Tolstoy: “Felsefe üzerinde on cilt kitap yazmak, bir tek ilkeyi uygulamaktan daha kolaydır.”

TolstoyFİKİRLERİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN YAPTIĞI SAVAŞ
-Felsefe üzerinde on cilt kitap yazmak, bir tek ilkeyi uygulamaktan daha kolaydır.- (Tolstoy, Günlüğünden, 1847)

Tolstoy’un bu dönemde hiç durmadan gözden geçirdiği İncil’de, şu peygamberce cümleyi heyecan duymadan okuması mümkün değildi:

-Rüzgar eken, fırtına biçer-; çünkü şimdi kendi hayatında onu böyle bir kader bekliyordu. Bir insanın, dahası güçlü bir ruhun, kendi içindeki endişeyi dünyaya yayması hiçbir zaman cezasız kalamazdı: İsyanı, binbir şekilde, geri teperek dönüp kendi göğsüne çarpacaktı. Bugün, tartışmalar çoktan sıcaklığını yitirmiş olduğu için, ilk çağrısından başlayarak, Tolstoy’un mesajının Rusya’da, hatta bütün dünyada nasıl bir bağnazca umut yarattığını kestirmemiz mümkün değildir: Şüphesiz ruhların bir isyanıydı bu, bütün bir milletin bilincinin güçlü bir uyanışıydı. Böyle bir etkiden ürken hükümetin Tolstoy’un tartışmalı yazılarını hemen yasaklaması boşunaydı; bu yazılar daktiloda çıkarılmış kopyalar halinde elden ele dolaşıyordu; dışarıda yapılan basımlar sayesinde kaçak olarak yurda sokuluyordu ve Tolstoy yerleşmiş düzenin unsurlarına, Devlete, çara ve Kiliseye pervasız bir şekilde saldırdıkça, insan kardeşlerine, ateşli bir şekilde, daha iyi bir sosyal düzen kurmak istedikçe, her türlü kurtuluş mesajına açık olan insanlığın kalbi büyük bir heyecanla ona doğru dönüyordu. Çünkü demiryollarına ve telgrafa rağmen, mikroskopa ve tekniğin bütün sihirli buluşlarına rağmen, manevi dünyamız, insanlığı daha yüksek bir ahlaki düzeye ulaştıracak bir kurtarıcının bekleyişi içindedir hala, tıpkı İsa’nın, Muhammet’in ve Buda’nın zamanında olduğu gibi: Bir öndere ve bir eğiticiye doğru hiç durmadan yenilenen bir özlem, mucizelere karşı sonsuz bir susuzluk duyan kütlelerin ruhunda, sürekli olarak titreşir ve yaşamaya devam eder. Bunun için, bir insan, tek bir kişi, birtakım vaatlerde bulunarak insanlığa seslendiği zaman, bu inanç susuzluğunun duyarlı sinirine dokunmuş olur ve ayağa kalkma cesaretini göstererek her türlü sorumluluktan daha ağır olan şu sözü söylemeye cüret eden, -Ben, gerçeği biliyorum- diyebilen biri, her zaman, kendini feda etmeye hazır sonsuz bir yedek kuvvet bulur karşısında.

Böylece, Tolstoy, bir havari gibi mesajını bildirdiği anda, bütün Rusya’da manevi bir güçle dolu milyonlarca bakış, yüzyılın sonunda, ona doğru çevrildi. Bizim için uzun zamandan beri yalnızca bir psikolojik belge olan İtiraf, sanki Cebrail’in İsa’nın doğacağını Meryem’e müjdelemesine benzeyen bir habermiş gibi, inançlı gençliğin başını döndürdü. Büyük bir sevinçle, işte en sonunda güçlü ve hür bir adam, dahası, Rusya’nın en büyük şairi, şimdiye kadar yalnızca her şeyden yoksun olanların şikayet ettiği, yalnızca yarı-kölelerin gizlice mırıldandığı şeyi, açıkça ve yasal bir hak olarak istiyor, diye haykırdılar: Yani, dünyanın bugünkü düzeni haksızlıktır, ahlak-dışıdır, dolayısıyla böyle bir düzen savunulamaz, yeni ve daha iyi bir düzen şekli bulmak gerekir.

Böylece, bütün hoşnutsuz insanlara beklenmedik bir itici-güç verilmiş oldu ve bu da profesyonel lafazanların ağzından değil de, otoritesinden ve dürüstlüğünden kimsenin şüphe etmeye cesaret edemeyeceği, bağımsız ve hiçbir zaman yoldan çıkarılamıyacak bir adamın ağzından çıkan sözlerle gerçekleşti. Bu adamın kendi hayatının örneğiyle, sosyal varlığının her hareketiyle insanlara yol göstermek istediğinden söz ediliyordu: Kont olduğu halde ayrıcalıklarından vazgeçmek istiyor, zengin olduğu halde malını-mülkünü terk etmek istiyor ve bu dünyanın büyükleri arasında en büyüğü o olduğu halde, alçakgönüllülükle, her türlü ayrımı bir yana iterek, beden gücü ile çalışan halk topluluğu içerisinde yer almak istiyor: Yeter ki, şiddete dayanan çarlığın yerine, sevginin tanrısal krallığı sonunda bu dünyaya egemen olabilsin. Bahtsızların ve her şeyden yoksun olanların bu yeni kurtarıcısının mesajı köylülere ve okuma-yazma bilmeyenlere kadar ulaşıyor; ilk müritleri daha şimdiden toplanıyorlar; Tolstoy’cular mezhebi, efendilerinin sözünü yerine getirmeye başlıyor ve onların arkasında da, çoğu zaman hayal kırıklığına uğramış, sayılamıyacak kadar çok bir ezilenler kütlesi, acaba bu samimi adam kendileri için bir umut, bir yardım yolu bulabildi mi diye tetikte bekliyor. Ve böylece, sanki onlara kutsal bir haber vermişçesine, Tolstoy’un karşısında milyonlarca kalp, milyonlarca göz parıldıyor ve artık evrensel bir önem kazanmış olan her hareketini, hayatının her olayını doymak bilmez bir hırsla, dikkatle izliyor. -Çünkü o öğrenmiştir; bize de öğretecektir.-

Ama, tuhaf şey, Tolstoy, milyonlarca ve milyonlarca insanı kendi hayatının izinden beklenmedik ve şaşırtıcı bir şekilde sürüklemekle yüklenmiş olduğu büyük sorumluluğu başlangıçta fark etmemiş görünüyordu. Şüphesiz, böyle bir hayat doktrininin, insan kutsal bir haberci olarak ortaya çıktığı zaman, kağıt üzerinde soğuk harfler halinde kalamıyacağını, başkalarına örnek olacak şekilde, kendi hayatında gerçekleşmesi gerektiğini bilecek kadar keskin-görüşlüydü. Ne var ki (başlangıçta işlediği hata da buydu), sosyal ve ahlaki öğretilerini sathi bir şekilde kendine uygulayarak, bu öğretilerin gerçekleşebilir olduğunu sembolik bir şekilde göstermekle yeterince iş yapmış olduğunu düşünüyordu. Böylece efendi ile hizmetçileri arasında dış görünüş bakımından farklar olmasın diye bir köylü gibi giyiniyor; orak ve sabanla tarlalarda çalışıyor ve kendisinin (Tolstoy’un) tarlada çalışmayı, ekmeğini kazanmak için yapılan kaba ve namuslu işi aşağı bir iş olarak görmediğini objektif bir şekilde kanıtlasın da herkes bunu anlasın ve yaptığı işten utanmasın diye, bu kılıkta, Rjepin’e resmini yaptırıyor: Madem ki Leon Tolstoy, herkesin bildiği gibi, bu şekilde hareket etmeye ihtiyacı olmadığı halde ve dehası dolayısıyla bu gibi yükümlülüklerin büsbütün dışında kalabileceği halde, bu işi yapmayı sevinçle kabul ediyor, o halde kimsenin yaptığı işten utanmasına gerek yok demektir. Ruhunu mülkiyetin -günahı- ile daha fazla kirletmemek için, malını-mülkünü, varını-yoğunu (daha bu dönemde yarım milyon rubleyi aşıyor), karısının ve ailesinin üzerine geçiriyor ve bundan böyle eserlerinin karşılığı olarak ne para alıyor, ne de paranın yerini tutacak herhangi bir şey. Sadaka dağıtıyor, kendisine başvuran en basit, en tanınmamış kimselere zaman ayırıyor: Ya onları evine kabul ediyor, ya da onlara mektup yazıyor; yeryüzündeki her türlü haksızlık ve adaletsizlikle, kardeşçe yardımlarda bulunarak ve sevgi ile uğraşıyor. Ne var ki, çok geçmeden kendisinden daha fazla şey istediklerini kabul etmek zorunda kalıyor; inançlı kişilerden oluşan o büyük kaba kütle –hem de bütün ruhu ile ulaşmak istediği bu -halk- tabakası– yalnızca manevi bir anlam taşıyan bu alçakgönüllülük sembolleriyle yetinmiyor, Leon Tolstoy’dan daha başka şeyler de bekliyor: Her şeyini kaybetmesini ve kendi sefaletini ve felaketini tam olarak paylaşmasını istiyor. Yalnızca din uğruna acı çekenlerdir ki, gerçek inançlara sahip kişiler yaratabilirler ve insanları gerçekten ikna edebllirler (bunun için, her dinin başlangıcında, her zaman, kendini tümüyle feda etmiş bir insan vardır); yalnızca bazı noktalara işaret etmekle ya da bazı vaatlerde bulunmakla yetinen biri bunu başaramaz. Oysa Tolstoy’un, doktrininin uygulanma imkanını arttırabilmek için o zamana kadar yapmış olduğu bütün şey, basit bir alçakgönüllülük davranışından, dini açıdan iyi-niyetli olduğunu gösteren sembolik bir hareketten başka bir şey değildi: Tıpkı, Katolik Kilisesinin Papaya ya da inancı kuvvetli olan hükümdarlara, Kutsal Perşembe günü, yani yılda bir kere, on iki ihtiyarın ayaklarını yıkama zorunluluğunu yüklemesi gibi. Burada, halka anlatılmak ve gösterilmek istenen şey, en basit, en adi işin bile yeryüzünün en büyük kişileri tarafından yapılamıyacak kadar adi ve bayağı olmadığıdır. Ama bu yıllık kefaret hareketiyle, Papa ya da Avusturya imparatoru ve İspanya kralı nasıl güçlerinden birşey kaybetmiyorlar ve hiç de hamamda hizmet eden gençlere benzemiyorlarsa, aynı şekilde büyük yazar Tolstoy da, bir saat kadar kunduracı biri ve kalıpla uğraştı diye kunduracı olamaz; iki saat tarlada çalıştı diye hiç de köylü olmadığı gibi, servetini ailesine devretti diye de gerçek bir dilenci haline gelemez. Tolstoy, önce, doktrininin uygulanabilir olduğunu göstermekten başka bir şey yapmamıştır, ama doktrinini gerçekten yaşamamıştır. Oysa (derin bir içgüdü ile) sembolü yeterli bulmayan ve ancak tam bir fedakarlıkla ikna edilebilen halk, Leon Tolstoy’dan, müritlerinin –her zaman olduğu gibi– efendilerinden çok daha sıkı, daha katı ve harfi harfine uyguladıkları doktrinini, gerçekten uygulamasını beklemişti.

Ziyaretçilerin, kendi isteğiyle fakir olmuş peygambere yaptıkları hac ziyareti sırasında, öteki soylulara ait malikanelerde olduğu gibi, burada da Yasnaya Polyana köylülerinin sefalet içinde süründüklerini, oysa onun, Leon Tolstoy’un, eskisi gibi ziyaretçilerini, büyük bir malikane sahibi olarak Kontlara yaraşan bir evde kabul ettiğini görünce ve böylece onun da -halktan, en gerekli şeylerini türlü hilelerle alan insanların sınıfına- ait olduğunu anlayınca birdenbire hissettikleri hayal kırıklığı buradan ileri gelmektedir. Malını-mülkünü devretmiş olduğunu büyük bir gürültü-patırtı ile ilan etmesi, onlara, gerçek bir vazgeçme gibi gelmiyor, her şeyini terk etmiş olmasını, yoksulluk olarak görmüyorlar; çünkü yazarın eskisi gibi hayatın bütün kolaylıklarından ve rahatlıklarından yararlanmaya devam ettiğini görüyorlar; hatta tarıma ve kunduracılığa ayırdığı saatler de onları tatmin etmiyor. Yaşlı bir köylü -Bu da ne biçim adam, öğütlediği şeyin tam tersini yapıyor- diye öfkeyle homurdanıyor; öğrenciler ve gerçek komünistler, onun davranışı ile doktrini arasındaki bu şüpheli karşıtlık üzerinde daha da sert bir şekilde fikir yürütüyorlar. Tolstoy’un belirsiz tavrının yarattığı hayal kırıklığı, yavaş yavaş teorilerine en çok inanmış taraftarlarını da sarmaya başlıyor. Mektuplar ve sık sık kaba saldırılar, gitgide artan bir şiddetle, ya doktrinini inkar etmeye, ya da yalnızca ara sıra verdiği örneklerle değil, artık harfi harfine uygulamaya çağırıyor onu.

Bütün bu tenkitler ve azarlardan ürken Tolstoy, kendisinin ayaklandırdığı bu isteklerin ne kadar büyük olduğunu sonunda fark ediyor; mesajına canlılık verecek olan şeyin sözler değil yalnızca olgular olduğunu, propaganda için verdiği örneklerle yetinmeyip hayatını büsbütün değiştirmesi gerektiğini anlıyor. Halkın önündeki bir kürsü üzerine –XİX’uncu yüzyılın en yüksek kürsüsü üzerine– çıkıp da kendini yeni çağların habercisi olarak ilan eden biri, şan ve ünün projektörlerinden gelen kuvvetli bir ışıkla aydınlatılmış olan ve milyonlarca çift gözle dikkatle izlenen biri, her türlü özel ve kolay hayattan kesinlikle vazgeçmelidir. Görüşlerini sembollerle açığa vurması yetmez, geçerli bir kanıt olarak kendini tam olarak ve gerçekten feda etmesi gerekir. Böylece Tolstoy, görüşlerini dünyaya ilan ederken aklının ucundan bile geçirmediği kişisel bir yükümlülük altına girdiğini görüyor: -İnsanların size kulak vermesi için, gerçeği, acı çekerek ve hatta ölümle pekiştirmek gerekir.-

Gücüne kuvvetine güvenemeyen, ruhunun en derin katlarına kadar sıkıntıyla dolu olan Tolstoy, ürpererek ve endişeler içerisinde kıvranarak, doktrininin kendisine yüklemiş olduğu haç’ı sırtına vuruyor: Bundan böyle, kayıtsız şartsız bir şekilde, inançlarını hayatının her hareketiyle doğrulamak zorundadır ve artık alaycı ve geveze bir dünyanın ortasında dini inançlarının kutsal bir hizmetkarı olmalıdır.

-Kutsal- bir hizmetkar: Bütün alaylı gülüşlere rağmen kelime söylenmiştir artık. Çünkü, pozitivist olan çağımızda, hiç şüphe yok ki, kutsal kişi önce büsbütün saçma ve imkansızmış gibi gelir; bugüne uymayan, gelip geçmiş Orta Çağa ait bir şeymiş gibi gelir. Şu var ki, her manevi tipin ölümlü olan tarafı, kültürel şekli ve sembolleridir; tip ise, bir kere bu dünyadaki şeyler arasına katıldı mı, Tarih adını verdiğimiz benzerliklerin sonsuz oyunu içerisinde zorunlu ve mantıklı olarak tekrar tekrar sahneye çıkar. Her zaman ve her dönemde insanlar, kutsallığı özlemek zorunda kalacaklardır, çünkü insanlığın din duygusu bu yüce manevi şekle hiç durmadan ihtiyaç duyar ve dolayısıyla onu yaratmaya çalışır; yalnızca maddi kalıbı, insani değişikliklere göre ister istemez değişik olacaktır. Varlığı, manevi bir ateşle kutsallaştırma anlayışımızın, Hıristiyan azizlerinin hayat hikayeleriyle (Lagende Doree) hiçbir ilgisi olmadığı gibi, çöl papazlarının ömrünü bir sütun üzerinde geçirmek, vb. gibi sert ve katı yöntemleriyle de ilgisi yoktur; çünkü kutsal kişi imajını, teologların ruhani meclislerinin ya da papayı seçen kardinaller meclisinin yapmış oldukları tanımlamalardaki bütün unsurlardan uzun zamandan beri sıyırmış bulunuyoruz. Bugün kutsallık, bizim için, yalnızca kahramanlığı, dini bir yaşantı olarak benimsenmiş bir fikir uğruna kendi hayatından tam olarak vazgeçme anlamına gelen bir kahramanlığı ifade eder. Düşünce coşkunluğu, Sils-Maria’nın tanrı-katilinin -dünyayı inkar eden- yalnızlığı ya da Amsterdam’daki elmas yontucusunun dokunaklı tokgözlülüğü, bizim için, kendini kamçılayanlar tarikatından olan bağnaz birinin coşkusundan hiç de aşağı değildir. Hatta, mucizeler alanının ötesinde, yazı makinesi ve elektrik ışığı çağında, ışığa garkolmuş ve kalabalık insan yığınlarının gezip dolaştığı enine-boyuna gelişmiş şehirlerimizde, vicdanın etten ve kemikten bir tanığı olarak, düşünce bakımından kutsal olan birine rastlamak da hala mümkündür; şu var ki, seyrek olarak karşımıza çıkan bu hayran olunacak varlıkları, bu dünyaya ait her türlü düşkünlüğün ötesinde, tanrısal ve yanılmaz yaratıklarmış gibi görmek zorunda değiliz artık; tam tersine, bu yüce -deneyimcileri-, bu cüretli ruhları, aslında, bunalımları ve savaşları içindeyken seviyoruz ve en çok da, yanılmalarına rağmen değil de, yanıldıkları için seviyoruz onları. Çünkü bizim kuşağımız, kutsal kişilerine, bu dünyanın ötesinden gelen, Tanrı tarafından gönderilmiş elçiler olarak değil, insanlar içerisinde bu dünyaya en fazla ait olan kimseler olarak saygı göstermek istiyor.

Bu yüzden, Tolstoy’un, kendi hayatına başkalarına örnek olacak bir biçim vermek için giriştiği korkunç denemede bizi en çok etkileyen şey, onun kararsızlıklarıdır; onun kaçınılmaz başarısızlığı, bize, her türlü kutsallıktan daha çok heyecan veren bir şey olarak görünüyor. Doktrinine hiçbir şekilde inanmasak bile, bu yüzden çektiği acılar, tasarılarının yüceliğine inandırıyor bizi.

Böylece, Tolstoy, vicdanındaki ebedi şekilleri gerçekleştirebilmek için hayatın geçici ve alışılmış şekillerinden vazgeçme gibi kahramanca bir göreve giriştiği anda, hayatı, ister istemez, acı bir görünüm alıyor: Nietzche’nin baş-kaldırması ve çöküşünden beri gördüklerimizin hepsinden daha acıklı bir hale geliyor. Çünkü, aileyi, soyluluğu, mülkiyeti ve çağının yasalarını simgeleyen her şeyden bu derece şiddetli bir şekilde kopma büyük bir yara açılmadan, kendini ve yakınlarını çok acı bir şekilde yaralamadan gerçekleşemezdi. Ama Tolstoy acıdan korkmuyor; tam tersine, gerçek bir Rus olarak, yani her şeyde aşırılığa kaçan bir insan olarak, her türlü acı denemeye kendini isteyerek sunmakla kalmıyor, içtenliğinin somut bir kanıtı olarak gerçek azapların susuzluğunu da duyuyor. Sürdüğü rahat hayattan, uzun zamandır, yorulmuş usanmıştı, yavan aile mutluluğundan, eserlerinin getirdiği şan ve ünden, çağdaşlarının gösterdiği saygıdan tiksinmişti: İçindeki yaratıcı güç, bilinçdışı bir şekilde, daha gergin ve daha değişik bir kaderin özlemini duyuyor artık; insanlığın ilkel güçlerine, yoksulluğa, sefalete ve geçirdiği bunalımdan sonra ilk defa olmak üzere yaratıcı anlamını kavradığı ıstıraba –acı çekmeye–daha çok yaklaşmak istiyor. Alçakgönüllülükle ilgili tasarılarının dürüstlüğünü herkesin önünde kanıtlamak için, ne evi, ne parası, ne de ailesi olan, pis, sefil, hor görülmüş, Devletin zulmettiği, Kilisenin kabul etmediği bir insanın en aşağı düzeydeki hayatını yaşamak istiyor. Kitaplarında en önemli yaşama biçimi, manevi yönden verimli olan biricik yaşama biçimi olarak anlattığı bir hayatı, yani vatanı olmayan, hiçbir şeyi olmayan ve bir sonbahar yaprağı gibi rüzgarın önüne kattığı bir insanın hayatını yaşamak istiyor. Tolstoy (burada büyük bir sanatçı olan Tarihin, yine dahice ve alaycı antitezlerinden birini ortaya attığını görüyoruz) iradesinin olanca gücüyle, Dostoyevski’nin –Tolstoy’un karşı kutbunun–istemeden boyun eğdiği kaderin tıpkısını yaşamak istiyor. Çünkü Dostoyevski, kaderin olanca zalimliğine ve katılığına katlanmak, Tolstoy’un pedagojik bir amaçla, acı çeken biri olmak isteğiyle katlanmayı arzu ettiği her türlü gözle görülebilir acıyı çekmek zorunda kalmıştır. Gerçek bir yoksulluk, insana azap veren, yakıp kavuran ve her türlü sevinci yok eden bir yoksulluk, Dostoyevski için Nessos’un gömleği (Nessos: Yunan Mitolojisine göre, at-adam Nessos, Herakles’in karısı Deianeira’yı kaçırıp tecavüze yeltendiği bir sırada Herakles tarafından atılan zehirli bir okla vurularak öldürülür. Nessos, ölürken, Herakles’ten öcünü alabilmek için, yarasından akan kanı Deianeira’ya vererek onu kandırır: Bu kana bulaşmış bir gömleği Herakles’e giydirdiği takdirde, kocasının aşkına ebediyen sahip olabileceğine inandırır. Bir tören sırasında, Nessos’un kanının bulaştığı gömleği giyen Herakles, zehir vücuduna işledikçe yanmaya, dayanılmaz acılar içerisinde kıvranmaya başlar. Vücuduna yapışmış olan bu gömleği, etlerini parçalayarak çıkarmaya, söküp atmaya çalışırsa da başaramaz. Sonunda, dağlardan kökleriyle birlikte söküp çıkardığı koca çam ağaçlarından oluşturduğu çok büyük bir odun yığınının alevleri arasına atlayarak hayatına son verir. Bilmeyerek kocasının ölümüne sebep olan Deianeira da intihar eder.) olmuştur. Dünyanın bütün ülkelerinde vatansız biri olarak dolaşıp durur, hastalık bedenini kemirir, çarın askerleri onu idam kazığına sürüklerler ve sonra Sibirya’nın zindanlarına atarlar; Tolstoy’un doktrinini kanıtlamak, sosyal idealine ulaşmak için ihtiyaç duyduğu her şey, Dostoyevski’ye bol bol verilmişti; oysa o derece istediği halde bu acı içkinin bir damlası bile bu Yeni Havarinin dudaklarına değmemişti.

Gerçekten de, Tolstoy’un acı çekme isteği hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Alaycı bir kader, her yerde, acıya götüren yolları kesmiştir. Yoksul olmak, servetini insanlığa dağıtmak, bundan böyle eserlerinden ve yazılarından para almamak istiyordu; oysa ailesi buna izin vermiyordu ve kendisi istemese de büyük serveti yakınlarının ellerinde hiç durmadan artıyordu. Yalnızlığı özlüyordu, ama kazanmış olduğu şan ve ün, evini röportajcılar ve meraklı kimselerle dolduruyordu. Hor görülmek isterdi, ama kendini küçültüp alçalttıkça, eserini gözden düşürmeye çalıştıkça ve içtenliğinden şüphe ettikçe, insanlar ona daha çok saygı gösteriyorlardı. Basık tavanlı, isli bir kulübede, kimsenin tanımadığı ve rahatsız etmediği bir köylü olarak yaşamak isterdi veya sokaklarda bir yolcu ve bir dilenci gibi dolaşıp durmak isterdi: Ailesi ona özenle bakıyor ve ona azap verecek şekilde, herkesin önünde, onaylamadığını açıkça bildirdiği tekniğin bütün imkan ve kolaylıklarını, oturduğu odalara varıncaya kadar sokuyordu. Zulüm görmek, hapsedilmek ve kırbaçlanmak isterdi (-hürriyet içerisinde yaşamak benim için çok güç- diye yazmıştı): Yetkililer ona yumuşak davranıyorlar, yalnızca müritlerini kırbaçlatmak ve Sibirya’ya göndermekle yetiniyorlardı.

Bu yüzden sonuna kadar gidiyor ve artık cezalandırılsın, sürülsün, mahkum edilsin, inançlarıyla isyan etmiş olmasının cezasını herkesin önünde çeksin diye çara hakaret ediyor. Ama İİ’inci Nikola, onu şikayet eden bakana şöyle cevap veriyor: -Lütfen Leon Tolstoy’a dokunmayın; onu bir kurban haline getirmek istemiyorum-. Oysa Tolstoy’un istediği buydu. Doktrininin ciddiliğini ve içtenliğini insanların önünde kanıtlayabilmek için son yıllarında hep -kurban- olmak, acı çeken bir din kurbanı olmak istemişti, ama Kader bunu engellemişti: Öyle ki, acı çekmek için büyük bir susuzluk duyan bu adamın başına herhangi bir felaket gelmesin diye bazı haince önlemler almaya kadar vardırmıştı işi. Hücresinin kauçukla kaplı duvarlarına büyük bir öfkeyle kendini çarpıp duran bir çılgın gibi, Tolstoy, şan ve ününün gözle görülmeyen hapishanesi içerisinde çırpınıp duruyor; kendi isminin içine tükürüyor, Devleti, Kiliseyi ve bütün güçleri kışkırtacak korkunç hareketler yapıyor, ama onu terbiyeli bir şekilde, şapkaları ellerinde dinliyorlar, ona zararsız ve soylu bir deli imiş gibi davranıyorlar. Apaçık bir eylemde bulunmayı, kesin bir kanıt vermeyi, göze çarpan bir kurban olmayı hiçbir zaman başaramıyor. Samimi olma, içten olma isteğiyle gerçek arasına, kaderin bütün darbelerini yumuşatsın diye ve onun acı çekmesini engellemek için, Şeytan, Tolstoy’un şan ve ününü yerleştirmişti sanki.

Peki ama nasıl oluyor da –diye soruyor müritleri güvensizlikle ve karşıtları alaylı bir ifadeyle– nasıl oluyor da Leon Tolstoy, bu üzücü çelişmeye kararlı bir şekilde son vermiyor? Röportajcıları ve fotoğrafçıları neden kovmuyor evinden? Eserlerinin ailesi tarafından satılmasına niçin göz yumuyor? Kendi iradesini yerine getireceğine, neden hep çevresindekilerin isteklerine göre hareket ediyor? Oysa onlar, Tolstoy’un öğretilerini hiçe sayarak, zenginlik ve konforun dünyanın en büyük nimetleri olduğunu kesinlikle ilan ediyorlar. Sözün kısası, açıkça ve hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde niçin vicdanının emirlerine göre hareket etmiyor? Tolstoy, insanların kendisine sorduğu bu korkunç soruya hiçbir zaman cevap vermemiş ve hiçbir zaman kendini bağışlatacak bir özür bulmaya da kalkmamıştır; tersine, doktrini ile hayatı arasındaki göze çarpan çelişmeyi tenkit edenlerden hiçbiri, bu konuda Tolstoy’un kendisi kadar katı davranmamıştır. 1908’de Günlüğüne şöyle yazıyor: -Benim hakkımda sanki bir başkasından söz ediyorlarmış gibi şöyle dendiğini işitseydim: Lüks içinde yaşayan, köylülerden elinden geldiği kadar çok şey alan, onları hapse attıran ve aynı zamanda Hıristiyanlığı öğreten ve öğütleyen, beş kopek’lik sadakalar dağıtan ve bayağı bir harekette bulunduğu zaman her seferinde karısının arkasına saklanan bir adamdır, dendiğini duysaydım, böyle bir adamı, en ufak bir vicdan rahatsızlığı duymadan, aşağılık biri olarak nitelerdim. Ve işte bana da böyle demeliler ki, kendimi bu dünyanın boş şeylerinden kurtarabileyim ve yalnızca ruhun hayatını yaşayabileyim-. İsteği ile davranışı arasındaki çelişme konusunda kimsenin Tolstoy’u aydınlatmasına gerek yoktu: Bu çelişme hiç durmadan, her gün ruhunu yaralıyordu. Günlüğünde, şu soru kor haline gelmiş kızgın bir demir çubuk gibi vicdanına saplandığı zaman, -Söyle, Leon Tolstoy, doktrininin ilkelerine göre mi yaşıyorsun? diye sorduğu zaman öfke ve umutsuzluk içerisinde şöyle cevap veriyor: -Hayır, utançtan ölüyorum, suçluyum ve hor görülmeyi hak ettim-.

Herkesin önünde inancını açıkça itiraf ettikten sonra, ahlaki ve mantıki bakımdan, onun için mümkün olan tek bir yaşama biçimi olduğunu çok iyi biliyordu: Evini terk etmek, soyluluk ünvanından vazgeçmek, sanatını bırakmak ve -Rusya’nın yollarına düşüp bir gezgin gibi dolaşıp durmak-. Ama o, bir havari olarak bu son kararı vermeyi hiçbir zaman başaramadı, oysa son derece gerekliydi, çünkü akla uygun tek karar buydu. Ne var ki, Tolstoy’un zayıflığının bu sırrı, ilkelerini koyduğu radikalizmi kendi hayatında gerçekleştirmeyi başaramayışı, bence onun en güzel tarafıdır. Çünkü kusursuzluk ancak insani olan şeyleri aştığımız zaman mümkündür: Kutsal bir kişi, hatta yumuşaklığı öğütleyen bir havari, katı olabilmelidir; kutsallığa ulaşabilmek için babasını ve anasını, eşini ve çocuklarını kayıtsız bir şekilde terk etmeyi, nerdeyse insan-üstü ve insanlık-dışı olan böyle bir şeyi müritlerinden isteyebilmelidir; kusursuz ve tutarlı bir hayat ancak yapayalnız bir insanın çıplak mekanı içerisinde gerçekleşebilir, hiçbir zaman başkalarıyla ilişki ve bağlantı kurarak değil. Bunun içindir ki, bütün çağlarda, kutsal kişinin tuttuğu yol, kendisine uygun biricik ev ve biricik ocak olarak onu çöle götürmüştür. Öyle ki, Tolstoy da eğer doktrininin aşırı sonuçlarını kendi hareketleriyle gerçekleştirmek istiyorsa, yalnızca Devletin ve Kilisenin bağlarından değil, daha dar, daha sıcak, insanı daha sıkı bir şekilde kavrayan aile bağlarından da kurtulmuş olmalıydı; ama buna erişebilmek için, otuz yıl boyunca, gereken gücü bulamadı kendinde. İki defa evden kaçtı ve her ikisinde de geri döndü, çünkü allak bullak olan karısının intihar edebileceği düşüncesi, onun bütün gücünü felce uğratıyordu; soyut fiklrleri uğruna bir tek insani varlığı bile feda etmeye karar veremiyordu (manevi hatası ve ahlaki güzelliği de buradan ileri geliyor). Çocuklarıyla bozuşmaktansa ve karısını ölüme itmektense, sadece maddi dünyaya bağlı bir topluluğun ezici damı altında inleyerek kalmayı ve buna katlanmayı tercih ediyordu; umutsuzca savaşıyor, ama birtakım şiddetli hareketlerle ailesini yaralamayacak kadar insanca bir davranışla, bazı önemli sorunlarda, mesela vasiyetname ya da kitaplarının satışı ile ilgili sorunlarda, her zaman boyun eğiyor ve başkalarına acı vermektense kendisi acı çekmeyi tercih ediyordu. Kaya gibi sert bir kutsal kişi olmaktansa, acı çeken kusurlu bir insan olarak kalmakla yetiniyordu.

Böylece, halkın gözünde, ılımlı ve içtenlikten yoksun bir insan olmasının kusuru ona, yalnızca ona aitti ve bu yüzden onu ayıplıyorlardı. Bundan böyle her çocuğun onunla alay etmeye hakkı olduğunu, her dürüst insanın ondan şüphelenmeye ve müritlerinden her birinin onu yargılamaya hakkı olduğunu biliyordu; bütün bu karanlık yıllar boyunca Tolstoy’un sabrının büyüklüğü, kendisini samimiyetsizlikle suçladıkları zaman, hiçbir şey söylemeden, herhangi bir özür bulmaya çalışmadan, sımsıkı kapalı, gergin bir ağızla, bütün suçlamaları kabullenmiş olmasından kaynaklanır. 1898’de Günlüğüne heyecanla şöyle yazıyor: -İçinde bulunduğum durum belki de insanlara sahteymiş gibi görünüyor, belki de böyle olması zorunludur.- Ve yavaş yavaş, geçirdiği acı denemenin özel anlamını kavramaya başlıyor: Yani, zafer kazanmadan acı çekmiş olmasının, kendini savunmadan ve özür bulmaya çalışmadan haksızlığa katlanmış olmasının, yıllar boyu kaderinden istemiş olduğu gibi halkın önünde acı çeken biri olmaktan daha önemli ve çok daha fazla acı veren bir davranış olduğunu anlamaya başlıyor. -Çoğu zaman acı çekmeyi ve acımasızca davranışlara katlanmayı istedim, ama bu benim o zamanlar gevşek ve tembel olduğumu, kendim gayret gösterecek yerde başkasını çalıştırmak istediğimi, yani sadece kendi başıma acı çekecekken, başkasının bana eziyet etmesini beklediğimi gösterir-, diye yazıyor. İnsanların en sabırsızı olan bu adam, bir sıçrayışta seve seve kendini en büyük acıların ortasına atabilecekken, bir odun yığınının üzerinde kendini nerdeyse zevkle yaktıracakken, kendisi için çok daha zor bir deneyden geçmesi gerektiğini biliyor: Küllenmiş bir ateşin üstünde yavaş yavaş yanma, onu tanımayanların kendisini hor görmelerine ve işin aslını bilen vicdanının ebedi huzursuzluğuna katlanma.

Başkalarına örnek olacak bir hayat sürmekten başka bir amacı olmayan yüce görevini yerine getirmesine imkan olmadığını, kutsal ve ilkelerine uygun bir hayat yaşamaktan başka bir şey olmayan en gizli isteğini gerçekleştiremeyeceğini hiç durmadan anlamak zorunda kalıyor; bütün bir insanlıktan istediği şeyi, kendi hayatında gerçekleştirme gücünü bulamadığını sonsuz bir utançla itiraf etmek zorunda kalıyor. Onu kemiren bu gizli ıstırap, Tolstoy’a, son yıllarında, her türlü dış kahramanlıktan, yaşama biçiminde gerçekleşmesi gereken doktrinine tutarlı bir şekilde ve harfi harfine sadık kalmaktan çok daha fazla acı vermiştir. Kendisi için bütün bunlardan daha acımasız olan şey ise, Tolstoy’un, kendi benliğini amansız bir şekilde keşfeden bu dehanın, kendi isteğinin samimiliğinden şüphe etmiş olmasıdır. Karşıtlarının bazen gizlice mırıldandıkları şeyi, yani dünyanın kurtarıcısı ve insanlığın havarisi olma gibi acıklı bir rolü, dürüst bir ruhla değil de, kendi benliğini hoşnut etmek için kendine karşı rol yaparak, yalnızca boş-gururunu ve böbürlenme duygusunu tatmin etmek için benimsemiş olduğu şüphesini, bu korkunç şüpheyi, Tolstoy, yalnız başına olduğu bir sırada manevi hayatını gözden geçirirken acımasız bir şekilde dile getirmiştir. Büyük bir içtenliğe ulaşabilmek için Tolstoy’un kendi vicdanına ne derece eziyet ettiğini bilmek isteyenler, Tolstoy öldükten sonra kağıtları arasında bulunan ve Peder Serge başlığı altında çıkan hikayesini okumalıdırlar. St. Tharese nasıl, gördüğü hayallerden ürkerek, günah çıkardığı papaza, endişeyle, bu hayallerin kendisine Tanrı tarafından mı, yoksa belki de gururunu sınamak için; Tanrının karşıtı olan Şeytan tarafından mı gönderildiğini sorduysa, Tolstoy da, bu hikayede, doktrininin ve insanların karşısındaki davranışının gerçekten tanrısal, yani ahlaki ve iyi bir kaynaktan mı geldiğini, yoksa boş-gurur, şan ve ün kazanma tutkusu ve başkaları tarafından övülme arzusu gibi şeytanca bir duygunun eseri mi olduğunu soruyor kendine. Bu kutsal kişide, Tolstoy, saydam bir örtüye bürünmüş olarak kendisini, Yasnaya Polyana’daki kendi durumunu anlatıyor: Kendisinin yanına nasıl inananlar, meraklılar, ona hayran olan gezginler geliyorsa, mucizeler yaratan bu keşişin yanına da hayranları ve tövbekarlar geliyor. Ama vicdan bakımından, Tolstoy’un bir kopyası olan bu adam da, tıpkı onun gibi, müritlerinin yarattığı gürültünün ortasında, herkesin kutsal bir kişi olarak saygı gösterdiği kendisi gibi birinin gerçekten kutsal bir kişinin kalbine sahip olup olmadığını soruyor kendine. Şöyle soruyor: -Yaptığım şeylerin ne kadarını Tanrı sevgisi için yaptım ve ne kadarını yalnızca insanların sevgisi uğruna yaptım?-Ve Tolstoy, Peder Serge’nin ağzından, acı acı şöyle cevap veriyor: -Ruhunun derinliklerinde, Şeytanın, Tanrıya doğru yönelmiş çabalarının yerine yalnızca insanlar arasında şan ve ün kazanma isteği gibi başka bir itici-güç koyduğunu hissediyordu; bunu hissediyordu, çünkü eskiden, yalnızlığında, kimse onu rahatsız etmediği zamanlar nasıl mutlu oluyorduysa, şimdi bu yalnızlık onun için bir azap halini almıştı. Ziyaretçilerin kendini rahatsız ettiklerini, yorulduğunu hissediyordu, ama her şeye rağmen, kalbinin en derin köşelerinde, onu bol bol övdüklerini işitmek hoşuna gidiyordu. Kendini manevi yönden güçlendirmesi ve dua etmesi için gittikçe daha az zamanı kalıyordu; kendini bir kaynağın, küçük ama canlı bir su kaynağının fışkırdığı bir yere benzetiyordu: Bu su kendi göğsünden çıkıyor ve onun içinden dışarıya doğru akıyordu; ama şimdi su artık birikemiyordu, çünkü yoldan gelip geçen susamış kimseler itişip kakışarak onun yanına koşuyorlardı; her şeyi ayaklarıyla çiğniyorlardı, bu yüzden artık çamurdan başka bir şey kalmamıştı… Şimdi içinde artık ne sevgi vardı, ne alçakgönüllülük, ne de saflık ve temizlik-.

İşte kendisine karşı gösterdiği böyle bir kararlılık ve sertlikle, Tolstoy, kutsal bir kişi –bir aziz– olarak görülebileceğine inanmak istemiyordu: Kendini ancak, arayan, el yordamıyla ilerlemeye çalışan biri, kusurlar içerisinde ve büyük bir güçlükle Tanrıya doğru gitmeye çabalayan bir adam olarak görüyordu. Büyük bir endişe içerisinde, kendi benzerinin ağzından şöyle soruyordu kendine: -Peki ama, burada Tanrıya hizmet etmek için duyulan bir istek yok mu?- Ve bu soruya verilen cevabın, acımasız bir kesinlik ve şiddetle, Kutsallığın bütün kapılarını şu gümbürtülü sözlerle kapamasına rağmen, -Evet böyle bir istek vardı, ama şan ve ünle kirlendi ve bozuldu; benim gibi, insanlar arasında şan ve ün kazanmak için yaşamış olan biri için Tanrı yoktur- demesine rağmen, çöken bir maden dehlizinin ucundaki hafif bir ışık gibi, bir umut ışığı hafifçe titreşip durmaktadır: -Ama onu aramak istiyorum-.

-Onu aramak istiyorum.- Bu sözde, Tanrıyı bulmak değil aramak, insanlığın özlemini duyduğu cevabı kesinlikle ve açıkça söylemek değil, hiç kimsenin daha önce yapmadığı şekilde, daha fazla bir dürüstlük ve acımasızlıkla yeni sorular ortaya atmak, yeni problemler koymak için insanlığa yardım etmek isteyen Tolstoy’un ve kaderinin en içten iradesini görüyoruz. Tolstoy kutsal bir kişi, dünyayı kurtaracak bir peygamber olamamıştır, hatta kendi hayatına bile açık ve seçik bir biçim verememiştir: Her zaman, başkaları gibi bir insan olarak kalmıştır, bazı anlarda büyüklük, yücelikle dolu ve bir an sonra bayağı, kendini yalana kaptırmış, zayıflıkları, kusurları ve kararsızlıkları olan, ama her zaman kusurlarını çarçabuk fark eden ve eşi-benzeri olmayan bir tutkuyla kusursuzluğa doğru yürümeye çalışan bir insan olarak…

Kutsal bir kişi değil, ama kutsal bir irade ve istek; tam olarak inanmış biri değil, ama dev gibi bir inanma gücü; sakin, huzurlu ve kusursuzluğu içerisinde düşünceye dalmış tanrısal bir görüntü değil, hiçbir zaman tatmin olmayan, durup dinlenmek nedir bilmeyen, daha saf, daha temiz bir şekle ulaşabilmek için her gün, her saat, sonsuza kadar savaşan bir insanlığın sembolü…

Stefan Zweig

Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar
Tolstoy bölümü
Çevirmen: Ayda Yörükan
Kültür yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir