi

Evet, Grouchy bir tek saniye düşünüyor. Bu bir tek saniye, kendi yazgısıyla birlikte Napolèon’un ve dünyanın yazgısını da belirliyor. Walhaim’in bir köy evinde geçen bu bir tek saniye, on dokuzuncu yüzyıl dünyası üzerinde kesin belirleyici olmuş, bütün bir çağın akışını değiştirmiştir. Ne yazık ki, bu ölümsüzlük ânı, İmparator’un yazılı buyruğunu parmaklarıyla buruşturan dürüst, ama sıradan bir insanın dudakları arasında. Grouchy, ortaya çıkan bu yeni duruma bakıp da İmparator’un buyruğuna karşı hareket etme yürekliliğini gösterebilmiş olsa, Fransa kurtulacak. Fakat uyruk olmaktan bir türlü kurtulamayan insanlar, verilen buyruklara hep boyun eğerler, yazgının çağrısına kulak asmazlar.

Grouchy, kendisine yapılan bütün rica ve yalvarmaları geri çeviriyor. Hayır, böyle küçük bir orduyu bir defa daha bölmek sorumsuzca bir davranış olurdu. Görevi yalnızca Prusyalıları izlemekti. İşte bu yüzden İmparator’un buyruğuna aykırı davranıp top seslerinin geldiği yöne doğru gidilmesi önerisini kabul etmedi. Subaylar susuyorlardı, önerilerinin geri çevrilmesine canları sıkılmıştı. Mareşal’in çevresini büyük bir sessizlik kapladı. Sessizliğin arasında, verilen sözlerin ve yiğitliklerin bir daha asla geri getiremeyeceği o an, o bir tek saniyelik karar verme ânı da kaybolup gitti. Utkuyu, Wellington kazanacaktır.

Grouchy’nin komutasındaki ordu yoluna devam etti. Subaylardan Gerhard ve Vandamme çok öfkelidirler, yumruklarını sıkıyorlar, Grouchy ise bazen tedirgin, bazen de kararsız. Prusyalıların hâlâ görünürlerde olmayışı biraz tuhaf. Brüksel yönüne giden yoldan ayrıldıkları kesin. Biraz sonra da haberciler, savaş alanı yönüne doğru geri çekilen Prusyalıların bir çevirme harekâtına hazırlandıkları haberini getiriyorlar. Büyük bir hızla İmparator’un yardımına koşmak için hâlâ zaman geçmiş değildir. Fakat Grouchy, inatla geriye dönüş buyruğunun gelmesini bekliyor. Ancak hiçbir buyruk gelmiyor. Yalnızca uzaklarda ateşlenen topların boğuk sesleri geliyor. Waterloo’da artık son zarlar atılmaktadır.

Waterloo’da Öğle Sonrası

Bu arada saat bir olmuştu. Gerçi Napoléon’un dört saldırısı püskürtüldü, ama Fransızlar, Wellington’un merkez cephesini iyice zayıflattılar. Şimdi İmparator kesin saldırıya hazırlanmaktadır, BelleAlliance önlerindeki bataryalarını takviye ettiriyor ve karşılıklı top atışlarının bulut perdeleri, vadi ve yamaçları kaplamadan önce, savaş alanına son bir kez daha bakıyor.

Tam bu sırada Napoléon, kuzeydoğu yönünde, ormandan dışarıya doğru akarcasına çıkan karanlık gölgelerin ilerlemekte olduğunu fark etti: Yeni kuvvetler geliyor! Bütün dürbünler bir anda o yöne çevrildi. Grouchy, verilen buyruğa aykırı davranma yürekliliğini gösterip tam zamanında yetişiyor mu ne? Hayır, hayır. Getirilen bir tutsak, bunların General von Blücher’in ordusunun öncü kuvvetleri, Prusya kıtaları olduğunu bildiriyor. Ancak şimdi İmparator, yenilgiye uğrattığını sandığı Prusya Ordusu’nun İngilizlerle birleşmek için geri çekilip izlerini kaybettirdiklerini anlıyor; kendi ordusundan üçte birlik bir kuvvet, hiçbir amaca hizmet edemeden boş arazide dolaşıp durmaktadır. Grouchy’ye hemen bir mektup yazarak, ne pahasına olursa olsun Prusyalıların savaş alanına girmelerine engel olunmasını istiyor.

Aynı anda Mareşal Ney de, hücum emri alıyor. Prusyalılar yetişmeden önce Wellington’un mutlaka bozguna uğratılması gerek. Kazanma şansları azalan Fransızlar için artık hiçbir saldırı tehlikeli sayılmıyor. Piyade kuvvetleri, düşmanın bulunduğu tepeye bütün öğle sonu boyunca, saldırı üzerine saldırı düzenliyorlar. Yıkılan köyler, birer birer ele geçiriliyor; geri püskürtülüyorlar, yeniden hücuma geçip dalga dalga saldırıyorlar, ama Wellington hâlâ dayanıyor ve Mareşal Grouchy’den hâlâ bir haber gelmiyor. Yetişen Prusyalıların yavaş yavaş Wellington’un saflarında savaşa girdiklerini gören İmparator, sinirli sinirli mırıldanıyor: “Grouchy nerede? Grouchy nerede kaldı?” İmparator’un komutanları da sabırsızlanıyorlar. Bu kanlı savaşa bir son vermek isteyen gözü pek Mareşal Ney, var gücüyle atağa kalkarak bindiği üç atı da vuruluyor bütün Fransız süvarisini düşmanın üzerine saldırtıyor. Bu korkunç saldırıya, bu ölüm saldırısına on bin zırhlı asker ve süvari katılıyor, karşı tarafın bütün kaleleri yerle bir ediliyor, topçusu birer birer susturuluyor, ilk saflarda dövüşen düşman askerler dağıtılıyor. Gerçi Fransızlar da geri püskürtülüyorlar, ama İngiliz Ordusu’nun savaşma gücü tükenmekte, tepeyi tutmakta olan pençe gevşemektedir. İngiliz topçusuna büyük kayıplar verdirten Fransız süvarisi, görevini tamamlayıp geri çekilmeye başladığı zaman, Napoléon’un son yedek kuvveti, eski muhafız kıtası, Avrupa’nın yazgısını elinde tutan hâkim tepeleri ele geçirmek için ağır adımlarla ve yavaş yavaş ileri çıkıyor.

Karar Ânı

Her iki taraftan dört yüz top, sabahtan beri hiç durmadan birbirini dövüyor. Süvari alayının sesleri, ateş eden toplara çarpıp yankılanıyor, davul gümbürtüleri, top sesleriyle uğuldayan havayı titretiyor, bütün vadi, sesler ve yankıları altında inliyor: Fakat her iki başkomutan da, dürbünleri ellerinde yukarıdaki tepelerden savaşı izliyor, en küçük bir sese bile kulak veriyor.

Başkomutanların ellerindeki saatler de, birer kuş yüreği gibi hafif hafif çarpmaktadır. Napoléon da, Wellington da sürekli kronometrelerine uzanıp yazgılarını belirleyecek olan o önemli ânın, yardım ânının dakikalarını sayıyor. Wellington, Blücher’in yakınlarda olduğunu biliyor. Napoléon’un umudu da Grouchy’de. Her iki başkomutanın da savaşa sokabilecekleri yedek kuvvetleri yok artık. Önce yardım alan savaşı kazanacaktır. Her iki başkomutan da, ellerinde dürbünleri, gözlerini, Prusyalı öncülerin kalın bir duman tabakası halinde görünmeye başladığı orman kenarından bir türlü ayıramıyorlar. Acaba bu görünenler yalnızca öncü kuvvetler mi, yoksa Grouchy’den kaçan Prusya Ordusu’nun tamamı mı? İngilizler son güçlerini harcıyorlar. Fransızlar da yorulmuştur. Kollarındaki güçlerini iyice yitirmiş, soluk soluğa kalmış iki güreşçi gibi birbirlerine son bir kez daha saldırmadan önce, biraz dinlenmek için bekliyorlar: Geri dönüşü olmayan o an, karar ânı gelmiştir artık.

Sonunda Prusya Ordusu’nun yan kanadında toplar gürlemeye başlıyor: Öncü kuvvetlerin giriştiği hafif bir çarpışma, piyade ateşi mi ne! Napoléon, Grouchy sonunda yetişti, diye derin bir soluk alıyor. Çatışmanın meydana geldiği kanadın güven altında olduğunu sanarak, ayakta kalabilen son kuvvetlerini topluyor ve Brüksel önündeki İngiliz savunmasının direnişini kırıp Fransa’ya Avrupa’nın kapılarını açmak için, Wellington’un merkez kuvvetlerine son bir kez daha saldırıyor.

Fakat Napoléon’un duyduğu tüfek sesleri yanlışlıktan başka bir şey değildir; bunlar, Prusyalıların farklı üniformalar giyinmiş Hannover kuvvetlerine karşı bilmeden açtıkları ateşin sesleridir. Az sonra yanlışlık fark edilerek ateş kesiliyor ve Prusya Ordusu, hiçbir engellemeyle karşılaşmadan ormandan dışarıya dalga dalga fışkırıyorlar. Hayır, hayır, gelenler Grouchy’nin kuvvetleri değil, tersine Blücher’in komutasındaki Prusya Ordusu’dur. Böylece Napoléon’un yazgısı da belirlenmiş oluyor. Kötü haber, İmparator’un kıtaları arasında hemen yayılıyor; Fransızlar geri çekilmeye başlamıştır. Geri çekilme işi oldukça düzenli gerçekleşiyor, ancak Wellington durumun ne kadar nazik olduğunun farkındadır. Atına atlayarak başarıyla savunduğu tepenin ta kenarına kadar geliyor, şapkasını havaya kaldırıyor ve çekilmekte olan düşmana karşı sallıyor. Wellington’un askerleri, komutanlarının hareketinin ne anlama geldiğini hemen kavrıyorlar. İngiliz kuvvetlerinin ayakta kalabilenleri, güçlerini iyiden iyiye yitirmiş Fransız Ordusu’nun üzerine var gücüyle atılıyorlar. Aynı anda da Prusya atlısı, yorgunluktan bitkin düşmüş olan Napoléon’un birliklerine yandan saldırıyor. İşte tam bu sırada Fransız kıtaları arasından bir feryat, bir ölüm feryadı yükseliyor: “Sauve qui peut!” (“Herkes başının çaresine baksın!”) Birkaç dakika sonra, Avrupa’nın bu en büyük ordusu paramparça oluyor, her şeyi, hatta Napoléon’u bile önüne katmış sürükleyip götüren bir korku seline dönüşüyor. Atlarını mahmuzlayan Prusya süvarisi de, hızla kaçmakta olan Fransızlara, bu duygusuz, bu başıboş insan seline saldırarak kesin darbeyi indiriyor. Bu arada Napoléon’un özel arabası, ordunun hazinesi ve bütün toplar, çığlıklar atarak kaçmakta olan bu korku, bu dehşet köpüğünün elinden alınıyor. İmparator, ancak karanlığın çökmesiyle kurtuluyor. Fakat, üstü başı çamur içinde ve bitkin bir durumdadır; gece yarısı bir köy konukevine gelen ve bulduğu ilk koltuğa kendisini bırakıveren bu adam, artık imparator değildir. Yazgısı belli olmuş, imparatorluğu sona ermiştir. Gözü pek ve ileri görüşlü bir adamın, yirmi yılda kurduğu ve yiğitlik destanlarıyla dolu o görkemli imparatorluk, sıradan bir adamın yüreksizliği yüzünden parçalanıp gidiyor.

Günlük Yaşama Geri Dönüş

İngiliz Ordusu’nun Napoléon’a kesin darbeyi indirmesinden hemen sonra, hiç kimselerin tanımadığı bir adam özel bir arabaya binmiş, Brüksel yönünde, denize doğru hızla yol almaktadır. Kıyıda onu bir gemi bekliyor. Bu adam, bir an önce Londra’ya geçmek ve savaşın sonucunu, kraliyet habercilerinden önce kendisi duyurmak istiyordu. Londra’ya varan bu adam, henüz kimselerin duyup öğrenmediği bu haber sayesinde İngiliz borsasını altüst etmeyi başarıyor. Bu dâhice hareketiyle bir başka imparatorluk, bir başka hanedan kuran adamın adı Rotschild’dir. Ertesi gün İngiltere kazanılan utkuyu; Paris’te de, Napolèon’un ezeli düşmanı, büyük hain Fouchè yenilgiyi öğreniyor. Brüksel ve Almanya’da çalınan utku çanları, çevreyi inletmektedir.

Aradan bir gün geçmesine karşın Waterloo Savaşının sonucunu hâlâ öğrenememiş tek bir insan kalıyor, hem de trajedinin yaşandığı yerden sadece dört saat ötede bulunduğu halde… Bu bahtsız adam Mareşal Grouchy’dir. Grouchy, verilen buyruk ve plan uyarınca hareket ederek Prusya Ordusu’ nu adım adım izliyor, fakat ne tuhaf ki, onları hiçbir yerde bulamıyor. Bu, onun içinde bir güvensizlik, bir kararsızlık duygusu yaratmaya başlıyor. Yakından gelen top sesleri, gittikçe daha da şiddetlenerek, sanki “Yetişin!” der gibi âdeta feryat ediyorlar. Grouchy ve kuvvetleri, yeryüzünün titrediğini seziyor ve ateşlenen her topu yüreklerinin derinliklerinde duyuyorlar.

Hepsi de, bunun karakollar arası küçük çapta bir çatışma olmadığını, büyük bir meydan savaşı, kesin bir hesaplaşma ânı olduğunu biliyor.

Grouchy, atının üzerinde, subaylarının arasında sinirli sinirli dolaşmaktadır. Subaylar, önerilerini geri çevirdiği için onunla tartışmaktan çekiniyorlar.

İşte bu yüzden, Wavre’da bir Prusya bölüğüne, Blücher’in artçılarına rastlayınca, içlerindeki sıkıntıyı bir an için unutup rahat bir soluk alıyorlar. Azgın kurt sürüleri gibi hızla koşarak düşman istihkâmlarına saldırıyorlar, herkesten önce de Gerhard, içinden bir türlü atamadığı üzüntüsünün de etkisiyle, ölümü arıyormuşçasına ileri atılıyor. Bir düşman kurşunu, Gerhard’ı yere seriyor. Akşam olup da karanlık bastırır bastırmaz, köye saldırıyorlar, fakat bu küçük artçı bölüğünün hiç de önemli bir kuvvet olmadığını anlamakta geç kalmıyorlar. Uzaklardan, savaş alanından gelen top sesleri birdenbire kesiliveriyor. Çevre, insanı dehşete düşüren korkunç bir sessizliğe, bir ölüm sessizliğine bürünüyor: Topların gürleyişinin, sinirleri harap eden bu sessiz bekleyişten çok daha iyi olduğunu, şu anda, hepsi de içinde duyuyor. Napolèon’un “acele yardım!” çağrısı Grouchy’nin eline (çok geç!) geçtiği zaman, Waterloo’daki devler savaşı çoktan sona ermişti. Fakat acaba kim kazanmıştı? Bütün gece bekliyorlar. Hiçbir haber yok. Sanki o büyük ordu, kendilerini unutmuştu; boş ve anlamsız gölgeler gibi bu kahredici boşlukta sallanmaktaydılar. Ertesi sabah, karargâhı topluyorlar, yorgun ve bitkin bir halde yeniden yola koyuluyorlar. Yola devam etmenin ve manevra yapmanın artık hiçbir işe yaramayacağının hepsi de farkında. Sonunda, öğle öncesi, saat onda, genel karargâhtan bir subay atıyla hızla onlara doğru geldi. Subayın attan inmesine yardım edildi ve hemen arkasından soru yağmuruna tutuldu. Fakat, ıslak ve çamurlu saçları şakaklarına yapışmış, yüzü gözü tanınmaz olmuş, korkudan tirtir titreyen ve insanüstü bir güç göstererek ayakta durmaya çalışan bu subayın ağzından yalnızca anlaşılmaz sözcükler, anlamadıkları ya da anlamak istemedikleri sözcükler çıkıyor. Subay, “Artık ne imparator var ne de ordusu. Fransa mahvoldu!” deyince, onun bir ayyaş, bir çılgın olduğunu sandılar. Fakat çok geçmeden herkes acı gerçeği, insanı beyninden vurup bir daha asla kalkamayacak biçimde yere seren o kahredici gerçeği öğreniyor. Grouchy’nin yüzü sapsarı kesiliyor, kılıcına yaslanmış tirtir titremektedir. Şu anda, yaşamının en acı döneminin başladığının farkında. Grouchy, nankör bir görevin yerine getirilmesiyle oluşan bütün suçu üzerine alıyor. O büyük anda karar verme yürekliliğini gösterememiş olan bu korkak, bu zavallı insan, yaşam tehlikesiyle yüz yüze bulunduğu şu anda, birdenbire erkekleşiyor ve hatta bir kahraman oluyor. Grouchy, hemen subaylarını topluyor ve gözlerinden akan öfke ve keder gözyaşları ile kısa bir konuşma yaparak, duraksamasını haklı göstermeye çalışıyor ve kötü yazgısından yakınıyor. Subayları, daha bir gün önce kin besledikleri Mareşal’i, hiç ağızlarını açmadan saygı ile dinliyorlar. Şu anda herkes onu suçlayabilir ve Mareşal’den daha iyi düşünebilmiş olmakla övünebilirdi, fakat kimse bunu yapmıyor ya da yapmak istemiyor. İçlerindeki müthiş öfke ile dilleri tutulmuş, susuyorlardı.

Bir tek saniyelik duraksamayla kaçırdığı fırsattan sonra Grouchy, ne yazık ki çok geç olarak bütün askerî gücünü ortaya koyuyor. Yazılı buyruklara değil de, kendisine, kendi aklına güven duyduğu şu andan başlayarak bütün büyük erdemleri, tedbirliği ve becerikliliği, ileri görüşlülüğü ve basiretli davranışı ile kendini gösteriyor. Beş kat daha büyük bir kuvvetle kuşatılmış olmasına karşın çok ustaca bir manevra ile askerlerini düşman hatlarının ortasından geçirip geri çekmeyi başarıyor, hem de tek bir top, tek bir adam kaybetmeden; böylece Fransa’yı ve İmparatorluğun son ordusunu kurtarmış oluyor. Fakat ne yazık ki, geri döndüğü şu sırada kendisine teşekkür edecek ne imparator var, ne de kuvvetlerini karşısına çıkarabileceği düşman. Grouchy, çok geç kalmıştı, her zamanki gibi yine çok geç kalmıştı. Üstlendiği bütün görevlerde başarı kazanıp mesleğinde yükselmeyi sürdürse de, başkomutanlığa atansa ve Fransız Senatosu üyeliğine getirilse de, kaçırdığı o ânı, hiç hak etmediği halde yükselmesini sağlayan o bir tek saniyeyi, hiçbir şey bir daha geri getiremezdi.

İnsan yaşamına çok ender olarak inen o bir tek saniyelik büyük an, kendisinden yararlanmasını bilmeyenlerden işte böylesine müthiş öç alır. Basiret, buyruğa boyun eğme, çaba, akıl ve sağduyu gibi bütün insanlık erdemleri, yazgıyı belirleyen o büyük ânın tutuşturduğu ateş içinde eriyip işte böyle yok olur. O büyük an, korkakları horlayarak geri iter ve yeryüzünün bir başka tanrıları olan yüreklileri ise, ateşli kolları arasına alıp gökyüzüne, yiğitlerin yanına götürür.

Stefan Zweig

İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR
ON İKİ TARİHSEL MİNYATÜR
DENEME
Almanca aslından çeviren: KASIM EĞİT
CAN YAYINLARI

Previous Story

İnternet Sinema Veritabanı IMDb’ye göre 2016’nın en iyi 10 oyuncusu

Next Story

Kierkegaard: Umutsuzluk bir avantaj mıdır yoksa bir kusur mudur?

Latest from Denemeler

Orwellvari Bir Cehennem – Ulus Baker

Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde. Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten

İnsan ve Dans – Sevcan Atak

İnsan kendi bilincine vardıktan sonra kendini var etme ve öz savunma mekanizması olarak toplumsallığını oluşturmuştur. Bir yandan doğadan, doğanın bağrından geldiği için onu taklit
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ