Tevfik Fikret’in “fikri” şiirleri birtakım siyasal sloganlara dayanır. Ateist bir dünya görüşünü önerir. Ama bunlarda yine de dinsel değerlerden hareket eder Tevfik Fikret. Laik değildir. Öte yandan, aynı şiirlerde bile bu görüşünü sağlam birtakım şiirsel ayrıntılarla besleyemez. Sloganın ve ana fikrin büyüsü içindedir. Çıkış noktasını sevinçle geliştireceği yerde, melankolik ve yitik mısraların sonuna bağladığı kuru öğütlerde tamamlama, bir bakıma harcama eğilimindedir.
Bugün bu öğütler artık harcıâlem şeyler olduğundan önemleri kalmamıştır. Sadece bilimsel doğrular sanatı kurtarmıyor. Onun için Tevfik Fikret’in “fenni” çabası Servet-i Fünun edebiyatıyla birlikte şiir tarihimizin içinde kabuk bağlamış, sinmiş, körleşmiş bulunuyor bugün. Öte yandan “fikir” kelimesini de fazla büyümsememeliyiz onun şiirinde. Tevfik Fikret, genel planda, deyim yerindeyse, bir “parti şairi” gibi çalışmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin isterlerine bağlanarak. Sorunlarla değil, kişisel değerlerle, olgularla değil, olaylarla ilgilenmiştir daha çok. Gerçi saltanat idaresine karşı savaşmak istemiş, hatta savaşmıştır ve o çağın koşullarına göre bir yiğitlik göstermiştir; ama özgürlükten (fikri hür, vicdanı hür…) anladığı şey İttihat ve Terakki’nin duruma bütün bütüne hâkim olmasından ibaret gibidir. “Sis”ten sonra yazdığı “Rücu” şiirinde bunun ipuçları pekâlâ görülebilir. Hareket Ordusu’nun yürüyüşü, “bir tozlu ve heybetli kesafet”i, sürekliymiş gibi olan o sisi, katil kuleleri, zindanlı sarayları bir anda yıkmaya, çözmeye yetmiştir “Rücu” şiirinde. Ve yine “Rücu” şiirinden anlaşılır ki Tevfik Fikret ufak bir “çevrenin” işbaşından alınıp, bir başka çevrenin gelmesiyle rahatlar, sorununu çözmüş olur. “Tarih-i Kadim” şiirinde din-i hayat deyimini kullanarak onca tutkuyla benimsediği hayatı, “Seninle” adlı şiirinde ağlamaya değmeyecek kadar küçülttüğünü de görürsünüz (bükâya değse hayat…) Bu bakımdan “din-i hayat” kavramı, şiirdeki karşılığını yaratmış olarak, bir yaşama felsefesine bitişmemiş olarak havada asılı kalır. “Hüsn-ü Ân Nedir?” şiiri ise şu mısralarla bitiyor: “Güzellik, işte şu çirkin hayatta bir ziynet,/ve bir tesellidir.” Yine Rübab-ı Şikeste’deki “Nâdim-i Hayat” şiirinde nasipsizlikten pişman olmuş ve nefretle dolmuş bir gönülle artık ölmek istediğini söyler.
Tevfik Fikret’in “toplumsal” şiirleriyle öbür şiirlerindeki, hissi, maneviye’ye ait şiirlerindeki, aşk şiirlerindeki hayat anlayışı arasında çok keskin farklar var. Birincilerde yaşamaya aklın, bilimin sağlam dallarıyla bağlanmış görünürken, ikincilerde iyice titrek kanıtlarla kendini iliştirdiğine tanık olunur. Düşünmek isterken umudu yüceltmesi, duyduğu zaman umutsuzluğa kapılanması basit bir kararsızlıktan fazla bir şeydir. Her şeye rağmen, şiirindeki bütün nakaratlara rağmen umut değil umutsuzluk hâkimdir Tevfik Fikret’e. Zaten en sert şiirlerinde bile bir haykırıştan çok bir inleme vardır. Gür değildir. Daha silik bir noktadan hareket ettikleri halde Tanzimat şairleri daha gürdürler ondan. Hırçın ve hınçlı bir şekilde “zail ü muğfel”dir Tevfik Fikret. Aklın aydınlığını çıkış noktası yapmak istediği halde nekes bir duygululuğun “zebunudur”. Bu çelişkiden de yüksek bir şiir düzeyine varabilirdi Tevfik Fikret; ancak kendine karşı içten olamaması, bir özelliğini toptan yadsıma havasına girmesi engellemiştir bunu. Bu yüzden şair olarak yiğit diyemeyeceğiz ona. Şairin şair olarak yiğitliği, üstlendiği, kendini adadığı şeyin ayrıntılarından organik bir yapı kurabildiği, bunu da şiirsel planda onurlu düzeye getirebildiği oranda gerçekleşir. Tevfik Fikret fikir sloganlarıyla yetinme yolunu seçmiş, şiirsel yön aramamış, kuru bir söylevci olarak kalmıştır. Şair olarak yanlışlığı daha çok bu noktadadır. Bir yerde “din-i hayat” diyerek yaşamayı ve dünyayı güzelleyecekmiş gibi davranırken, bir başka yerde onu çirkin, pis bulmakta, başka bir yerde de hayata karşı beşeri getirmek istemektedir. Şiiri, nesir düzeni içinde kavramlar arasında kurulur. Ama belirsiz ve dirimsiz kalır bu kavramlar. Bu da onun en önemli yanı olan “fikir şairi” niteliğini örselemekte, tehlikeye atmaktadır.
Ama bir fikir şairi olarak asıl tehlike (ya da şanssızlık) onun içinde bulunduğu kültür ortamından gelmiştir. Tevfik Fikret’in kuşağı ve kendisinden önceki kuşak, yüzlerini bütünüyle Batı edebiyat ve kültürüne çevirdikleri halde, o kültürün doruk yapıtlarıyla tanışamamışlardır. Batı kültürünü inceleme olanaklarını bulamadan o kültürün sözcülüğünü, taşıyıcılığını üstlenmeleri çok yönden eksik bırakmıştır Tanzimatçıları da, Servet-i Fünuncuları da. Sözgelimi 1867’de doğup 1915’te ölen Tevfik Fikret, Batı kültürüyle ilişkilerini geliştirecek bazı olanaklara sahip olduğu halde, aşağıda doğum ve ölüm tarihleriyle birlikte adlarını saydığımız Batılı sanatçı ve düşünürlerinin yapıtlarına yabancıydı: Karl Marx (1854-1883); Freud (1856-1939); Mallarmé (1842-1898); Baudelaire (1821-1867); Rimbaud (1854-1891); Lautréamont (1846-1870); Nietzsche (1844-1900); Schopenhauer (1788-1860); Balzac (1799-1850); Auguste Comte (1798-1857); Charles Dickens (1812-1870); Dostoyevski (1821-1881); André Gide (1869-1951); Goethe (1749-1832); Kant (1724-1804). Bu düşünür ve sanatçıların çoğu Tevfik Fikret’in yaşadığı dönemde Batı’da iyice ünlenmiş kişiler olup çoğu da onun çağdaşı, hatta yaşıtıdır. Galatasaray’ı bitirdiği yıl, Kapital yayımlanalı on sekiz, Les Fleurs du Mal yayımlanalı yirmi sekiz yıl olmuştu. İkinci Enternasyonel toplanırken otuz yedi yaşındaydı. Ama Batı dünyasında düşünce planında meydana gelen büyük değişimden kulaktan dolma olarak da bir bilgisi yoktu Tevfik Fikret’in. Buna karşılık Batı kültürünü kökten besleyen temel düşünceden, bu düşünceyi hazırlayan yapıtlardan haberi var mıydı acaba? Hayır. Klasik yapıtlarla da bir ilişki kuramamıştı. Bütün arkadaşları gibi, ağabeyleri gibi, Batı kültürünün magazin yönü ya da belirtileriyle beslenmişti hep. Bu yüzden sağlam bir çıkış noktası da yoktu. Gerçi Saray’ın bağnaz tutumu, düşünce ortamındaki yetersizlik ve elverişsizlik sağlam bir çıkış noktasını engellemekteydi, ama hiç değilse Tanzimat ve hele Servet-i Fünun yazarlarının Batı’dan daha iyi örnekler seçmeleri beklenebilirdi.
Oysa Tanzimat ve Servet-i Fünun döneminde Batı kültür ve edebiyatını birer havari tutkusuyla taşımak isteyen şair ve yazarlarımızın daha çok Batı’nın üçüncü, dördüncü sınıf yazarlarına, raslansal bir şekilde, bağlandıklarını görüyoruz. Temel yapıtlar ve Batı düşüncesindeki büyük değişimi hazırlayan yazarlar bir köşede bırakılarak, ya da onlarla hiç tanışılmayarak, bazı körfez yazarlar seçilmiştir. Tanzimat döneminde dilimize çevrilen yazarların adları bu konuda yeterince bir aydınlık sağlar: Fenelon, Daniel Defoe, A. Dumas Pére, A. Dumas Fils, Bernardin de Saint-Pierre, Silvio Pellico, Paul de Cock, Abbé Prévost. Tevfik Fikret de bu arada üçüncü sınıf bir Fransız şairini, François Coppée’yi usta bellemişti kendine.
Tevfik Fikret gericilere karşı, istibdada karşı direndiği için şair olarak büyümsenmiştir. Kendisine büyük şair denmiştir. Kısacası, şiirindeki siyasal tavır, ömrü boyunca ve öldükten sonra bir rant sağlamıştır ona. Oysa bu siyasal tavrın altında devrimci bir ağıntı yoktur. Siyasal olmayan şiirlerinde ise yer yer Cenap Şahabettin’in etkisi altındadır. Ve Cenap gibi şiirsel bir araştırma çabası yoktur. Ateist tavrını geliştirirken Humor’a hiç önem vermemiştir. Dünyada Ateist olup da Humor’u bulunmayan tek adam belki de Tevfik Fikret’tir. Bizce büyük sanatçı sadece kendi çağına değil, kendinden sonraki çağlara da tazeliğini yitirmemiş değerler taşıyan adamdır. Ve, bakıyoruz, Tevfik Fikret’ten günümüze pek bir şey kalmamış. Oysa Tevfik Fikret’ten yüzyıllarca önce yaşamış Yunus Emre, Fuzuli gibi şairler bugün de büyüktürler; ondan on yedişer yaş küçük Yahya Kemal ve Ahmet Haşim, otuz beş yaş küçük Nâzım Hikmet, büyüktürler. Fikret’in yanlışlığı birçok nedene bağlanabilir. Bu arada özellikle iki nedene parmak basmak lazım. Birincisi dil sorunu. Dil, şairin en büyük seçme’sidir. Dili seçerken şiirini de seçer şair. Bazı yazarlar gibi Fikret’i incelerken “Ne yazık ki dil…” demeyeceğiz. Suçlayacağız. İkinci neden, Tevfik Fikret’in köksüzlüğüdür. Türk şiiri geleneğini reddederken, Batı şiiri geleneğinin gerektirdiği ölçülerden ve kültürden de yoksundu o. Bir başına varolacak güçte ise hiç değildi. Özellikle onun şiiri bir başına yaratılacak bir şiir değildi. Bu yüzden ilkel kalmış bir şiirdir onunki. Topal bir şiirdir. Kıpırtısız, donmuş… Zaman geçtikçe daha da kıpırtısız, daha da donmuş olacaktır.
Tevfik Fikret, siyasal eylemi dolayısıyla yaşadığı günlerde büyük bir etkinlik ve başarı sağlamıştır. Ancak dikkat edilirse daha çok siyasal bir başarıdır bu. Çünkü aynı başarısını şiirsel planda geliştirmemiş, pekiştirmemiştir. Onun şiirinde bir şiir zincirinden çok bir fikir zincirinin gelişmekte ve dönmekte olduğuna tanık oluyoruz. Siyasal fikrin ayrıntılarını bulmuş, ama şiirsel ayrıntıyı yakalayamamıştır. Fikir ayrıntılarıdır ondaki ayrıntılar. Hayattan değil, fikirden yapmıştır çıkışını. Hayat, saydamlaşıp kalır şiirde, fikir ise şiirsel olanın içinde erimedikçe, onunla beslenmedikçe, pörsür, kurur bir süre sonra. Bu gerçeği fark edememişti o. Zamanaşımına uğraması bundandır.
Servet-i Fünun şiiri deyince ilk ad olarak akla Tevfik Fikret gelir. Cenap Şahabettin dışında kalan Servet-i Fünun şairlerinin kişilikleri ise daha çok Tevfik Fikret’e öykünme farklarında belirmektedir. Tevfik Fikret’in çağındaki etkisi bununla da kalmamış, geriye doğru yansıyarak, o sıralarda şiirsel eylemi bulunan ve üstat sayılan bazı Tanzimat şairlerine de sıçramıştır. Sözgelimi Recaizade Ekrem’e. Şiirde yavan olduğunu söylediğimiz Tevfik Fikret’in bu büyük etki gücünü nasıl açıklayacağız? Bizce bunun nedeni şudur: Fikret’in etkisine giriveren öbür Servet-i Fünun şairleri çok zayıf kimselerdi; şiirle ilişkileri ufak ruhsal hovardalıklardan, seyrek kaçamaklardan ibaretti, hiçbiri bıyığa gösterdiği özeni şiire göstermemiş, ya da hepsi şiire nihayet bıyığına gösterdiği kadar bir özen göstermişti. Bunca ilgisiz, bunca zayıf bir çevrede insan kolayca yitip gidebilirdi de. Fikret bu çevrenin kendisi hakkındaki yorumuna inanmak yanlışını yaptı. Bir şair değil, bir aktüalite, bir öğretmen, bir ihtifal oldu. Ve bir aktüalite, bir öğretmen, bir ihtifal olarak kaldı. Bugün bir malzeme bile değil. Bir ibret belki. Tabii şairler ve şiirin soluğunu canında duymak isteyenler için.
Abes-muktebes tartışmasından doğmuştu Servet-i Fünun.
Muktebes’i başarmaya çalışırken abes oldu.
CEMAL SÜREYA
On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları
Yapı Kredi Yayınları