marc ferroJoseph Chamberlain 1895’te “Bu ırka inanıyorum …” diyordu, Ingilizlerin zaferi için emperyalist bir nutuk atıyordu ve Fransız, İspanyol, vb. rakiplerini aşan bir halkı kutluyordu.
“Daha alt” halklara İngiliz işbirliğinin ve bilgisinin üstünlüğünü taşıyordu. “Beyaz adamın omuzunda taşıdığı yük” dünyayı uygarlaştırmaktı ve Ingilizler bunun yolunu gösteriyorlardı.
Bu inanç ve bu görev diğerlerinin aslında aşağı bir kültürün temsilcileri oldukları anlamına geliyordu. Ve beyaz ırkın “öncü gücü” olan lngilizlere düşen, mesafeyi koruyarak, diğerlerini eğitmek ve yetiştirmekti. Fransızlar da yerlileri çocuk yerine koyuyorlardı ve onları aşağı görüyorlardı, ancak cumhuriyetçi inançları en azından kalabalıklar önünde, yaptıklarıyla söyledikleri birbirini tutmasa da, farklı bir söylem tutturmalarına yol açıyordu.

Fransızları, Ingilizleri ve diğer sömürgecileri birbirlerine yaklaştıran ve onlarda Avrupa’ya aidiyet bilincini yaratan şey, kendilerinin bilimin ve tekniğin ete bürünmüş hali olduklarına dair inançlarıydı. Egemenlikleri altına aldıkları toplumlar bu bilgiyle ilerleyeceklerdi.

Uygarlaşacaklardı.

Oysa, tarih ve Batı hukuku uygarlığın ne olduğunu ve Hıristiyanlıkla nasıl bir bağlantısı olduğunu tanımlamıştı. Amerikalı Henry Wheaton, İngiliz Lass F. O ppenheim ve Rus De Malten Çin, Siyam, Habeşistan ve Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan “eşitsiz” antlaşmaların imzalanmaları sırasında hukukun temellerini belirlemişlerdi.
Artık kültürel bir anlayışın, uygarlığın ve bir değerler sisteminin belirgin birer ekonomik ve siyasal işlevi vardı. Söz konusu ülkeler yalnızca Avrupalıların uygarlığın tanı­mını yapma hakkını korumak ve Avrupalıların üstünlüklerini sağlayan hakları güvence altına almakla kalmıyorlar, ek olarak bu hakların korunması, ahlaki açıdan da fatih olmanın bir gereği haline geliyordu.

Bu gerekleri yerine getirmeyenler suçlu, başı bozuk, yani cezaya müstahak addediliyorlardı. Örneğin Hindistan’da, lngilizler kimi toplumsal grupların tamamını “suçlu kabileler” olarak ilan ediyorlardı, ki bu gruplar bazen bir kabile olmayabiliyorlardı. Böylece yerel olarak var olan geleneksel yaptırımların ve kullanılan yargılama usullerinin yerine sömürgeci hukuku geçirmek için yapılan müdahale meşrulaştırılmış oluyordu. Bağlı bulundukları toplumsal grupla ilişkilerini kesmeyen erkekler ve kadınlar birer “suçlu” olarak tanımlanabiliyorlardı. 1871 tarihli Criminal Tribes Act (Suçlu Kabileler Kanunu) ve 1911 tarihli Criminal Castes and Tribes Act (Suçlu Kastlar ve Kabileler Kanunu) ülke hukukuna el koymadaki kararlılığı göstermektedir.
Bu yeni yasalar sati eylemini (dul kalan kadınların kendilerini öldürmeleri) mahkûm ettiği gibi, Thung ve benzeri “yol eşkıyasını” bertaraf etmeye de yaramıştır. Kast ve kabileyi karıştırarak kullanılan terim , kimi insan topluluklarının tamamını ortadan kaldırmayı amaçlamıştır, “soydan hırsız” diye tanımlanan Madras bölgesindeki Kuravarlar gibi (Marie Fourcade).

Bu baskı yöntemi bir çeşit ırkçılık değil midir? Öte yandan, Marx’in eserlerinin tanıklık ettiği gibi; XIX. yüzyılda Darwin’in düşünceleri büyük bir ilgiyle kar­şılanmıştı: Sınıf mücadelesi Darwin tarafından irdelenen türlerin mücadelesinin insani versiyonu olarak algılanıyordu.
Sömürgeleştirmeye gelince, bu bilimsel inancın üçüncü versiyonu gibidir: İyiliği yüzünden, beyaz adam aşağı türleri tahrip etmez, onları eğitir; yeter ki “insanlık dışı” olmasınlar -Buşmanlar ya da isim vermeye bile değmeyen Aborijinler  gibi-, aksi halde yok edilirler.

Emperyalizme olan sarsılmaz inancın temelinde bu hareketin aklın yüceliğini ve ilerlemeyi beraberinde taşıdığı düşüncesi yatar. Tarihte, toplumların ilerlemesinin kaçı­nılmazlığına ve zekâlarına inanılıyordu. Emperyalizm, bir yandan da, insan aklını içgüdülerin üstüne çıkartmaktadır, hayatın asli unsurlarından biri de eyleme geçme ihtiyacıdır.
Oxford’un yeni idealist düşüncesiyle yaşam bulan İngiltere’deki ilk akım , evreni ahlaki gücü ve iradesiyle hareket eden bir organizma olarak algılıyordu. Britanya İmparatorluğu elbette ki toplumsal düzenin en yüksek aşamasında bulunuyordu. Spencer Wilkinson bu akımın başta gelen ideologlarından olmuştur ve sözleriyle İngiliz Alfred Milner’i, Toynbee’yi, H aldane’ı ve Alman tarihçi Ranke’nin öğ­rencilerini etkilemiştir.

“İmparatorluk öncelikle kendi uyruklarının yüreğinde gerçek bir yer edinmelidir… Gücün hukukun üstünde olduğunu tasvip edemeyiz, bu despotizmin inancıdır; beri yandan, hukuk da gücün üzerine çıkamaz, yüzeysel idealistlerin sıkça düştükleri bir hatadır bu; yüreklerde yer alacak inanç, evrenin, düşünce mekanizm asınca açığa çıkan düzenden ayrı tutulamayan zeki bir düzenin tecellisi oldu­ğudur (Spencer Wilkinson, The Nation’s Awakening, 1896).
Doğal olarak, İngiliz tarihçiler Britanya İmparatorlu­ğunu tarihsel bir başarı olarak görüyorlardı. İlginç bir şekilde, Marksistlerin, özellikle Alman Franz Mehring’in karşısına paralel ama değişik bir tarihsel gelişim modeli çıkartıyorlardı. Marksistler köleci dönemi, feodal dönemi, kapitalist dönemi sosyalist dönemin habercisi olarak görürken, İngiliz emperyalistler, özellikle J. R. Seeley ama daha çok J. A. Cram b, The Origin and Destiny of Imperial Britain’de, kimi aşamaları tarihsel gelişimden ayrı tutuyorlardı:
şehir-devlet, feodal devlet, sınıf devleti, ulusal demokratik devlet… Böylece Britanya Devleti, Reform çağında doğan özgürlük ve hoşgörü ideallerine uygun bir tarihin en yüce aşamasıydı.

Bu görüşe bir de keşif ve deneyleri yücelten bir insan anlayışı ekleniyordu. Lebensphilosophie (yaşam felsefesi) denilen bu hareketin ideologları arasında Wilhelm Dilthey, Oswald Spengler ve Max Scheler gibi emperyalistler ve dışa dönük bir çeşit toplumsal Darvinizm olan bu düşünceye sempatiyle yaklaşan Nietzsche bulunuyordu. Bu biyoloji akımının çevresinde Gobineau’nun kimi düşüncelerini yeniden ele alan Gidding gibi geleceğin üstün insanlarını öven, daha çok İngiliz olan bu yeni idealizmle Alman olan biyolojizm arasında bir bağ yaratan bilim adamları, sosyologlar, insan dölünü ıslah yanlıları yer alıyordu. Bu süreç Houston Steward Clamberlain adlı, sonradan Alman Kayzeri II. Wilhelm ‘in uyruğu olan (ve arada bir çeşit çöpçatanlık yapan) Britanyalı tarafından ateşlenmişti. Karşılıklı yaratılan bu bağlar emperyalizm ile Nazi ırk­çılığı arasındaki ilişkiyi daha açık görmemizi sağlıyor. 

Emperyalizm çağında fatihler yayılmacılığın politikanın nihai amacı olduğu düşüncesini muzaffer kıldılar. Boyunduruk altında tutulan halklar fatihlerin yasalarını tanı­maz olunca, dıştan gelen baskılar içeride baskıcı bir yönetim kurma riskini taşımıştır. İlk olarak Burke’ün hissetmiş olduğu gibi, İrlanda’nın durumu buna bir örnek oluşturur.

Britanya imparatorluğu, ancak bir Ingilizin Lancashire’de olduğu gibi bir yurttaş olduğu dominyonlarında Roma imparatorluğunun eşdeğerlisi olabilmiştir. Egemenlik altındaki diğer topraklarda, yalnızca boyunduruk altındaki halkların gelenek ve kurumlarını yıkarak yaşayıp serpilebilen bir egem en insan tipi söz konusudur. Fransız imparatorluğu daha değişik konum da olmuştur; söylem de yasanın herkes için aynı olduğu varsayılsa da, söz konusu toprak ister département (il), ister protectorat (himaye edilen ülke) ya da colonie (sömürge) adını taşısın, bu teorinin karşısına sömürgeciler ya da çeşitli çıkarlar dikilmiştir. Denizaşırı topraklardaki Fransızlar yerliler karşısındaki üsünlüklerini metropol karşısında kanıtlama gereğini kabul edilemez buluyorlardı.
Britanyalıların, maden işçilerinin, Gallilerin ya da savaş mağdurlarının kaderi siyasal yaşamın merkezi olmaktan çıkıp da yerine Fachoda veya Bechuanaland getirilince emperyalizm ile ulus birbirinden ayrıldı. Sömürgeci yayılmacılık tüm iç sorunların çözümü haline geldi: Yoksulluk, sı­nıflar arası mücadele, nüfus artışı. B unun “o rtak” çıkarları temsil ettiği, partiler “üstü ” olduğu iddia edildi. Yani, sö­mürge toprağında, yönetici ya da yerleşimci kendini her şeyden önce Fransız ya da İngiliz olarak görüyordu; ne sağcı, ne solcu. Kendini yaptığı iş ya da toplum sal işlevi ile değil geldiği ırk ile tanım lam aktaydı. Seçkin sınıfı tanımlayan, baskıyı meşru kılan onun ırkıydı.

Irk teorileri elbette sömürgecilikten, emperyalizmden önce de vardı, ancak bu teoriler pek yankı bulmuyordu. Emperyalizm bu düşünceleri ete kemiğe büründürdü ve yaygınlaştırdı. Bu teoriler, “seçkin” bir grubun hâkimiyetini, bir ırkın diğer Avrupalılara üstünlüğünü benzeri savlarla meşrulaş­tırarak çok özel bir totalitarizm şeklinde kıta Avrupasına varana kadar uygulama alanı buldu.

Marc Ferro
Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi
13-20 Yüzyıl
İmge Yay

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Gökkuşağı Günleri – Antonio Skarmeta “Şili’de TV’de çıkan her şey Pinochet hakkında. Pinochet yanlısı olmayan biri ekrana çıkarsa mutlaka kelepçelenip terörist ilan edilir”

Next Story

Entelektüeller ve Cezayir Savaşı: Ya Savaştan Sonra?

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ