“Tüm toplumlar hastadır, ancak bazıları daha hastadır.” Robert B. Edgertan

hasta-toplumlarl. BÖLÜM:KAYIP CENNET – İlkel Düzen Efsanesi
Tüm toplumlar hastadır, ancak bazıları daha hastadır. Orwell’in ünlü hayvanların eşitliği nüktesine yapılan bu gönderme, bir toplumun insan sağlığı ve mutluluğunu diğer toplumlara göre daha fazla tehdit eden geleneksel inanç ve uygulamaların varlığına dikkat çekmektedir. Aynı zamanda bu cümle, insan refahını tehdit eden bazı gelenek ve sosyal kurumların tüm toplumlarda var olduğunu göstermektedir.

Yaşadıkları çevreye iyi bir biçimde uyum sağlamış olarak görünen toplumlar bile, refahlarını ya da bazı örneklerde bekalarını dahi gereksiz yere tehlikeye atacak inanç ve uygulamaları sürdürmeye devam etmektedir. Dünya üzerindeki toplumlar örneğin büyü, intikam veya ataerkillik gibi geleneksel uygulamaların çoğundan yararlı bir karşılık bulamadığı gibi çocukların beslenmesi, sağlığı ve eğitimini kapsayan geleneksel uygulamalardan da zarar görmüştür.

Kölelik, çocuk katliamı, insanların kurban edilmesi,
işkence, kadın sünneti, tecavüz, cinayet, kan davası, intihar ve
çevre kirliliği bazen lüzumsuz yere bir toplumun tamamına ya
da bir kısmına zarar vermiş ve bazı koşullar altında sosyal varlı­
ğı tehdit edebilmiştir.

Çocuk istismarı, tehlikede olan çevre, evsizlik, uyuşturucu
tehdidi, AIDS ve çete şiddeti ile alakalı TV programları ve man­
şetler tarafından kuşatılmış Amerikalılar için insanların kendilerine
ve diğerlerine zararlı olabilecek bazı şeyleri yapabileceği
düşüncesi, tartışmalı bir düşünce gibi görünmemektedir. Anoreksiya
Nervoza veya kadına şiddete neden olan inançlar, muhtemelen
zararlı olarak görülmekte ve Yahudi düşmanlığı veya
ataerkillik lehine inançlar ise tehlikeli olarak görülmektedir.
Amerikalılar; ABD’de bulunan çeşitli şehirleri kapsayan “nispi
yaşam kalitesi” anket sonuçlarının, yabancı şehirler ve ülkeler
için de geçerli olacağı fikrine inanmaktadır. Kamboçya’daki
Kızıl Kmerlerin , Irak’ın ya da Hitler Almanya’sının siyasal sisteminin;
Norveç, Japonya veya İsviçre’deki kadar iyi olduğu
fikrinden birçok kişi kesinlikle rahatsız olur. Hatta bu kişiler,
toplumların kendi uygulamalarını değerlendirmesi hariç olmak
üzere, bir toplumun soykırım, işkence ya da insanların kurban
edilmesi uygulamalarını değerlendirmenin bilimsel bir temelinin
olmadığı iddiasına muhtemelen tepki gösterecektir. Bu durum,
zaten güçlü ve geniş bir biçimde kabul edilen kültürel görelilik
ilkesinin iddia ettiği şeydir.

Gelelim “İlkel” toplumların, modem dünyadaki toplumlardan
çok daha fazla uyum içerisinde olduğu inanışına. Yoksulluk,
korku, yalnızlık, elem, hastalık ve erken ölümlerin Amerika’nın
şehirlerindeki varoşlarına ve evsiz insanlarına, Güney Afrika’nın
zenci kasabalarına, Sudan’ın açlıkla boğuşan köylerine, Brezilya’nın
kenar mahallelerine ve Orta Amerika ya da Orta Do­-
ğu’nun savaştan tahrip olmuş topraklarına özgü olduğunu biliyoruz.
İnsanların, devlet tarafından görmezlikten gelinme, ırkçılık,
rüşvet, etnik, dinsel ve siyasal çekişme, ekonomik istismar, sosyal,
kültürel ve çevresel baskıların diğer türleri arasında bahtsız
birer kurban olduğunu da bilmekteyiz. Bununla birlikte, birçok
ünlü akademisyen bu türden bir ızdırabın insan doğasına uygun
olmadığına, birçok küçük toplumun bugün de sürdürdüğü gibi
daha küçük ve homojen “halk” toplumlarında yaşayan insanların
tarih boyunca daha güzel bir uyum ve mutluluk içinde yaşadığı­
na inanmaktadır. İlkel toplumların modem toplumlara göre daha
uyumlu, zalimlerin birer soylu ve hayatın bugüne göre geçmişte
daha cennetvari olması durumları popüler kültürümüze ait sadece
roman ve filmlere (son dönemlerde beğeni toplayan Kurtlarla
Dans filmi hemen akıllara gelmektedir) yansıtılmadı, aynı zamanda
akademik söylemlerde de derin bir biçimde aşılandı.

Tarihi yeniden inşa etmenin “kayıp topluluk:’ yolu, modem
dünyanın keyifsizliği ve kargaşasının insan doğasında olmadığı
romantik inanışında yatmaktadır. Buna karşılık ıztırabın; her
yere yayılmış sosyal düzensizliğin, başta ulus devletlere ve diğer
geniş toplumlara baş belası olan çıkar mücadelesinin, bölücü
etnik ya da dinsel ayrımcılığın ve sınıf çatışmasının ürünü oldu­
ğu düşünülmektedir. Diğer yandan daha küçük ve basit toplumlar,
yakın ve düzenli çevrelerinin talebine istinaden kültürlerini
geliştirdiklerinden dolayı yaşam stilleri nüfusları açısından daha
büyük uyum ve mutluluk üretmiştir. Örneğin Robin Fox, erken
yontma taş devri avlanma ortamını canlı bir biçimde şöyle tanımladı;
” … Bir tür olarak zekamız, hayal gücümüz, zorbalığı­
mız (böylece zorba hayal gücümüz), sebebimiz ve tutkularımızı
kapsayan evrimleşmiş özelliklerimizin uyumu vardı; kaybettiğimiz
bir uyum.”1 Eğer küçük bir toplumda uyum eksikliği bulunuyorsa,
birçok sosyal bilimci bunu başta kentleşme olmak üzere
kültürel bağların çözülmesi nedenine bağlamaktadır. Tıpkı kültü­
rel görelilik gibi bu fikir, Batı düşüncesine yüzyıllardır derinlemesine
gömülmüştür ve bugün akademik düşüncede de sürdürülmektedir.

Robert Redfıeld meşhur şehir halkı tipolojisini l 947’de yayınladığında,
antropolojinin prestijini zaten var olan çok eski bir
payeye getirmekten biraz fazlasını yaptı. 3 Şehirlerin suç, düzensizlik
ve her türden insani sıkıntılar ile karakterize edildiği ve
küçük, izole ve homojen halk toplumlarının uyum içerisinde ol-
duğu görüşü Aristofanes, Tacitus ve Eski Ahit’e kadar uzanmaktadır.
Bu görüşe yeni şöhreti l 9. Yüzyılda W.H. Morgan, Ferdinand
Tönnies, Henry Maine, Fustel de Coulanges, Emile Durkhaim,
Max W eber ve özellikle Komünist Manifestosu ile Kari
Marx gibi etkili bazı figürler tarafından kazandırıldı. Onların ve
diğerlerinin yazılan, halk toplumunu zaman içerisinde şekillendiren
duygusal ve ahlaki bağlılık, samimiyet, sosyal bütünlük,
süreklilik gibi olguların, sosyal düzensizlikten ve kişisel hastalıklardan
kaynaklanan değişimin hüküm sürdüğü şehir hayatına
geçerken kaybolduğu yönünde bir mutabakata yol açtı. Halk
“topluluğu” ile kent “toplumu” arasındaki zıtlık yirminci yüzyılda
sosyal bilimlerin en temel fikirlerinden biri haline geldi. Bü­
yük şehir toplumlarının, halk toplumlarının karakteristiği olduğu
düşünülen uyum içindeki toplum bilincini kaybettiği görüşü,
sosyal bilimciler, siyaset bilimciler, sosyologlar, psikiyatristler,
ilahiyatçılar, roman yazarları, şairler ve eğitimli halkın geneli
arasında yayıldı. Kirkpatrick Sale yakın zamandaki kitabı
“Cennetin Fethi’ne” (Amerika yerlilerinin Avrupalılar tarafından
yenilmesi hakkında) olan eleştirilere, Avrupa kültürü ile kıyaslandığında
fethedilmeden önceki Amerika’nın “ilkel toplulukların”
“daha uyumlu, barışçıl, şefkatli ve rahat” olduğunu ısrarlı
biçimde ifade ederek cevap verdi.4

Halk uyumu ile şehirli çatışması arasındaki zıtlığın kökleri
evrimsel varsayımdan gelmektedir, şöyle ki; Amerika yerlileri
gibi halk toplumlarında bulunan insanlar uyumlu yaşam biçimine
ulaşmayı başarırken, aynı zamanda çevrelerini yok etmeden
ve zarar vermeden adapte olmasına yardımcı olan geleneksel
inanç ve uygulamaları da geliştirmişlerdi. Jean Jacques Rousseau
Asil Vahşi düşüncesini ortak dilimizin parçası yapmıştır ve
bir şekilde de birçok çağdaş akademisyen bu görüşü halen sürdürmektedir.
Birçok modem toplumun baş belası olan sosyal
patolojiyi ispatlayan kanıtlar elimizde yeterince mevcut olması­
na rağmen, ilkel düzene ilişkin güvenilir kanıtların mevcudiyeti
çok daha azdır. Bu kanıtların neye benzediğine bakmadan önce,
nasıl ortaya çıktığını durup düşünmeliyiz.

Halk toplumlarındaki -devlet, endüstrileşme ve ekonomik
sisteme geçmeden önce tüm dünya üzerinde var olmuş küçük,
geleneksel, genellikle karmaşık olmayan toplumlar- yaşama dair
bilgiler, antropologların ilk çalışmaları neticesinde elde edilmiş­
tir. Halk toplumlarına ilişkin bazı faydalı raporlar kaşifler, tüccarlar,
misyonerler, askerler ve hatta maceraperestler tarafından
elde edilmiştir ancak bu raporların birçoğu son derece yanlış
hatta fantastik olmuştur. Bazı romantik halk toplumları, ilkel
Arcadia (Arkadya) hakkında Rousseau’cu yanılsamaların ortaya
çıkması ile sonuçlanacak kadar saldırganca negatif, bazıları ise
kabile insanlarının insanlıktan nasibini almamış yaratıklar olarak
karikatürize edecek kadar korkunç derecede negatif olmuşlardır.
İnsanlar genellikle maymun ya da canavar olarak resim edilmiş
ve Rousseau da ünlü Asil Vahşi betimlemesini bir orangutanın
tasvirine dayandırmıştı. 5 Yerel dilleri öğrenmiş ve sermayesi
yaşadıktan toplum dışındaki diğer toplumların yaşamlarına katılmak,
onları gözlemlemek ve onlarla mülakat yapmak olan bay
ve bayan antropologlar, genellikle küçük ölçekli toplumların en
doğru tanımlarını yapmıştır. Herkes Margaret Mead’ı duymuştur
fakat O Samoa’ya, Yeni Gine’ye ya da Bali’ye gitmeden önce,
yüzlerce antropolog kabile halkını zaten tanımlamıştı ve sonrasında
binlercesi daha bu tanımı takip etti. Halk toplumları hakkında
bildiklerimizin büyük kısmını bu antropologların etnografık
ifadeleri sağlamaktadır.

Elimizdeki bu bilgiler, 1 9. Yüzyılın sonları ve 20. Yüzyıl boyunca
küçük ölçekli toplumlar tarafından yaşanmış hayatlar hakkındaki
mevcut en iyi bilgiler olmasına rağmen, bu bilgiler ne
her şeyi içerecek şekilde tam ne de tamamıyla doğrudur. Bir antropolog
normalde küçük bir toplumda bir (veya iki ya da üç)
yıllık bir zamanını geçirerek, topluma dair bilgilerin yalnızca bir
kısmını öğrenebilmekte ve profesyonel kariyeri süresince de sadece
bir kısmını yazabilmektedir. Bu durum batılı olmayan bu
küçük toplumlar arasında yaşayarak hayatlarını basit bir biçimde
bütün yönleriyle tanımlayamayacağı anlamına gelmektedir. Aşa­
ğıda tartışacağımız birkaç sebepten ötürü birçok antropolog, halk
toplumlarındaki yaşamın karanlık olan yönünü yazmamayı veyahut
en azından bunun hakkında çok şey yazmamayı tercih etmiş­
tir. Kahve veya bir kokteyl boyunca, kendi aralarında rahatça
yaptıkları alan araştırması sohbetleri süresince gördükleri zalimlik,
mantıksızlık ve sıkıntı türleri hakkında konuşabilmektedirler
fakat sadece birkaçı, bu tarz şeyler ya da çeşitli halk toplumlarındaki
insanların kendilerine ve başkalarına zararlı görünen şeyleri
yapma yöntemleri hakkında yazmıştır. Sonuç olarak, tıpkı insanların
refahına katkıda bulunmayan ancak inanıp uyguladıkları
çeşitli şeylerin yetersiz şekilde savunulması gibi, dünyanın kü­
çük toplumlarında gerçekten var olmuş sıkıntıların ve memnuniyetsizliklerin
türü ve miktarı hakkındaki etnografik kayıtların
önemli derecede eksik bilgilendirme yapması muhtemeldir.
Genellikle bilgilendirme eksiktir çünkü antropologlar, bir
halk toplumunda gördüğü zalim, zararlı veya etkisiz uygulamaların
aslında sıkça rastlanan sömürgeciliğin neden olduğu sosyal
düzensizlik sonucu meydana geldiğine inanmıştır. Tüm antropologlar
belirli uygulamaların bazen raporlanmadığını bilir çünkü
böyle yapmak insanları kendi gözleri önünde tanımlamak ve
kötülemek olduğu için incitici olacaktır. Bu sebepler ile kişisel
ön yargıların diğer biçimlerinden dolayı bazı antropolojik monograflar
ya da diğer adıyla “etnografyalar” mükemmel, hatta
romantik betimlemeler yapar. Örneğin Jane Belo, Balililer hakkında
“Bebekler ağlamıyor, küçük çocuklar kavga etmiyor, genç
kızlar kendi iffetlerini koruyor… Herkes kendi yaşıt ve büyüklerine
saygıyla ve kendisinden küçük olanlara da kibarlık ve anlayışla
davranıyor, ilaveten de kendisine verilen görevi hassasiyetle
yürütüyor. İnsanlar, görünüşe göre rahatlıkla, hayatlarındaki
faaliyetleri düzenleyen kanunlara küçük ya da büyük demeden
bağlılar”6 diye yazmıştı. Ne yazık ki bu cennetvari görüşün
gerçekçiliğini sağlamak için, Belo -öyle görünüyor ki farkında
olmadan- erkeklerin karılarını dövdüğünü, kadınların evlerinden
kaçtığını, çocukların ebeveynlerine başkaldırıda bulunduğunu ve
kendi geleneklerine ve kanunlarına karşı isyan eden insanların
varlığını da belgelemektedir.

Etnografık raporlarda hayatın gerçekleri ile ideal olanlar arasında
bu türden çelişkilerin yer aldığı diğer birçok örnek vardır.
En önemlilerinden biri de Robert Redfıeld’ın Meksika kasabası
Tepoztlan hakkındaki izahatıdır çünkü halk-kent karşılaştırması
gelişimine dair bilgi veren bu kasaba hakkındaki kendi düşüncelerini
yazmıştır. Redfıeld, Tepoztlan halkını sakin ve halinden
memnun, nerdeyse kişisel uyum ve sosyal bütünleşmenin ideal
boyutu içerisinde yaşadığını yazmıştır. Ancak Redfıeld’ın eski
öğrencisi Oscar Lewis birkaç yıl sonra Tepoztlan’ı yeniden çalış­
tığında, yaygın bir sosyal çatışma havası, şeytani dedikodular,
güvensizlik, düşmanlık ve korku ile karşılaşmıştır. 7 Tepoztlan’
daki yaşamın kötü yönlerini anlatırken Lewis’ın biraz
abartıya kaçmış olabileceği şüphesi vardır fakat Redfıeld ‘ın Tepoztlan
hakkındaki mükemmeliyet görüşleri ise şüphenin de ötesindeydi.

Elizabeth Marshall Thomas, Güney Afrika’ daki Kalahari
Çölü’nün Sanları (önceden Bushmen olarak biliniyordu) hakkındaki
kitabı “Harmless People (Zararsız İnsanları)” başlıklandırdığında,
bu insanların kendileri ve çevreleriyle barış içinde olmaları
konusunda algıladıklarını dile getiriyordu. Ne yazık ki
Thomas’ın San uyumu görüşüyle ilgili kitabında sonradan yapı­
lan, bu popüler kitabı okuyan genel kitlenin birçoğu tarafından
muhtemelen gözden kaçmış bir düzeltme; Sanların son derece
yüksek cinayet oranlarına ve daha önceki zamanlarda da savaşçı
kimliğine sahip olduklarını gösterdi.8

1961 yılında Colin M. Tumbull tarafından yazılmış daha popüler
bir kitap, belki de en çok okunan etnografya, Zaire ‘nin
Ituri Ormanları’nda yaşayan Mbuti Pigmeleri hakkındaki “The
Forest People (Onnan İnsanlan)’dır.”9 Tumbull’un detay ve kişisel
gözlemler açısından zengin olarak zarafetle yazdığı bu kitap
tüm ihtiyaçlarını karşılayan ormanla nerdeyse mükemmel bir
uyum içinde yaşayan insanları tanımlamaktadır. Tumbull’a göre
Mbuti ‘de cinayet, intihar ya da tecavüz, savaş, acı dolu üyelik
töreni ve vücudun bir uzvunu kesme yoktu. Tumbull, Mbuti’nin
kavgacı ve bazen savaşçı olduğunu, yalan söylediklerini, çaldıklarını,
bazen de paylaşmayı reddettiklerini, (ayrıca av ağına sahip
olan erkeklerin, sahip olmayanları sömürdüğü konusuna de­
ğinmekten kaçındığını) kabul etti fakat her şeye rağmen Tumbull,
kültürlerinin ormanda bulunan dünyaları ile bir bütün olan
Mbutilerin sevgi dolu ve mutlu insanlar olduğunu da ifade etmiş­
ti. Tumbull’un gözleriyle baktığımız zaman, Mbuti halk toplumu
türünün ilk örneğiydi. Tumbull’un antropolog meslektaşları izahatının
doğruluğu konusunu tartışmışlardır.

Tumbull aynca Mbuti’de var olduğuna inandığı sevgi dolu ve
uyum içerisindeki yaşam tarzına o kadar hayran kaldı ki on yıl
sonra başka küçük bir toplum üzerinde çalıştığında, açık bir bi­
çimde bu küçük toplumun sevgisiz varlığı karşısında dehşete
düştü. Tumbull ‘un başka bir ünlü kitabı “The Mountain People
(Dağ İnsanları)’nda” açıkladığı üzere, kuzey Uganda’daki yakla­
şık 2.000 kişilik açlık çeken bir toplum olan Iklar korkunç dü­
zeyde canavarlaşmış hale gelmişti; düşünüldüğünün aksine bu
toplumu açlıktan kurtarmak için değil, onların asosyal, sevgisiz
kültürleri de onlarla birlikte yok olsun ve diğer insanlar da yozlaşmasın
diye Tumbull, insafsız bir şekilde Uganda hükümetinin
bir yetkilisine onların zorla toplanması ve ülkeye dağıtılması
teklifinde bulundu.10 Bu duruma antropologların tepkisi çok sert
oldu. Ik kültürüne ait çok kasvetli bir resim çizmesinin yanı sıra
bunu etik olmayan bir tutumla yapmasından ötürü Tumbull sert
bir biçimde eleştirildi.11

Iklar hakkındaki gerçek halen tartışmalı bir konudur. Eskiden
avlanma ve bir dereceye kadar ziraat işleriyle uğraşan Iklar,
Uganda hükümeti tarafından avcılığı bırakmaya ve tarıma yönelmeye
zorlanmışlardır. Uzun süren kuraklık ekinlerine zarar verdiğinde,
Iklar açlık yaşamaya başladılar ve Tumbull’ a göre insanlığın
nezaket, şefkat ve muhabbetine dair tüm özellikler kü-
çille çocukların karşı koymaktan vazgeçmesi gibi yok oldu, yaşlı­
lar açlığa mahkum edildi ve yeterince güçlü herkes daha zayıf
insanların ağızlarından yiyeceklerini aldı. Hayatta kalanların
perişanlığı ve açlık seviyeleri daha yoğun bir biçimde arttıkça,
hayatta kalmayı diğer her şeyin üstünde tuttukları hakkında kü­
çük bir şüphe olabilir. Gerçi bu hayatta kalma güdüsü, Turnbell
‘in sonrasında kabul ettiği gibi muhtemelen adaptifti.12 Adaptifliğin
nasıl ve kimler için olduğu belirli bir zaman boyunca
üzerinde çalışılmadan gerçek manada belirlenemedi; ne Turnbull
ne de eleştirileri buna bir mana kazandırdı.

Tumbull’un alan araştırmalarını tamamlamasından on beş yıl
sonra Bernd Heine (lkları da içeren Kuliak dilleri üzerine Alman
bir uzman), 1983’ün kısa bir döneminde Ikları ziyaret etti­
ğinde, Tumbull’un küçüle ölçekli toplumun neye benzediğinin
Mbuti örneğinde Iklara yönelik vizyonunu çarpıttığı daha görü­
nür hale geldi. Yakın zamanda olmuş bir kuraklık ve birçok Iklı­
yı öldüren kolera salgınına rağmen, nüfusun sayıca arttığını ve
halkın bir hayli sosyal olduğunu fark etti. Sonuçta Bernd Heine,
Turnbull’un kitabının doğruluğu konusundaki soruların sayısını
artırdı. Örneğin, Tumbull ‘un çalışmak için seçtiği kasabanın
(tüm halkın yirmide biri) güvenlik sorunu nedeniyle polis karakoluna
yakın olduğunu ve bu bölgede asıl Ik nüfusundan fazla Ik
olmayan komşu nüfusların var olduğuna değinmişti. Aynı zamanda
Turnbull ‘un Ik dili terimleri kullanım biçiminden bu dilin
sadece küçük bir kısmını kavradığını gösterdi ki, Turnbull da
bunu kabul etti. İlaveten, Turnbull ‘un tipik bir Ik olarak tanımladığı
bir adam olan Lomeja’nın aslında bir Ik bile olmadığı, bunun
yerine “bozuk Ik dili” konuşan bir Didinga olduğunu da ekledi.
Benzer şekilde, Tumbull tarafından rapor edilen çeşitli etnografik
gerçeklere de karşı çıktı ve gördüğü Ikların Turnbull
‘un tanımladıklarından “tamamıyla farklı insanlar” olduğu
sonucuna vardı.13 Heine’ın eleştirileri (sadece Afrika ile ilgilenen
akademisyenlerin okuyacağı bir bilim dergisinde yayınlandı­
ğı için) büyüle oranda fark edilmemesine rağmen, bazı antropo-
loglar dahil çoğu okuyucu için Iklar topluluk olma hissiyatını
kaybetmiş bir halkın somut örneğiyken, Mbuti halen halk toplumunun
gerçek bir modeli olarak karşımızda duruyor.

Belo, Redfıeld ve Tumbull ‘un kişisel idealizmlerine ek olarak,
bazı antropologların birlikte yaşayıp çalıştıkları insanların
(hoşlandıkları ve saygı duydukları) en sevimsiz ve makul olmayan
uygulamalarını yazarak güvenlerine ihanet etmeme konusunda
antropolojiye açık bir komplo söz konusudur. Gerçekten
de antropologlar arasında bir halkın uzun süreli inanç ve uygulamalarının
-kültürlerinin ve sosyal kurumlarının- hayatlarında
önemli bir rol oynaması gerektiği, yoksa bu inanç ve uygulamaların
devam etmeyeceği konusunda yaygın bir varsayım söz konusudur.
Böylece, birçoğumuza iğrenç gelen yamyamlık, işkence,
bebek öldürme, kan davası, büyücülük, kadın sünneti, ayinli
tecavüz, kafa avcılığı ve diğer geleneksel uygulamaların, bulunduğu
toplumlarda bazı kullanışlı fonksiyonlara hizmet ettiği dü­
şünülmüş ve yazılmıştır. Kuş tüyünün uçma ve kamufle etme
özelliği gibi adaptif mucizenin yaradılışındaki biyolojik evrimin
hikmetinden etkilenen çoğu akademisyen, kültürel evrimin de
insanların ihtiyacını karşılayan geleneksel inanç ve uygulamaları
üreten bir doğal seleksiyon süreci tarafından yönetildiğini düşünmektedir.

Sonuç olarak etkin kurumlar ya da inançların anlamlı bir sisteminin
olmadığı bir toplumla karşılaşıldığında genellikle, nedenin
antropologlardan önce olay yerinde bulunmuş diğer insanların
-sömürge görevlileri, askerler, misyonerler ya da tüccarlarzararlı
etkisi altında yatmakta olduğu düşünülür. Geleneksel
inanç ve uygulamaları anlamsız ve hatta zararlı görünen bir toplumla
karşılaşıldığında suç, çoğunlukla dışarıdan yapılmış zararlı
bir müdahalenin altında aranır. Böylece bu dış bağlantının yol
açtığı sosyal düzensizlik ve kültürel kargaşadan önce geleneksel
nüfus yaşamının, cennetvari değilse bile en azından uyum içerisinde
ve anlamlı olduğu görüşü devam etmektedir.

Zamanın birinde Iklar bile sosyal uyumun ve sevginin keyfini
sürmüşlerdi (Tumbull ‘un açıkça inandığı şey). Bu yüzden üzerinde
çalışılan toplumların hayatlarını bazen etkisi altına alan
düşmanlık, şiddet ya da zalimliği rapor etmek yerine bazı antropologlar
sömürgeci güçlerin dini inançları, vergileri, kanunları
ve ekonomik müdahaleleri ile bozmadan önce var olduğuna inanılan
yaşam stillerini yeniden oluşturmaya çalıştılar. Az sayıda
antropolog halk toplumlarının dış güçler tarafından etkilenmesinden
önce cinayet, intihar, tecavüz ve savaşın bilinmediğine
inanmaktadır fakat çoğu antropolog, etnografyalarını sanki bu
tipten vakalann az sayıda olduğu ya da bu gibi davranışların bir
şekilde insanların çevre koşullarına uyum sağlamalarına yardımcı
oldukları gibi yazdılar. Sonuç itibariyle, daha iyisini bilen antropologlar
tarafından bile ilkel düzen efsanesi farkında olunmadan
teşvik edildi.

Bu küçük toplumlarda meydana gelmiş maladaptif olabilecek
özelliklerin sıklığı hakkında açık olmak çok zordur çünkü etnografik
izahatların mevcut yapısı insanların tanımlanmış inanç ve
uygulamalarının adaptif olmaktan başka bir şey olabileceği ihtimalini
nadiren irdeler. Rastgele etnografik monograflar arasından
çok sayıda eser seçseniz, muhtemelen bir avuç kadarında bir
inanç ya da uygulamanın maladaptif sonuçlarını içeren bir analiz
olur. Tam tersine eğer paradoksal, mantıksız, tuhaf, etkisiz ya da
tehlikeli inanç ve uygulamalar tamamıyla tanımlanırsa (genellikle
tanımlanmıyor) bunların genellikle adaptif oldukları varsayılır
ve onlar sanki bazı yararlı amaçlara hizmet ediyorlarmış gibi
muamele görür. Örneğin; erkek sünnetinin en uç şekilleri -sidik
yolunun kesilerek açılması, ot veya başka tür bir bitkinin sapıyla
kazıyarak zarar verilmesi, penis ucunun kesilmesi ya da sünnet
derisinin dikilmesi- bile etnografik literatürde (ama psikolojik
literatürde değil) rasyonel olmayan, adaptif olmayan ya da maladaptif
uygulamalar olarak değil, bu uygulamaların pozitif sosyal,
kültürel veya psikolojik sonuçlan bağlamında analiz edilmektedir.14

Benzer biçimde, Firavun dönemi kadın sünneti bir kızın klito-
risinin kesilmesi ve kesilen iki tarafın vajinal dudaklarda birleştirilmesini
ya da kadınların genital bölgesindeki büyük dudakların
dikilmesi uygulamalarını içerir. Boşluk dikilir ve dikilirken ürin
ve adet dönemi kan akıntısı geçebilecek şekilde kibrit çöpü kadar
bir boşluk bırakılır. Genç kadınlar evlendiğinde, bu küçük
boşluk cerrahi olarak cinsel birleşmeye imkan verecek şekilde
genişletilir. Büyük ağrılar çektirmesine ek olarak, bu prosedürler
ciddi manada enfeksiyon, kısırlık ve hatta ölüm riski taşımaktadır.
Yine de antropologlar, genelde bu dikme işlemini bir adaptif
uygulama olarak yorumlamaktadır çünkü uygulayan insanlar
bunu cansiperane savunmaktadır ve bu durumun aile onuru ve
kadın iffeti değerlerini nasıl güçlendirdiği halihazırda görülebilmektedir.
Dünya üzerindeki Müslüman toplumlar da dahil olmak
üzere çoğu toplumun aile onuru ve kadın iffetini, dikme uygulamasını
yapmaksızın yaşatmayı başarması nadir bilinir.

Göreceli ve adaptasyon görüşünü savunan varsayımların kü­
mülatif etkisi, antropologlar kuşağının neden öteden beri süre
gelen inanç ve uygulamaların var olduğu konusunda iyi bir sosyal
ya da kültürel sebebin olması gerektiğine inanmasını sağladı.
Eğer bu uzun zamandır sürdüyse, o zaman adaptif olmalıdır veya
dolaylı ya da dolaysız olarak küçük ve geleneksel toplumlardaki
halkın yaşamı hakkında bildiğimiz şeyleri yazan çoğu insan tarafından
böyle olduğu varsayılmıştır.

Fakat herkes bu varsayımda bulunmadı. Mesela bazı çevrebilim
odaklı etnograflar, özellikle bir halkın inanç ve kurumlarının
nasıl uyumlu olabileceği konusunu dikkatlice değerlendiren tanımlar
yapmıştır. Walter Goldschimdt’in Uganda Sebeilerinin
etnografyası iyi bir örnektir. Sebeilerin yakın tarihinde kaydetti­
ği göreceli pozitif sosyal ve kültürel adaptasyonlarını analiz ettikten
sonra, Walter “dengesizlikler ve maladaptasyon” olarak
kast ettiklerini özellikle ” … Sebeilerin kendi sınırlarını muhafaza
etme kapasitesine sahip sosyal bir düzeni kurma ve yerinde
bir takım ahlaki ilkelere bağlılığı geliştirme konusundaki başarı­
sızlığı” olarak tanımladı.15 Onun analizi bu sıkıntılara yol açan,
değişen sosyoekonomik koşullara neden olan “başarısızlığı” belirlemek
üzerine gitmiştir. Benzer biçimde, Klaus-Friedrich
Koch 1960’ların ortalarında Irian Jaya’nın uzak doğusundaki
Snow Dağları’nda yaşayan asimile edilmemiş Jaleler hakkında
yazarak, kavga ve adam öldürmenin aralarında çokça yaygın
olduğu ve bölünmeye yol açtığı, bunun sebebinin ise anlaşmazlık
yönetimi metotlarının “çok az ve çok etkisiz” olması olduğu
sonucuna varmıştır.16 Fakat, çevre bilimi odaklı etnograflar dahi
maladaptasyona sınırlı ölçüde önem vermektedir.17 Bunun yerine
önem, çeşitli ekonomik faaliyetler ve çevre arasındaki uygunluğa
adapte olmaya verilmiştir.

Belirli bir inanç ve kurumsallaşma uygulamasının fayda ve
maliyetleri etnografik literatürde tartışıldığında, sonuç genellikle
Dr. Pangloss’un modelidir. Eğer büyücülük gibi belli bir inanç
sisteminin bir topluma zararlı olabileceği kabul edilirse, onun
zararlarından çok daha fazla ağır basan faydalarının da olduğu
hemen öne sürülür. Örneğin; Clyde Kluckhohn ve Dorothea Leighton
klasik etnografyalan The Navaho (Navaholar)’da, aralarındaki
büyücülerin varlığı hakkında yaygın Navaho inancının
korku ürettiği, şiddete yol açtığı ve bazen masum insanların trajik
acılar çekmesine neden olduğu sonucuna vardılar.18 Yine de,
Clyde Kluckhohn ve Dorothea Leighton, Navahoların akrabalarına
ve “hayatın kendi tehlikelerine” karşı hissettiği tüm düşmanlığı
büyücülere yönlendirmesine izin vererek büyücülük inançlarının
“toplumun çekirdeğini sağlam tuttuğu” ve dahası, zenginlerin
ve güçlülerin çok aşırı güce ulaşmasını engellediği ve genelde
sosyal açıdan bölücü eylemleri önleme amacına hizmet ettiği
so-nucuna vardılar.19 Kluckhohn ve Leighton söylediklerinin
aksine olmasına rağmen, Navaho büyücülük inancının bu olumlu
sonuçlarının -eğer gerçekten varsa- korku, şiddet ve açıkça ortada
olan trajik acılara ağır bastığı konusunun açık olmadığını belirtmişlerdir.

Halen yaygın olan teamül maladaptif potansiyeli taşıyan davranışların
varlığına dair hiçbir açıklama getirilmemesidir. Bu ol-
gu, çağdaş etnografyanın yanında daha önceden yazılmış çeşitli
raporlarda klişeleşmiş ve bazı bilgili, seçkin etnograflann yazılannda
da yansıtılmıştır. Örneğin; Britanyalı saygıdeğer sosyal antropolog
E. E. Evans Pritchard klasik eseri “The Nuer” (Nuerler)
adlı kitabında; Sudanlı erkeklerin küçük bir kışkırtmayla birbirleriyle
çoğunlukla kavga ettiklerini, bazen bu kavgaların ölümle
noktalandığını yazmıştı. Jale halkı gibi, Nuerler de bunun gibi
şiddeti veya yol açtığı misilleme güdüsünü önleme konusunda
etkili bir araca sahip değildi. Söylendiği üzere bilakis Nuer halkı
bu duruma “bitmeyen bir kan davası” diyordu. Bu yıkıcı şiddet
kalıbının maladaptif olması da kesinlikle inanılması güç değildi
lakin Evans Pritchard bu konuya kitabında değinmedi.20

Evans Pritchard normal yıllarda bile “Nuer halkının gerektiği
kadar gıda almamış olduğuna” değinmişti.21 Bir sığır hastalığı­
nın tüm sığır sürüsünü riske atacağı gerçeğine rağmen Pitchard,
yine de Nuer halkının her ne kadar verimli tanın arazileri kısıtlı
olsa da ekim, nadas ya da gübreleme yapmadan uyguladıklan
bağ ve bahçe işlerine nazaran hayvancılığı tercih ettiğini gözlemledi.
Dahası, çoğunluğu açlık içinde yaşamasına karşın halk
ne tavuk ne de yumurtalannı yemeyi kabul ediyordu ve bariz bir
kınamayla söylendiği üzere balıkçı ve avcılar gibi “küçük hileler
kullandılar. “22 Nuer halkı etkinliği az olan geçim stratejilerini
kullanıyormuş gibi görünmekteydi fakat Evans Pitchard konuyu
aydınlatacak hiçbir analiz sunmadı.

Maladaptif görünen uygulamaların analiz edilmesindeki ba­
şansızlık yaygınlaşmaya devam etmektedir. Örnek vermek gerekirse,
Brezilya’nın Mehinaku yerlileri hakkında aynntılı araştırma
yapan Thomas Gregor, ayrı bir köyde birlikte yaşayan 100
kadar kişinin hayatları ile ilgili önemli noktalara değinmiştir.23
Bir seri sosyal çatışma potansiyeline sahip olduğu söylenen bitmek
bilmeyen hırsızlıklan ve zinaları gibi Thomas Gregor’un
Mehinakulular hakkında yaptığı etkileşimli stratejilerinin betimlemeleri
sezgisel olmuştur. Gregor bu türden uygulamalann neden
hala devam ettiğini ve gerçekten maladaptiflik ihtimalini
tartışmamıştır. Evans Pritchard ve Gregor arasında bir tercih
yapmayı kast etmiyorum çünkü her ikisi de çoğu standarda göre
gayet iyi etnografyalar yazdılar. Değinmeye çalıştığım husus, en
başarılı etnografların bile küçük ve basit toplumlarda karşılaştıkları
geleneksel inanç ve uygulamaların maladaptif potansiyellerini
genellikle göz ardı etmeleridir. Gerçekten herhangi bir etnografı
kuvvetli eleştiri yağmuruna tutma isteğim yok çünkü yıllar
önce aynı varsayımları ben de yapmıştım. 24

Çoğu etnograf “ilginç” bir geleneksel uygulamanın nasıl gö­
ründüğünün önemi olmadığı, bir kere anlaşıldıysa “adaptiflik
duygusu” yaratacağı için adaptiflik varsayımının iyi bir şey oldu­
ğunu yazan Donald T. Campbell’e muhtemelen katılacaktır.
Diğer birçoğu da şüphesiz Marvin Harris’in inançlar ya da uygulamaların
adaptif olduğunun bir varsayım olması gerekmediği
çünkü sosyal kültürel sistemlerin “ziyadesiyle değilse bile münhasıran”
adaptif hususiyetlerden oluştuğunun kanıtlanmış oldu­
ğunu içeren deklarasyonuna katılacaktır.25 Yon Ranke ise özetle;
hem kültürün adaptif olduğu varsayımı hem de kültürlerin ço­
ğunlukla ya da yalnızca adaptif özelliklerden oluştuğu hakkında
gösterilen iddiaların eşit biçimde Tann’dan çok uzak olduğunu
söylemiştir. Ekonomik uygulamaların bir kısmı istisna olmak
üzere, bahsedilen yaygın adaptifliğin bir kanıtı olmamıştır ve
bundan dolayı kültürün adaptif olması gerektiği varsayımı yersizdir.

Bu konu sadece antropologları -“ilkel”, egzotik bir pireyi deve
yapanlar- ilgilendiren bir konu değildir. Etnografik kayıtlardan
yapılan çıkarımlar, kendi toplumumuz dahil diğer insan toplumlarının
bazen yerine getirmesi gereken fonksiyonlarını neden
yerine getirmediğini anlama konusu ile ilgilenen herkes için
önemlidir. Geçmişte ve günümüzde bazı halk toplumları nispeten
uyumludur, buna rağmen küçük ve basit toplumların hayattan
memnuniyetsizlikten ve dertlerden tamamıyla arınmadığı bir
gerçektir. Aslında bazı küçük toplumlar çevrelerinin gereksinimleriyle
mücadele etme konusunda başarısızdır ve diğerleri de
duyarsızlık, çatışma, korku, açlık ve ümitsizlik içinde yaşamış­
lardır. Yine de, küçük ölçekli toplumların bizlere göre yaşadıkları
çevrenin şartlarına daha iyi uyum sağlamış olduğu yönündeki
inanç devam ehnektedir. Bu kitabın ana fikri de bazılarının böyle
olabileceği ancak diğerlerinin kati bir biçimde böyle olmadığı­
nı göstermektir.

Küçük toplumların bir kısmında insanlar kronik olarak açlık
içindedir ve birbirlerinin refahını çok az önemserler. Bolivya’nın
doğusunda yer alan tropik ormanlarda avcılık, balıkçılık ve tarla
ekip biçerek yaşamış Sirion6 yerlilerini düşünelim. Tumbull’un
tanımladığı açlık içinde yaşayan Ikların aksine Sirion6 yerlileri
tamamen asosyal değildi. En azından küçükken çocuklarına sevgi
beslemeleri, aile bağlarına sahip olmaları, içki partileri ve gü­
reş karşılaşmaları gibi bazı sosyal aktivitelerle iç içelerdi ve baş­
ta genç aşıklar olmak üzere, bazı insanlar birbirlerinden duygusal
olarak etkilenme belirtileri gösteriyordu. Fakat 1941 ve 1942
yıllarında Sirion6’da yaşamış Allan R. Holmberg (burada yaşarken
Pearl Harbor saldırısını bile olaydan üç ay sonra öğrendi) bir
bireyin diğerine karşı aile içinde bile hissiz olmasının kendisini
“şaşkına çevirmeyi asla durdurmayacağını” yazmıştı. 26 Bunu
göstermek için, “tüm gün avlandıktan sonra kampa dönüş yolunda
karanlığa yakalanmış bir adamın” tipik olduğu söylenen bir
hikayesini şöyle anlatmaktadır: “Ay ışığının olmadığı bir gecede
kaybolmuş bir adam defalarca yardım istemiş, Sirion6 yakınlarındaki
bir kampta yaşayan akrabaları ise adamın çığlıklarını
duymalarına rağmen önemsememişler. Yarım saat sonra ba­-
ğırma sesi kesildiğinde, adamın kız kardeşi neşeli bir şekilde:
‘Bir jaguar onu kapmış olmalı’ demiş.”27 Aslında, bu avcı geceyi
bir ağaca tırmanarak ağacın tepesinde geçirmişti. O karanlık gecenin
sabahında kampa döndüğünde kimse onu karşılamamıştı.
Bunun yerine kız kardeşi yakaladığı avların küçük bir kısmını
verdi diye acılı bir serzenişte bulunmuştu.

Holmberg, Sirion6 halkının kavga ettiğini, yemekleri bir yerlere
gizlemek, paylaşmayı reddetmek, tek başına gece ya da
ormanda yemek, aile üyelerinden saklamak, özellikle kadınlann
yemekleri vajinalanna gizlemesi gibi konularda birbirleriyle sü­
rekli kavga ettiklerini de ifade etmiştir. Siriono’da gıda daima
kısıtlı ve açlık hayatın değişmez bir gerçeğiydi. Bazı grupların
nerdeyse açlıktan ölmenin eşiğine geldiği zamanlar olurdu. Aslında
göçebe hayata ayak uyduramayan hasta ve yaşlı insanlar
dışlanırdı, bazen göç eden grubun arkasında acınacak halde ölene
kadar sürünmeye bırakılırdı. Tıpkı sevgi ve şefkat gibi, keder
de Siriono halkının nadiren olmasına izin verdiği bir lükstü.
Siriono bölgesi pek de cömert bir bölge değildi, bir hayli çorak,
genellikle soğuk, yağmurlu ve rüzgarlıydı ve Sirionolular
tamamen çıplaktı. Halk ateşin nasıl yakılacağını dahi bilmiyordu
ve bu yüzden de genellikle bayanlar her zaman yanan bir odun
parçası taşımak zorunda kalıyordu. Ateş olmasına rağmen, ince
malzemeden yapılmış evleri ve giyim malzemesi eksikliğinden
dolayı genellikle soğuğa maruz kalırlar ve perişan olurlardı. Ayrıca
ne başlarına bela olan sivrisinek, karınca, sinek, kene, uçan
haşereler, anlar ile eşek anlarına ne de hayatlarını tehdit eden
yılanlar, akrepler, örümcek ve jaguarlara karşı savunmaları vardı.
Açlık, korku ve fiziki rahatsızlık ve birbirlerini umursamama
sebeplerinden dolayı, Siriono uzun ve rahat bir biçimde yaşayamadı.
Bu kitabın okuyucularından muhtemelen çok azı onların
yaşadığı bu hayatı seçecektir ve onların komşuları da bu hayat
tarzına imrenmeyecektir. Siriononun bu yaşam şekliyle ne kadar
süre yaşadığını bilmiyoruz fakat yine de çok sene yaşamış olmalılar
ve Ikların aksine, Sirionolar çevrelerine yıkıcı zararlar vermemişlerdir.
Sirion6 yaşamındaki sefaletin sebebi olarak suçlayacak
bir şey olsaydı, o da geçmişteki hadiseler veya belki de
Siriononun ta kendisi olurdu. Zira Sirionolar kendi ihtiyaçlarını
bile karşılama konusunda başarılı olamadılar ve kendileri de bunun
farkındaydı. Geleneksel yaşam biçimleri dış güçler tarafından
baskıya maruz kalmamasına rağmen, Batılı araç ve silahlar
üzerine ya da kiracı çiftçiler olarak çalışma fırsatı kendilerine
teklif edildiğinde her ne kadar birçoğu kötü biçimde mağdur olsa
da kabul etmeye isteklilerdi. Bazı Sirion6lar orman göçebesi
olarak hayatlarına devam etmesine rağmen, bunların çoğu birbirlerine
olduğu kadar kültürlerine bağlı değillerdi.28

Sirion6nun aksine, Güney İtalya’da bulunan Montegranolu
yoksul İtalyan çiftçiler kültürlerine bağlıydı fakat bu kültür çekirdek
ailenin yararına onları yalnız yaşamaya yönlendirdi.

Edward C. Banfıeld’a göre aileler, kısa dönem çıkarlarını karşı­
lamak için ellerinden geleni yaptılar ve doğal olarak kendileri
dışındaki diğer herkesin de aynı şeyi yaptığını düşündüler.29
Montegrano halkı la misera olarak bilinen amansız bir melankolinin
yanı sıra, bitmek tükenmek bilmeyen bir açlık, tükenmişlik
ve kaygı içinde yaşadı. Aynı zamanda değişmeyen fakirlik ve
güçsüzlükten kaynaklanan zillete de katlanmak zorundaydılar.
Hatta içinde yaşadıkları köyün yararına olabilecek herhangi bir
organize topluluk faaliyeti (imece) gerçekleştirme konusunda isteksizdiler.

Bir aile sadece iyi bir eğitim sayesinde kendini daha
iyi koşullara getirebileceğinden dolayı çocukların daha iyi eğitim
almasını çok istediler lakin kötü şartlara sahip okullarını iyileş­
tirmek veya çocukların yakın kasabada bulunan daha iyi bir okula
gidebilmesi adına bir otobüs organize etmek dahil hiçbir şey
yapmadılar. En yakın hastane arabayla beş saat ötede, aynca
ambulans hizmeti de yetersiz olmasına rağmen bu durumu iyileştirmek
için de bir şey yapmadılar. Banfıeld, Mont_egrano halkının
aile merkezli kültürlerinin birer “esiri” olarak toplum menfaatini
ve bu arada kendi ailelerinin uzun dönem çıkarlarını sağ­-
lamaktan aciz oldukları sonucuna vardı.

Bazen Montegrano’da yaşayan köylüler gibi bir nüfus, amaca
zararı dokunsa da değer verdiği kültürel inançlarını sürdürürler.
Bazen Sirion6 gibi fiziki çevresiyle etkin bir biçimde başa çıkamayan
bir nüfus, değersiz sayılabilecek bağlılık ve zayıf sosyal
bağlar geliştirmektedir. Bazen de Iklar gibi bir nüfus kendileri
dışındaki hadiseler tarafından ezilmiştir. Bu üç örnek, küçük
ölçekli toplumların karşılaştıkları sorunları etkili bir şekilde çö­-
zemediği ve umursamazlık, korku, soyutlanma veya alçaltmak
yerine onları ayakta tutan ve refahlarını güçlendirenin salt kültür
olduğunu ifade etmektedir. Toplumlar bazen kendi kontrolleri
dışındaki olaylar tarafından zarara uğrarlar; sel, salgın hastalıklar,
volkanik patlamalar ve teknolojik açıdan üstün insanlar tarafından
elde edilen askeri zaferler bu olaylara verilebilecek sadece
birkaç örnektir. Bu kitapta bu tarz felaketlerin ortaya çıkardığı
sıkıntılara değil, çevresel ihtiyaçlarını karşılama konusunda zayıf
kalan veya insanların sağlık ve refahlarına zararlı olan geleneksel
inanç ve uygulamaları sürdürerek sorunların ortaya çıkması­
na neden olan nüfuslara değinilmektedir.

İster şehirli ister köylü, çeşitli toplumlardaki insanlar empati
kurma, kibarlık, hatta aşk ve çevreleri tarafından ortaya çıkartı­
lan zorluklarla şaşırtıcı bir şekilde başa çıkabilme yeteneğine
sahip olduğu kadar kendi aralarında, diğer toplumlarla ve yaşadıkları
çevreyle ilişkilerinde duygusuz biçimde zalimliğe, gereksiz
yere sıkıntıya ve büyük ahmaklıklara yol açan inançlarını,
değerlerini ve sosyal kurumlarını sürdürme konusunda da bir o
kadar yeterlilerdir. İnsanlar daima akıllı değildir. Ayrıca yarattıkları
toplumlar ve kültürler de insan ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde tasarlanmış ideal uyumlu mekanizmalar gibi görünmemektedir.
Birçok akademisyenin yaptığı gibi, eğer bir nüfus geleneksel
inanç ve uygulamaları yıllar boyu sürdürmüşse, bu
inanç ve uygulamaların hayatlarında önemli bir rol oynaması
gerektiği fikrinde ısrarcı olmak yanılgıdır. Geleneksel inanç ve
uygulamalar faydalı olabilir, hatta önemli adaptif mekanizmalar
olarak hizmet de edebilir, bununla birlikte zayıf, zararlı ve hatta
bazen ölümcül dahi olabilirler.

İlerideki bölümlerde, sosyal ve kültürel maladaptasyon ile
neyi kastettiğimi tanımlayacak, küçük ölçekli geleneksel toplumlarda
yer alan birçok şekille ilgili örnekler verecek ve maladaptif
inanç ve uygulamaları sürdürmenin neden olduğu faktörleri tanımlamaya
çalışacağım.

KİTABIN KÜNYESİ
Hasta Toplumlar
Yazar: Robert B. Edgertan
Yayınevi : Buzdağı Yayınevi
Sayfa Sayısı: 366
Baskı Yılı: 2015

İÇİNDEKİLER
ÖnSöz
Teşekkür.
1 . Kayıp Cennet: İlkel Düzen Efsanesi
2. Görecilikten Değerlendirmeye
3. Maladaptasyon
4. Kadınlar ve Çocuklar Önden: Eşitsizlikten İstismara
5. Hastalık, Izdırap ve Erken Ölüm
6. Huzursuzluktan İsyana
7. Halkların, Toplumların ve Kültürlerin Yok Olması
8. Yeniden Ele Alınan Adaptasyon
NOTLAR
BİBLİYOGRAFYA

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Savaşçı ile Tutsağın Öyküsü – Jorge Luis Borges

Next Story

Adaletsizliğin Temel İlkeleri – Eduardo Galeano

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop