Voltaire de Montesquieu gibi toplumlara egemen kanunları arıyordu; fakat tarihî veriler konusunda büyük bir “şüphecilik” içindeydi.

Zaten en önemli eserini dostu Marquise du Chatelet’nin tarihî bilgilerin doğa bilimlerine göre ne kadar geri kaldığından şikâyeti üzerine kaleme almıştı. Ona göre 16. yüzyıla kadar gerçeklere sadık bir tarihçilik anlayışı oluşmamıştı. Bossuet gibi “en âlim, en ikna edici” yazarlar bile “yanlışların tahtını yıkacaklarına, onu yer yer süslemeyi” yeğlemişlerdi.[15] Durum ancak 15. yüzyıl sonlarında değişmeye başlamıştı. “Matbaacılık ve bilimlerin gelişmesi ile Grégoire de Tours’dan (6. yüzyıldan) beri manastırlarda saklanan gülünç kroniklerin devri tamamlanmış, nihayet bazı gerçeklere sadık tarih kitapları yazılmaya başlanmıştı”.[16] Böylece “Avrupa ve her ulus kendi tarihçilerine sahip olacaktı”. Voltaire’in 16. yüzyılı “ulusal tarih”lerin yazılmaya başlandığı yüzyıl olarak görmesi ilginçtir. “Özellikle, diyor düşünür, vatanının tarihine bağlanmak, onu incelemek, ona sahip çıkmak, ayrıntılarına girmek ve başka ulusları da daha genel hatlarıyla görmek gerekir”.[17]

Bu konuda Voltaire’in kendi yöntemi ne olmuştur?

Voltaire de, yine Montesquieu gibi, mümkün olduğu kadar veri topluyor, fakat bunlardan sadece “insan zihninin doğuşunun, çöküşünün ve yeniden doğuşunun bizzat kendisi tarafından anlaşılmasında yol gösterici olacak” en önemlilerini dikkate alıyordu. Bir mektubunda tarihî yazılarına gönderme yaparak “yaklaşık on iki savaştan hiç söz etmedim, diyordu, çünkü insan zihninin tarihini yazıyorum; gevezelik yapmıyorum”.[18] Cassirer’in işaret ettiği gibi, Montesquieu ile aralarındaki temel fark da buradan kaynaklanıyordu. Montesquieu için “tarihî dünyanın merkezi, siyasal hayat idi” ve Devlet’i oluşturan “kanunların esprisi, ulusların esprisi ile buluşuyordu”. Buna karşılık Voltaire’de “espri kavramı daha geniş bir anlam kazanıyor ve tüm içsel hayatı, insanlığın kendi bilincine varmadan önce geçirdiği tüm dönüşümleri kapsıyordu”. Bu niteliğiyle Voltaire tam bir “ilerlemeci” düşünürdü.[19] Ancak bu “ilerleme” anlayışının kökeni geçmişteki diyalektik çelişkilere değil, ileriye dönük sürekli bir aydınlanma olgusuna ve bunu sağlayan (XIV. Louis, II. Frederik, II. Katerina gibi) ilerlemeci monarklara dayanıyordu. “Geçmiş zamanlar hiç yaşanmamış gibidir; diyordu Voltaire; daima içinde bulunulan ve ulusların ulaşmış oldukları noktadan hareket etmek gerekir”.[20] Bu bağlamda “tarihin, akıl tarafından az veya çok aydınlanmış insan iradesinin ve insan hırsının ona verdiği anlam dışında bir anlamı yoktu”.[21]

Voltaire’in tarih felsefesinde zamansal kopukluklar olduğu gibi, mekânsal kopukluklar da vardı. Evrensel tarihte Hristiyanlığın dışında, birbirinden ayrı ve bağımsız birçok uygarlıklar yer almıştı. Bu nedenle düşünürün, Montesquieu’nün “Doğulu despotizm” adı altında topladığı rejimlere yoğun bir ilgi duyması da doğaldı. Gerçekten, Montesquieu, “Doğulu despotizm” kavramıyla nasıl bir toplum paradigması tasavvur etmişti? Buna Voltaire’in itirazları neler olmuştu? Ve bütün bunların toplumsal tarihsellik açısından anlamı neydi?

Taner Timur
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
Yordam Kitap

Previous Story

Cemal Süreya: “Başka sanatçıları sevmeyen, hiçbir hayranlık duygusu kalmamış bir sanatçı artık ölmüş bir sanatçıdır. “

Next Story

Jean-Jacques Rousseau: “Egemenlik Başkasına Geçirilemez”

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ