Site icon insanokur

1968 Devrimci Eğitim Şurası / Komisyon 4: Bugünkü Eğitîm Kurumları Ve Yenî Kurumlara İhtiyaç

1968 DEVRİMCİ EĞİTİM ŞURASI / KOMİSYON 4:
BUGÜNKÜ EĞİTÎM KURUMLARI VE YENÎ KURUMLARA İHTİYAÇ

Adem YILDIZHAN
Cahit BATMAZ
Cihat ARIKAN
Ekber DOĞAN
Idris BERBER
İdris YILMAZ
îzzet TÜRKMEN
Kemal ÖZAR
M. Rauf İNAN
Mehmet SAZAK
Mustafa AKAN
Rıfkı ACAR
Şaban ÖZ
Şevket ÜZÜN
Yaşar ÇELİK

Bildiriler:
1) Herkese Açık Eğitim Kurumlan; Şefik UYSAL.
2) Üniversite ve Yüksek Okullar; Öğrenci Örgütleri
Dayanışma Kurulu, Ankara Yüksek Okullar
Talebe Birliği.
3) Araştırma ve Uzmanlık Kurumlan; Osman N.
KOÇTÜRK.
4) Çalışanların Çocukları; Osman K. AKOL.
5) Halk Eğitimi; Cevat GERAY.
6) Beden Eğitimi; Ruhi SEL.
7) Din Eğitimi; Fehmi YAVUZ.

“Kurtuluş Savaşı günlerinin büyük yokluktan içinde
bizi yetiştiren ve besliyen Türk toplumu, hepimizden, vaktinde
yerine getirilmesi gereken görev ve hizmetler beklemektedir.
Aslında bu görev ve hizmetlerin ödenmesi gereken
zaman gelip geceli çok olmuştur.
Ezilen uluslara örnek ve önder olan Kurtuluş Savaşımızdan
sonra. Kurtuluş savaşlarını bütünleyen temel yaps.
değişikliğini sağlıyacak köklü reformları yapmalı; toprakta,
maliyede, eğitimde ciddi tedbirler almalı ve ulusumuzu,
içerde ileri, borçsuz, bayındır; dışarıda “tam bağımsız” duruma
getirmeliydik. Kurtuluş Savaşından sonra, büyük çoğunluğu
tarlada, tezgâhta çalışan halkımızın tümünü ilköğretimden
geçirmeli; ona orta ve yüksek öğretim kurumlarının
kapılarını açmalı; onu hiçbir bakımdan yad’a yabana
muhtaç olmayan, çağdaş anlamda bilgi ve beceri sahibi,
başı dik bir ulus haline getirmeliydik.”

ŞÜRA’NIN YÖNETİMİ

BİLDÎRÎ:
HERKESE AÇIK GENEL EĞÎTtM KURUMLARI

Bildiriyi sunan:
Şefik UYSAL
Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi

Devrimci Eğitim Şurasının diğer çalışma gruplarında, gelişmekte olan
memleketlerde, özellikle yurdumuzda, eğitimin rolü, tanımı ve şekillendiril»
mesi ile ilgili tartışmalar yapılmıştır. Biz bu konuşmamızda herkese açık
olması gereken ilk öğretim ve orta öğretim kurumlarını ele alıp, bugünkü
durumlarını tartışıp bazı önerilerde bulunmak isteriz. Herkese açık olması
gereken teknik ve meslekî öğretim kurumları ile diğer bazıları başka çalışma
grupları tarafından ele alınacaktır.
Bildiğimiz gibi, gelişmekte olan yurdumuzda eğitimin temel amaçlarından
biri ve en önemlisi gelişmeyi hızlandıracak ve olumlu sonuçlara ulaştıracak
nitelikte ve sayıda bireylerin yetiştirilmesidir. Eğitim, böylece, toplumdaki
bireylerin ayrıntılı yeteneklerini teşhise ve bu yeteneklere göre bireyleri
yetiştirme olanaklarına sahip olmalıdır. Eğitim bu görevleri yerine
getirirken, toplumun yapısı, değişmesi, ilgi grupları ve ihtiyaçları gibi çeşitli
değişkenlerini de diğerleri yamnda dikkate almak zorunluluğu içindedir.
Çok geniş anlamı ile düşündüğümüz zaman eğitim birey ve toplum ihtiyaçlarım
karşılamakta ve bunlan yurt yararına en olumlu şekilde yöneltmekte
etkin bir araçtır. O halde eğitim kurumlarının amaçlan ne kadar belli, açık
ve aynntılı olursa, bu kurumlar, o derece, topluma ve bireye yardımcı olurlar.
Halbuki, bugün, gözlenen, devrimci görünen, aslında devrimle ilgisi olmayan
bir “psoda – ıslâhat” özelliği gösteren değişikliklerin yapılageldiğidir.
Anayasamızda açıkça belirtildiği gibi ilk ve orta öğretim kurumlan diğerleri
yanında herkese açık olan kurumlardır. Bu hiç bir değişik yoruma
imkân vermeyecek şekilde ilk ve orta öğretimde fırsat eşitliğini ve eşit eğitim
olanaklarını öngörür. Yani yurdumuzun neresinde olursa olsun birey,
Anayasamızın, himayesinde genel öğretim yeteneği hangi seviyede olursa
olsun ilk ve orta öğretim kurumlannda eşit eğitim olanakları içinde yurduna
faydalı olmak amacı ile eğitilmek hakkına açıkça sahiptir.
Şimdi bu kısa girişten sonra, yurdumuzda herkese açık olması gereken
ilk ve orta öğretim kurumlarımızla son durumlannı bazı yönleri ile eleş?
tirelim.

İLKÖĞRETİM
Yurdumuzda köy ve şehir toplumları, toplumsal değişkenler yönünden
önemli farklılıklar göstermektedir. Bu bir çok araştırmalarla açıkça saptanmış
bir olgudur. O halde ilk öğretim kurumlarımızı bu iki toplumsal yapıya
göre düşünmek kaçınılmaz bir sonuçtur. Halkımızın hemen hemen yüzde
75’inin köy toplumunda yaşadıklarına göre köy eğitimi yurdumuz için
kendiliğinden önem kazanır.

a) Köy Okulları
Köylerimizde okul çağında bulunan çocuk sayısı son bilgilere göre yuvarlak
olarak 5 milyon civarındadır (1). Konuyu önce sayısal olarak, yani
okula giden ve gitmesi gerekenlere göre düşünürsek, 1967 -1968 ders yılında;
Kız : 1.015.739
Erkek : 1.625.031
Toplam : 2.640.770 köy çocuğu okula devam etmektedir. Burada okul
çağında olan 5 milyon çocuk sayısı ile devam eden 2.640.770 çocuk sayısı arasındaki
farklılığa dikkati çekmek isteriz. Hemen hemen 2.5 milyon köy çocuğu
okul çağında olduğu halde öğretim ve eğitimden mahrumdur. Yani
her 100 köylü çocuğunun 50 si okula gidememektedir. Bu durumda köylerimizde
eğitim ve öğretim söz konusu edildiği zaman bir fırsat eşitliği olduğu
düşünülebilir mi? Ve üstelik 222 sayılı kanunun 6. maddesinde açıklıkla ve
kesinlikle belirtilen mecburî ve halka açık köy ilkokullarının yurdumuzun
her köşesine ulaştırıldığı iddia edilebilir mi? Bu çekişmenin bir diğer yönü
de; psikolojiktir. Bir taraftan ilköğretim kanunen mecburidir. Diğer taraftan
Anayasamız ilköğretim kurumlarının devlet tarafından kurulması ‘ ve
öğretimin bedava olmasını öngörmüştür. Ve köyünde okul olmadığı içi.a
okuyamayan binlerce köy çocuğu. Biz yurttaşı çocuğunu okula gönderme-:
ye “mecbur” ediyoruz ve bu “mecburiyetini” yerine getirmek istediği za-:
man gerekli kurumu köyüne götüremiyoruz. Acaba bu yurttaş hangi duygusal
karışım içindedir? Tahmini güç değil. Bu durumun bir başka yönü
daha var. Bir çok köy öğretmeni arkadaşlarımız kız çocuklarının okula devamını
sağlamakta ciddî güçlükler içindedir. Çünkü kanun okulu olan köy-,
ler içindir. Kız çocuğunu okula göndermemeye niyetli bir köylü yurttaşın
kendien göre talihsizliği köyünde okulun olmasıdır. Eğer köyünde okul olmasa
idi böyle bir sorunu da olmayacaktı. O halde, görülüyor ki bu durum,
bir taraftan fırsat eşitliği yönünden eleştirilirken, diğer yönden bunun yurttaşların
kanunlara karşı gelişen tavırları yönünden de ciddî olarak ele
almak gerek.
Bu biçimsel görünümden sonra kısaca köy eğitiminin mahiyetine değinelim.
Kanımızca köy ilkokulları içinde bulundukları topluma yararlı ola-
(1) TÖDMF, Öğretmenliğimizin 120. yılında Eğitim durumumuz, Ankara 196K
bilmeleri amacı ile ciddî olarak ele alınmış görünmemektedir. Önceden de
belirttiğimiz gibi yurdumuzda köy ve şehir toplumları arasındaki açık farklılıklar
ister istemez köy çocuklarının öğretim ve eğitimini ayrı olarak ele
almayı gerektirmektedir. Hattâ konu biraz daha ayrıntılı düşünülürse, yurdumuzdaki
coğrafî bölgeler arasındaki çeşitli farklılıkların dahi öğretim,
mahiyetine etki edebilmelidir. Eğitim ve öğretim memleketler arasında çeşitli
anlamlara gelebileceği gibi köy ve endüstrileşmiş toplumlar için de ayrı
anlamlarda olmalıdır. Bu düşünceye karşılık yurdumuzda köy ilkokulları
ile şehir ilkokulları arasında müfredat ve program yönünden önemli farklılıklar
göstermemektedir. Bu arada 1946 yılında başlatılan ve esefle kaydetmek
gerekir ki geliştirilmeden yozlaştırılan köy eğitimi anlayışı bu eleştirmemizin
dışında kalmalıdır. Bugün için köy ve şehir ilkokulları ufak bazı
değişikliklerle ayni müfredatı ve programı uygulamaktadır. Bu programların
hazırlanışında kendi toplumsal özelliklerimiz ve olanaklarımız dikkata
alınmadan başka memleketlerden aktarıldığım yada adapte edildiğini iddia
etmemiz isabetsiz olmasa gerek. Hepimiz biliyoruz ki çeşitli zaman dönemlerinde
yurdumuz eğitim sistemi ya Fransız, ya Almanya, yada Amerikan eğitim
sistemlerine benzetilmeye çalışılmıştır. Şimdilerde nedense Amerikan
Eğitim sistemi, eğitimdeki değişmelerimizin temel referans kaynağı olmaktadır.
Bunun son tipik örneğini, ilkokullar için hazırlanan Deneme Programı
Taslağında görüyoruz. Bu program önce Bolu ve İstanbul’da eğitim olanakları
yönünden oldukça iyi durumda olan bir kaç okulda denenmiş ve faydalı
görüldüğü iddia edilerek kademeli olarak bütün yurda teşmili düşünülmüştür.
Bir çok uzmanların uyarmalarına rağmen ciddî bir şekilde faydalılık
derecesi dahi saptanmayan bu deneme programının uygulandığı 14
ilimizin köy ve şehir ilkokullarında olumlu sonuçlar verdiği yönünden elde
hiç bir bilimsel veri mevcut değildir.
Esasen bu programın hele köy ilkokullarında olumlu sonuçlar vereceğini
düşünmek yurdumuz koşullarını bilmemek demektir. Programın öngördüğü
okulun fizikî koşullan, kitaplık, öğretmen ve diğer öğretim ve eğitime
etkin değişkenlerin hemen hemen hiç biri köylerimizin büyük bir çoğunluğuna
uygun düşmemektedir. Ayni iddia, rahatlıkla birçok şehir ilkokulları
için de yapılabilir. O halde neden uygulanması olanaksız bir program üzerinde
diferiilir? Nitekim bu nedenin kısmen de olsa cevabı öğrenilmiş olunacak ki,
gazete haberlerinden öğrendiğimize göre yeni bir İlkokul Programı hazırlan
mış ve illere gönderilmiştir. Bu yeni program hakkında bilgimiz olmadığı
için eleştirmemiz mümkün değildir. Yalnız bütün eğitim sorunlarımızda olduğu
gibi, bu programın da bir deneme – yanılma metodu izlenerek ortaya
çıkarıldığı kanısındayız. Merkezi Eğitim sisteminin en kesif olarak uygulandığı
yurdumuzda, bu yeni programın da şehirlere göre düşünülüp köylere
uygulanmak isteneceğini kuvvetle muhtemel kabul etmekteyiz. Ayrıca bu
yeni program eğitim uzmanlarımızın bilgilerine sunulmadığına göre yine
bazı yabancı uzmanlar yada yabancı memleketlerde bilgi ve görgülerini arttıran
Eğitim Bakanlığı ilgililerince hazırlandığını tahmin etmek güç değildir.
Millî Eğitim Bakanlığımız tarafsız eğitim uzmanlarının hemfikir olduklan
şu hususu her zaman hatırlamalıdır. Bir yabancı memlekette uygulanan
sistem o memleket için faydalı olabilir. Bir diğer memleket için de
ayni derecede faydalı olabileceğini düşünmek eğer bir özenti değilse bir bilgisizlik,
kendine güvensizlik belirtisi olarak kabul edilmelidir. Bu düşüncemizle,
mukayeseli eğitimi reddetmiyor, sadece faydalılığın sınırlı olabileceği
üzerinde durmak istiyoruz. Eğitim millî olmalıdır. Yani, kısaca, yurdumuzun
olanaklarına uygun ve kalkınma çabamıza katkıda bulunabilmelidir.
yine köy okullarının olumlu çalışmalar yapabilmesi kaliteli ve köye
oygun yetiştirilmiş öğretmenle mümkündür. Bugünkü öğretmen okullarımız,
öğretmen adaylarına köy öğretmenliğinin gerektirdiği bilgi ve becerileri
kazandırmakta mıdır? Bu sorunun cevabı herhalde evet olmamalıdır. Çün-.
kü bir köy ilkokulu öğretmeni, öğretim metotları, ilkel bazı eğitimsel ve
psikolojik bilgiler dışında bazı beceriler kazanmak zorundadır. Burada bir
araştırma bulgusundan söz etmek faydalı olacaktır. 1962 yılında yapılan ve
“Köy Araştırması” adı ile tanınan bir çalışma sonucu görülmüştür ki, köylülerimizin
ancak yüzde 3’ü, köyündeki öğretmene müşküllerim çözümleyebilir
ümidi ile başvurmaktadır. Köylülerimiz müşküllerinin çözümünde genellikle
muhtarı (yüzde 37) tercih etmektedirler. Bu bulgu açıkça tezimizi
desteklemektedir. Yani köy öğretmeni mesleki bilgilerinin yanında, yardımcı
bazı becerilere sahip olmadıkça köylüler tarafından benimsenmemekte
dolayısı ile yararlığı sınırlı kalmaktadır. Örneğin, tarımda bilgi ve beceriler,
ilkel sağlık bilgi ve becerileri gibi. Halbuki bugünkü öğretmen okulları,
programlan itibarı ile tipik eğitim bürokratları yetiştirme yönünde görünmektedirler.
Köy ilkokullarımızda öğretmen sorunu zannımızca en ciddi sorunlardan
biridir ve süratle çözüm beklemektedir. Bu sorunun yanında bir
de öğretmenlik formasyonu hiç almamış yada sınırlı olarak almış bir grubu
söz konusu etmemiz gerek. Yine TÖDMF yayınından öğrendiğimize göre
bugün köylerimizde,
7317 Vekil öğretmen
2513 Geçici öğretmen
1000 Yedek subay Öğretmen olmak üzere toplam 10.830 öğretmen
vardır. Görülüyor ki köylerimizde öğretmenlik yapan her beş kişiden
biri formal bir meslek eğitimi görmemiştir. Köy öğretmenliği zorlu bir
bir görevdir. Bu anlaşılmalıdır artık. Bu sorunun üzerine ciddî olarak eğit
mek zamanı gelmiş ve geçmektedir. Öğretmenlik özellikle köy öğretmenliği
bir meslektir. Herkesin öğretmen olabilmesi mümkün müdür? Önce Millî
Eğitim Bakanlığı öğretmenliği bir meslek olarak kabul etmelidir artık. Aksi
halde bugün olduğu gibi her yıl artan sayıda nitelikleri arzu edilmeyen
seviyede diplomalı mezunlara sahip olmak kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.
Nitekim köy okullarını takiben orta dereceli her tür okullara girişte köy
çocukları şehir okullarından mezun olanlara göre mukayese edildiğinde geri
kalacaklardır. Bugün tahminimizce sadece 60.000 civarında köy çocuğu
orta dereceli okul ve meslek okullarına devam edebilmektedir. Böylece, öğretmen
sorunu halledilemediği için, ilkokulu bitirdikten sonra üst okullara
girmede yüz binlerle köy okulu mezunları bir dar boğaza itilmiş olmaktadırlar.
Bu boğazı aşabilmek bilginin dışında ayrıca bir ekonomik gücü de
gerektirmektedir. Bu tabiatı ile ayrı bir sorun. Yalnız, sonuç olarak, görünen
odur ki köy çocukları için ileri öğrenim olanakları çok sınırlıdır.
En hazini, okuma çağındaki çocuklarımızın büyük bir çoğunluğunu teşkil
eden köy okulu öğrencileri ve mezunlarının daha etkin bir öğrenim alabilmeleri
için ileriye ait ciddî bir plânm da olmayışıdır. Böyle bir plânı görmek
zannımızca eğitimcilerin büyük sevinci olacaktır.
Buraya kadar köy ilkokullarına özgü bazı sorunları ele alıp özetledik.
Şimdi de şehir ilkokullarının sorunlarını ve köy ilkokulları ile olan ortak
noktalarını konu edinelim.

b) Şehir İlkokulları
Şehir ilkokullarımız, köylerimize göre daha şanslı durumda görünmektedirler.
1967 -1968 yılında şehir ilkokullarında 1.851.462 öğrenci vardır. Bunun
822.572 si kızdır. Şehir ilkokullarında bile ortalama 200.000’e yakın okul
çağındaki kızlar okula devam etmemektedirler (2). Özellikle küçük kasabalarda
okul çağında olup da bazı nedenlerle okula devam etmeyen yada edemeyen
çocuk sayısı hiç de küçümsenecek oranda değildir.
Şehir ilkokullarımız fizikî olanakları bakımından tatminkâr olmaktan
çok uzaktır. Büyük illerimizde dahi bunu gözlemek mümkündür. Hemen
?hemen bütün şehir ilkokulları öğrenci velilerinin adeta himmetlerine terkedilmiş
gibidir. Öğrencilerin gelişiminde öğrenci – öğretmen işbirliğini sağlamak
amacı ile kurulmuş olan Okul-Aile Birlikleri bugün bu amaçlarından
tamamen uzaklaşmış ilkokullara araç-gereç sağlayan kurumlar haline dönüştürülmüştür.
Bu Anayasamızın “İlköğretim mecburi ve devlet tarafından
sağlanır” ilkesine aykırı bir durumdur. Böylece şehirlerde sosyo – ekonomik
bakımdan oldukça iyi olan semtlerdeki okulların olanakları ile, diğerleri arasında
önemli ayrılıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Eşit eğitim olanakları,
böylece, sözde ve kayıtlarda kalmaktadır.
İlkokullarımızda öğrencileri bilimsel yollarla ve sistematik olarak tanımak
için öğretim – eğitime yardımcı servisler yoktur. Örneğin, rehberlik, psikolojik
yardım v.s. gibi. Bütün bu faaliyetler zaten öğretim işleri ile yoğun
bir çalışma içinde olan öğretmene bırakılmıştır.
Öğretime yardımcı bu hizmetler Bakanlığımızca öylesine benimsenmemiş
ve ihmal edilmiştir ki, 9 ilimizde halen mevcut Rehberlik ve Araştırma
Merkezleri de gün geçtikçe biraz daha yozlaşmaya terkedilmiştir. Sonunda
da, olumsuz bir davranış belki de bu kurumları tamamen ortadan kaldıracaktır.
Çünkü yurdumuzda eğitim ve öğretim, okul açmak, öğrenci kaydetmek va
üç-beş öğretmen tayin etmekten öteye bir faaliyet sayılmamaktadır.
(S) TÖDMF, Öğretmenliğimizin 120. yılında Eğitim Durumumuz, 1968, Ankara
İlkokullarımızda sınıflar bireysel ilgiyi köstekleyecek şekilde kalabalıktır.
Hele büyük illerimizde. Bunun sonucu olarak ikili-üçlü öğretime gidilmiş,
böylece öğrenme teorilerinin gerekleri bir yana itilmiştir.
Üç-dört yıldır uygulanmakta olan ilkokullar yönetmeliğinin sonuçlan
henüz alınmaktadır. Meslektaşlarımızdan topladığımız ilk bilgilere göre ilk
devrede sınıfta kalma olmadığından üçüncü sınıflarda bariz bir yığılma gözlenmektedir.
Bu yüzden, örneğin; güçlükle okuyup yazabilen bir öğrencinin
yanında çok ileri seviyede bir diğer öğrenci ayni sınıfta ayni programı takip
zorunda bırakılmıştır. Bireysel ayrılıkların bu kadar geniş olduğu bir grupta
öğretmenlik yapabilmenin güçlüğünü meslektaşlarım çok iyi takdir
ederler.
İlköğretim kurumlarımızın beslenme saatleri adı altındaki programlan
da hazin bir eğitimsel hatadır. İlköğretim çağındaki çocuklarımızın günüm
belli saatlerde beslenmeleri yararlıdır. Yalnız halka açık bu kurumlarda bu
tür uygulamanın bir eğitimsel değeri de olmalıdır.
îlk zamanlar Amerika’dan gelen süt tozundan yapılan süt ve ayranlar
beslenme saatlerindeki ana gıdalar olmuştur. Kendi yurdunda bir başka
memleketten gelen gıdayı alan ve almak zorunda bırakılan çocuğun duygusal
hayatındaki gediği ilerideki yıllarda kapamanın güçlüklerini yavaş yar
vaş hissetmekte olduğumuzu kabul edelim. Çocuklanmız çeşitli sosyo-ekonomik
gruplardan gelmektedir. Süt yada ayranın ” yanında verilen gıdalar
çocuk velileri tarafından temin edilmektedir. Süt tozunun bazı sakıncalan
görüldüğünden şimdi beslenme sadece öğrenci velilerine bırakılmıştır. Her
öğrenci velisinin ekonomik gücünü getireceği gıdada görmek mümkündür.
Yalnız bunun yanında fakir bir velinin geri kalmamak için geçirdiği ekonomik
bunalımı, yada buna imkân olmadığı hallerde fakir bir çocuğun içine
düşeceği ruhsal bunalımı düşünmekten kendimizi alakoymak mümkün müdür?
Eğer beslenme gerekli ise mecburi ve bedava olan bu öğrenim döneminde
devlet bunu sağlayabilmelidir. Yalnız bu mu? Halka açık ve bedava
öğrenim vermesi gereken bu kurumlarımızda öğrencilerden talep edilen istekler,
aidatlar, yardımlar ayrıca fakir çocuklar için ciddi endişe kaynaklarıdır.
Köy ilkokulu öğretmenlerimiz için de ayni olan bir başka sorun öğretmenlerimizin
hizmet içi eğitimidir. Millî Eğitim Bakanlığı Eğitim Birimi’-
nin bu yöndeki çalışmaları oldukça sınırlıdır. Malî güçleri yetersiz olan öğretmenlerimiz
meslekî yenilikleri takip edememektedirler.
ilköğretim kurumlarımızın bugünkü durumlarını kısaca ve bazı yönleri
ile eleştirdikten sonra bazı önerilerde bulunmak isteriz:
1. Okulsuz köyler süratle okula kavuşturulmalıdır.
2. Bölge okullarının yapımına ve başlatılmasına hız verilmelidir.
3. Köy ile şehir ilkokullarımız müfredat programları yerli uzmanları
mızca (psikologlar, sosyologlar, eğitimciler v.s.) gözden geçirilmeli
ve bilimsel verilerin ışığında yurdumuz köy ve şehirlerinde uygulanabilecek
özellikte hazırlanması sağlanmalıdır.
4. Yeni bir köye ve şehirlerimize uygun müfredat programlan halkımızı
eğitime motive edecek, öğrenci devamı bilinçli ve istekli olarak sağlanabilecektir.
5. Köye uygun öğretmen yetiştirmek amacı ile yine yeril uzmanlarımız»
ca planlanacak yani, öğretmen yetiştiren kurumlara şiddetle ihtiyaç
vardır. Bu ya mevcut kurumların revizyonu yada yeni kurumlarla
sağlanabilir. Adı önemli değildir. Önemli olan köye uygun öğretmen
sorunudur.
6. İlköğretimde alınacak bütün tedbir yada getirilecek yenilikler bilimsel
verilerin ışığı altında olmalıdır.. Bugün olduğu gibi Talim ve Terbiye
Dairesi üyelerinin ekseriyetini temin eden parmak sayışma göre
devrim yaptığımızı iddia etmemeliyiz. Yerli eğitim ve eğitime yardımcı
dallardaki uzmanlarımız vardır ve beynelmilel ölçülere göre
dahi yeterlidirler. Millî Eğitim Bakanlığı bu uzmanlardan mutlaka
ama mutlaka yararlanma yollarını aramalıdır.
7. İlköğretim mecburî ve bedavadır. Buna göre devlet yani Millî Eğitim
Bakanlığı ilköğretimdeki bütün faaliyetlerin gereğini yerine getirmelidir.
Fırsat eşitliği, ve eşit eğitim olanakları ilkeleri ancak
bu yolla sağlanabilir.
8. Öğretmen eksikliği mutlaka formal meslekî eğitim görmüş olanlardan
tamamlanmalıdır. Öğretmenlik bir meslektir.
% Yukarda belirtilen, ayrıca düşünülmesi muhtemel diğer başka önerilerimizin
birçoklarının gerçekleşmesi malî kaynaklan öngörür.
Bunun için hükümetimizin bazı kaynaklan harekete geçirmesi gerekir.
Örneğin; çok cüzi bir ilköğretim vergisi, Toto gelirlerinden bir
miktarın ayrılması, vasıtalarda vergi ihdası (sigaralarda Millî Savunma
vergisi olduğu gibi) düşünebilecekler arasındadır. Malî kaynak yönünden
önemli bir nokta şudur. Millî Eğitim Bakanlığına tahsis edilen
bütçenin harcanmasındakî priorite (öncelik) önemli bir noktadır.
Bir tahsisin ilköğretime özellikle köy öğretimine verilmesi gibi bir
durumda hangisinin tercih edileceği önemlidir.

ORTA ÖĞRETİM
Yurdumuzda orta öğretimi genel ve meslekî ve teknik öğretim olmak
üzere iki genel grupta düşünmekteyiz. Meslekî ve teknik öğretim kurumlan
bir diğer grupta tartışıldığına göre biz bu konuşmamızda sadece genel orta
öğretim kurumlarını, yani ortaokul ve liselerin durumlarını eleştireceğiz.
Ortaokul ve liselerin genel amaçlarına göz attığımız zaman şu iki ortak
amacı kolaylıkla gözleyebiliriz:
a) Bu kurumlar öğrencileri hayata hazırlar, ve
b) Bu kurumlar öğrencileri bir üst eğitim seviyesine hazırlar.
ilk amaç, mezun öğrencilerin iyi bir yurttaş, ekonomik anlamda iyi bir
üretici ve tüketici olarak yetiştirilmelerini öngörür, ikinci genel amaç ise, tamamen
akademik anlamda, ortaokulun münhasıran liseye, lise mezunlarının
üniversite ve yüksek okullara hazırlamayı gerektirir.. 1967 -1968 ders yılında
otraokul ve liselerimizde toplam olarak 717.000 öğrencinin mevcut olduğunu
öğreniyoruz.
. . . 1. Konuyu, yine, ilk olarak sayısal anlamda ele alalım. 1960 Genel Nüfus
Sayımı verilerine dayanılarak 1964 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Test
ve Araştırma Bürosunda yapılan bir araştırma sonuçlarına göre durura
şöyledir (3) :

1960 GENEL NÜFUS SAYIMINA GÖRE ORTAOKULDAN
MEZUN OLANLARIN ÎLİN NÜFUSUNA GÖRE YÜZDELERİ
En Yüksek Altı İl
…………………..Yüzde
1.İstanbul……….8.4
2.Ankara………..4.6
3.izmir…………..3.3
4.Eskişehir……..3.3
5.Kocaeli………2.9
6.Bursa………..2.0

En Düşük Altı İl
………………..Yüzde
1.Giresun…….5
2.Çorum…….5
3.Mardin……..4
4.Bingöl………4
5.Hakkâri……..4
6.Adıyaman…….3

Her ilin nüfusu ile ortaokul mezun sayıları dikkate alınarak yapılan bıı
sıralamada, batıdaki illerimiz ilk altı sırayı, doğudaki illerimiz ise son altı
sırayı işgal etmektedir. Türkiye ortalaması ise, bu araştırmaya göre yüzde
1.9’dur. Bir de lise mezunlarının, ayni ölçüye göre durumlarına bakalım.

1960 GENEL NÜFUSA GÖRE LİSEDEN MEZUN
OLANLARIN İLİN NÜFUSUNA GÖRE YÜZDELERİ
En Yüksek Altı İl
…………….Yüzde
1.İstanbul…4.5
2.Ankara….2.5
3.Kayseri…2.0
4.Konya….1.9
5.İzmir…..1.2
6.Kocaeli…1.1

En Düşük Altı İl
………………….Yüzde
1.Gümüşhane….1
2.Mardin……….1
3.Tunceli……..A
4.Bingöl……….1
5.Hakkâri……..1
6.Adıyaman…..0
Lise mezunları itibarı ile Türkiye ortalaması yüzde 0.7’dir. Yukardaki iki
tablo, orta öğretim kurumlarımızdan mezun olanların illere göre dağılımının,
yurdumuzda eşit eğitim olanakları ve fırsatları yönünden bir dengesizlik
içinde olduğunu göstermektedir. Bu eşitsizliğin bir göstergesi de Millî
(3) Millî Eğitim Bakanlığı, Test ve Araştırma Bürosu, Türkiye’de Eğitim
Seviyesi, Ankara – 1964.
148
Eğitim Bakanlığının illere göre tahsis ettiği eğitim ödeneklerinin nüfus başına
düşen miktarı olabilir. Şimdi bu rakamları görelim:

1960 NÜFUS SAYIMI SONUÇLARINA GÖRE
NÜFUS BAŞINA DÜŞEN EĞİTİM MASRAFLARI (4)

En Çok Altı İl
1.Ankara….106 TL.
2.İstanbul…86 TL.
3.Eskişehir…60 TL.
4.İzmir……..59 TL.
5.Kırklareli….52 TL.
6.İsparta….51 TL.

En Az Altı İl
1.Giresun……..26 TL.
2.Ordu……….25 TL.
3.Mardin……..24 TL.
4.Siirt………..24 TL.
5.Adıyaman…22 TL
6.Urfa……….22 TL.

Bu verilerden anlaşılıyor ki illere eğitim için sarfedilen miktar ile eğitim
seviyesi arasında bir bakışta anlamlı bir ilişki kurmak mümkündür. îllere
tahsis edilen eğitim ödenekleri çok büyük farklılıklar göstermektedir.
Bir taraftan Ankara (Eğitim seviyesi Ortaoku 14.6, Lise 2.5) nüfus başına
106 TL. alırken, diğer taraftan, örneğin; Adıyaman (Eğitim seviyesi, Ortaokul
için yüzde 0.3, Lise yüzde 0.0.) nüfus başına sadece 22 TL. almaktadır. Araştırmanın
tümünün vardığı yargı Eğitim seviyesi ve finansmanı itibarı ilo
yurdumuzu doğu ve batı diye iki grupta düşünmek mümkün. Ayni yargı ilk
öğretim için de doğru görünmektedir.
Bu verilerin ışığı altında her Türk çocuğu ,orta öğretim kurumları yönünden
eşit olanaklara sahiptir denilebilir mi? 1965 genel Nüfus Sayımına
göre yapılmış analizler elimizde yoktur. Yalmz genel kanımız bugünkü durumun
açıklanan durumdan pek farklı sonuçlar vermeyeceğidir. Bugün, biliyoruz
ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde bir çok orta öğretim kurumlan,
biçimsel olarak mevcuttur. Öğretmen ve ders araçları yönünden
bunların birçoklarını var saymak dahi mümkün olmayabilir.
2. Muhteva yönünden Ortaokul ve Liselerimiz bir karmaşıklığın içindedir.
Mevcut ders programları öğrencileri sadece bir amaca yöneltir anlamdadır
o da “öğrencileri bir üst eğitim seviyesine hazırlamak”tır. Okullarımızın
işleyiş biçimleri de bu amaca ulaşmaya yardımcı olacak niteliktedir.
Her dersin öğretmeni derse girer, konularını anlatır ve çıkar. Öğrencilerin
kişilik gelişimleri, duygusal gelişimleri, ilgililerinin gelişimleri ve ayrıntılı yeteneklerine
göre gelişimleri tamamen tesadüflere ve ailelerine bırakılmıştır.
Okullarımızın bu tür gelişimleri sistematik olarak sağlayacak ve öğrencileri
hayata hazırlayacak türde ciddi faaliyetleri yoktur. Ders dışı zamanlarda öğrencilerimiz
âdeta yalnızdır. Örneğin; öğrencilerin ders içi ve dışı sorunlarını
dinleyecek ve bazı çözüm yollarını gösterecek rehberlik servisleri, okul
(4)[ Millî Eğitim Bakanlığı, Test ve Araştırma Bürosu, Eğitim Finansmanı,
Ankara -1964]
psikologluğu gibi kurumlara yer verilmemiştir. Yakın bir gelecekte de eğitime
bu tür yardımcı olacak servisler ne düşünülmüş ve ne de plânlanmıştır.
Öğrencilerimize gösterdiğimiz, ders içi ve dışı, bu kişisel ilgisizlik doğal
olarak iki sonuç uortaya çıkarmıştır:
a) Öğrenim süresi içinde okulu terketmek,
b) Başarısızlık.
TÖDMF’nun (5) yayınından anladığımıza göre 1955 -1963 der s yıllan
içinde ortaokulu terkeden öğrenci oranı yüzde 47’dir, bu liselerde ise yuvarlak
olarak yüzde 40’tır. Bu sayı hiç de küçümsenecek oranda değildir.
Okullarımızdaki başarısızlık durumu ise daha da ciddidir. Millî Eğitim
Bakanlığı Test ve Araştırma Bürosunun yayınlarına göre ortaokul ve liselerimizde,
özellikle bazı derslerde, örneğin matematik ve yabancı dil gibi, başarısızlık
oranı oldukça yüksektir (yüzde 60 civarında). Başarısızlık ayrıca sınıf
seviyelerine göre de bazı farklılıkalr göstermektedir. Ortaokul ve Liselerin
birinci sınıflarında başarısızlık oranı ileri sınıf seviyelerine göre çok fazladır.
Bu da gösteriyor ki bir öğrenim sevyesinden diğerine geçen öğrenciler ciddî
sorunları çözme durumundadırlar. Bu sorunları tetkik gereklidir. Okullarımızdaki
başarısızlığın bir de ekonomik yönü vardır ki ilgililer nedense buna
hiç dikkat etmez görünürler. Eğitim bir yatırım konusudur. Bir ortaokul öğrencisi,
sadece devlete, ortalama olarak 1200 TL. sı bir lise öğrencisi 1600-1800
TL. sına mal olmaktadır. Sınıfta kalan bir öğrenci için devletin yaptığı bu
miktar yatırım kaybolmaktadır. Basit bir hesap yapalım. Ortaokul ve liselerimizin
birinci sınıflarında ortalama olarak öğrencilerin yüzde 4O’ı sınıfta kalmaktadırlar.
Bu sınıflarda yine ortalama olarak 200.000 öğrenci vardır. Demek
oluyor ki 80.000 öğrenci sınıfta kalmıştır. Öğrenci başına düşen yatırımı
(Lise ve Orta olduğu için) 1400 TL. sı kabul edelim. 80.000 X 1400 TL.:
112.000.000 TL. sı her yıl yurdumuzda faydasız bir yatırım miktarı olmaktadır.
Ayni hesabı ilk öğretim, orta öğretimin bütün sınıflan ve hele üniversite ve
yüksek okullar için yaparsak ortaya çok ciddi bir yatırım kaybı miktarı çıkar.
Bu hazin ve Eğitim Bakanlığı için esef edilecek bir durumdur. Kalkınma çabası
içinde olan yurdumuzda yatırıma ayırdığımız her kuruşun karşılığını almak
zorundayız. Bu görünmeyen yatırım kaybı, aslında israfı, eğitimde iyi
bir plânlamanın olmadığının bir ifadesidir.
Orta öğretimdeki başarısızlığın sebebini sadece öğrencilerimize ve velilere
yüklemek doğru bir tutum olamaz. Çünkü yurdumuzda orta öğretim kurumlarımızda
olan doğal bir seleksiyon sonucu, öğrencilerimiz genellikle, normal
yada normalin üstünde bir öğrenme gücüne sahiptir. Yani kendilerine öğretilecek
bilgileri kavrayabilecek yetenektedirler. Bunun dışında olanların toplamı
kanaatimizce dağılımın en altında kalan yüzde beşin pek az üstünde olabilir.
O halde başarısızlık sebeplerini, öğrenci dışında, açıkça eğitim sistemimizde
aramak doğru bir teşhis olur. Örneğin, Orta öğretim kurumlarımızda
çeşitli menşeli öğretmen vardır. Her öğretmen kendi hayat felsefesinin sınıfta
bir uygulayıcısıdır. Çocuklarımız derslerden ziyade öğretmenlerinin bu yönlerini
(5) [TÖDMF, Öğretmenliğimizin 120. Yılında Eğitim Durumumuz, Ankara-
1968]
aramakla meşgul edilirler. Yine örneğin; yapılan bir araştırmaya göre
(6) orta öğretimde sınıf mevcudu ortalama 60-65 öğrencidir. Gözlemlerimize
göre, düşük olan maaşlarını geçinebilir seviyeye ulaştırmak için, öğretmenlerimiz
genellikle haftada 25 – 30 saat ders almaktadır. Bu kadar çok ders
saati ile, kalabalık sınıflarda öğretmenlerimizin uygun ve sağlam bilgiler veren
bir değerlendirme yaptığını iddia edebilir miyiz? Mümkün değil. O halde
başarısızlığın sebepleri öğrenci dışında, hazırlanan yönetmeliklerin gerçeklere
uymayışmda aramak akla yakın gelmelidir.
Millî Eğitim Bakanlığı zımnen bu hataları görmüş olacak ki Ortaokul ve
Liselerimiz için yeni bir sınav yönetmeliği hazırladı, ve 1967 -1968 ders yıh
başında yürürlüğe koydu. Bu yönetmelikte diğerlerinde olduğu gibi, bilimsel
verilerden gereğince faydalanılmadan, gerçek ihtiyaçlar düşünülmeden yapıldığı
için bir süre sonra, öğrenci gösterilerini takiben büyük bir kısmı ile yürürlükten
kaldırıldı. İlginçtir, yurdumuzda ilk defa lise öğrencileri bir yönetmeliğe
bizzat fiilî tepki göstermişlerdir. Ümit etmek isteriz ki bu tepki soruna
doğru teşhis koyamayan ve dolayısı ile gerçek ihtiyaçları tatminden
uzak bir yönetmelik hazırlayan Talim ve Terbyie Kurulumuzu uyarmış olsun,
ve bundan böyle eğitim sorunlarımız bilimsel verilere dayanılarak çözülmeye
çalışılsın^ Açıkça, öğrencilerimizin içinde bulundukları sorun, kolay sınıf geçebilmek
değildir. İhtiyaç içinde oldukları husus okuldan ve öğretmen ilgi ve
motivasyonu tahrik edecek bir eğitim ortamıdır. Nitekim öğrenci sorunları
ile ilgili yapılan bir araştırmada (7) öğrencilerimizin temel şikâyetleri okul.
ve öğretmenlerle ilgili görünmektedir.
Özellikle, liselerimizde öğrencilerin bilgesel niteliklerinin azaldığı iddia
edilmektedir. Bu iddia daha ziyade üniversitelerimizden gelmektedir. Bu
doğrudur. Burada iki tür yetersizlik düşünülebilir:
a) Nisbî yetersizlik. Bilimlerde süratli bir gelişme vardır. Bu gelişmeler
müfredat programlarımıza ve ders kitaplarına intikal etmemekte yada
çok geç etmektedir. Dolayısı ile öğrencilerimiz yeni bulguları öğrenmekten
mahrum kalmaktadırlar.
b) Mutlak yetersizlik: Eski yıllara göre liselerimiz daha çok öğrenci
almakta sınflar kalabalıklaşmakta, ikili-üçlü öğretime gidilmektedir. Öğretmenlerimiz
öğretim metotları, psikolojik bilgiler yönünden homojen değillerdir.
Bu yüzden lise öğrencileri bilgi bakımından eskiye göre daha az öğrenmekte
ve liseden zayıf çıkmaktadırlar. Özellikle, olanakları çok mahdut
olan doğu illeri liselerinde bu yargı tamamen yerini bulmaktadır. Üniversiteye
giriş sınavlarında doğu illerinden gelen mezunların daha az girme şansına
sahip olduğu bir araştırmada açıkça saptanmıştır (8).
(6) UYSAL, Şefik, Orta Öğretimde Değerlendirme Meseleleri, Doktora tezi;
yayınlanmamış, 1961.
(7) BAYMUR, Feriha, Lise Öğrencilerinin Problemleri, Test ve Araştırma
Bürosu, Ankara-1961.
{8) SAN AY, Abdurrahman, Üniversite Giriş Sınavlarına Göre Lise Mezunlarının
Durumu, Test ve Araştırma Bürosu, 1963, Ankara.
Orta öğretim kurumlarımızın halihazır durumlarım bazı yönleri île eleştirdik.
Şimdi düşünebildiğimiz önerileri sıralamakta fayda ümit etmekteyiz:
1. Orta öğretim kurumlarımız fırsat eşitliği, eşit eğitim olanakları yönünden
yeniden ele alınmalı ve doğu-batı ayrılığı önlenmelidir. Bu doğuya
daha fazla eğitim yatırımı gerektirecektir.
2. Orta öğretime öğretmen yetiştiren kurumlarda bir beraberliğe gitmek
gereklidir. Çeşitli menşelerden gelen öğretmenleri ayni müfredat ve tavır
içinde bulmak mümkün olmamaktadır.
3. Mevcut öğretmenlerimiz için ciddi hizmet-içi yetişme programlan
hazırlanmak ve uygulanmak,
4. Orta öğretim kurumlarımızı belli bir eğitim felsefesine dayamalı ve
buna göre yeniden sistemleştirmelidir.
5. Orta öğretimde yapılacak yeniliklerin gerçeğe uyabilmesi için Talim
ve Terbiye dairesi bugünkü çalışma düzeninde önemli değişiklikler yapmalı,
eğitim uzmanları ve üniversitelerden faydalanma yollarını aramalıdır. Talim
ve Terbiye Dairesine bilimsel verileri toplayacak ve değerlendirecek olan yeni
adı ile Araştırma ve Değerlendirme Bürosu desteklenmeli, takviye edilmeli
ve mutlaka geliştirilmelidir. Bu kurum ayni zamanda eğitim plânlamasına
temel olacak verileri de toplayabilir.
6. Eğitimi kısa ve uzun vadeli plânlamak gerekir. Böylece politik etkilerin
dışında millî ve devamlı bir özellik kazanır. Aksi halde bugün olduğu
gibi her zaman değişen değerlerle orta öğretim kurumları yozlaşabilir. (Örneğin;
tek dersten borçlu geçme, yeni sınav yönetmeliği gibi.)
7. Tüm öğretmenler malî yönden desteklenmeli, böylece fazla ders, ek
işler gibi zaman alıcı faaliyetlerden alıkonulmalıdır. Batıda bir lise öğretmeni
alabileceği azamî ders saati 15’tir.
8. Millî Eğitim Bakanlığı öğretmen kuruluşları yada sendikaları ile sıkı
bir işbirliğine girmelidir. Bu hem ilk ve hem de orta öğretimde olumlu gelişmelere
yol açacak bir tutum olur.
BİLDİRİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR:
Rıfkı ACAR, Herkese açık Genel Eğitim Kurumlan arasında ana okullannın
ve çocuk bahçelerinin önemini belirtti:
? Bu günkü Türk toplumunda, özellikle köylerimizde aile çocuğa çağımızın
istediği eğitimi verme olanaklarından yoksundur. Çeşitli yollarla ailelerin
de eğitilmesi gerekir. Köylerde okul öncesi çağı çocuklan, çevrenin tutucu
gelenek ve göreneklerinden korunmalıdır.
Köy ilkokullan, kasaba ve şehir ilkokullarına göre çok bakımsızdır.
Daha acısı kasaba ve şehirde ilkokulun yeri, yapısı, onanını, araç ve gereçleri
devlet tarafından bağlandığı halde, Anayasa hükmü hiçe sayılarak köyde
bu iş halkın sırtına yüklenmiştir. Tartışmacı ayrıca kitapların pahalı olduğunu,
çevreye uymadığını, devamsızlığın bir dert halinde sürüp gittiğini anlattı
ve köylere meslek okulu çıkışlı asil öğretmen verilmesini istedi.

Cemalettin KILIÇ: ? Köy ilkokullarında devamsızlık ekonomik nedenlerden
ileri gelmektedir. Devam takip işi pek çok formaliteye bağlıdır. îlkr
öğretim kurulları, iyi çalışmamaktadır. İsmen var cismen yoktur bunlar.
Kılıç, devamla: ilkokul öğretmenlerinin çağırıldığı seminerlerin amaca uygun
yapılmadığından, bu iş için yolluk verilmediğinden, teftiş sisteminin
yetersizliğinden, ayrıca müfettişlerin dış etkilerle öğretmenleri haksız yere
suçladığından şikâyet etti >
İzzettin TÜRKMEN: Ortaöğretim konusunu eleştirdi. Okul yöneticilerinin
şahsiyet sahibi kişiler olmaları, öğretmenlerin formasyonlarına uygun çalışma
gayreti göstermeleri, uygulanan metodlann düzeltilmesi, müfredat programlarının
daha elverişli olması gerektiğini anlattı. Türkmen, okutulacak konuların
gruplarına da değindikten sonra sözlerini şöyle bitirdi:
, ? Müfredat programlan bölgesel niteliklere uygun ve esnek olmalıdır.
Okullarda araştırma ve incelemelere önem verilmelidir, iş eğitimini gerçekleştirecek
tam donatılmış atölyeler kurulmalıdır. Lise sayısı dondurulmalı ve
meslek okulları çoğaltılıp geliştirilmelidir. Fakir bölgelerde 8 yıllık parasız ve
mecburî okullar kurulmalıdır.
Salih COŞKUN: “Köylünün büyük eğitim derdi, bugüne kadar hiçbir
yetkilinin aklından bile geçmemiştir.” diye başladı ve acı konuştu:
? Köylü çocuğu şehir ve kasaba çocuklarından bir ay noksan okur. Çeşitli
yokluklar içindedir. Araç yok, para yok, kalem defter, hattâ kitap yoktur.
Çocuklar birkaç sınıf birarada yetişmeğe çalışırlar. Bunlar azmış gibi, köyün
kaderi, meslek formasyonundan, metod bilgisinden yoksun, vekil öğretmen,
muvakkat öğretmen, yedek subay öğretmenle yetinmektir.
Köylü çocuğuna yapılan bu haksızlıklar yetmiyormuş gibi bir de devlet
parasız yatılı okullarına, Ilköğretrnen okullarına, öteki meslek okullarına şehir
çocukları ile birlikte sınava sokulur, aynı sorular sorulur ve elbet köylü
çocuğu (şehit) olur. Yatılı ortaokullarda bir tek köylü çocuğu yoktur.
Halil ARSLANDOĞAN, bu gibi (şehit) düşecek çocukların açığım kapatmak
için kurslar açılmasını istedi.
Cafer ÖZTÜRK, ortaokul ve liselerin yurt gereksinmelerini karşılayacak
nitelikte meslek okullarına dönüştürülmesini önerdi.
M. Rauf İNAN ve 21 arkadaşı verdikleri bir ortak önerge ile “Memleketimizin
büyük stratejleri her zaman, halk çocuklarından orta dereceli askerlik
okullarında okumak fırsatım bulmuş olanlardan çıkmıştır. Halk çocuklarına
orduda görev alma fırsatı sağlanması için askerlik ortaokullarının yurdun
çeşitli yerlerinde yeniden açılmasını” savundular.
Cevdet AKTAŞ, ABD’nin çıkarları için para, baraka, okul, bozuk süttozu,
böcekli un yardımını kabul ederken devlet ve ulusumuzun onurunun zedelendiğini
aklına bile getirmeyen Millî Eğitim Bakanlığının okullararası bir yar»
dımlaşma yolu olarak bulunan ve çok güzel de uygulanan Kardeş Köy “Okulu
kuruluşlarıyla yapılan yardımların, kabul edilmesini, çocukların izzetinefislerinin
zedelenmemesi gerekçesi ile engellemesini verdi.
Daha sonra söz alan delegeler, 222 sayılı ilköğretim ve Eğitim Kanununu»
islâh edilmesini, hâttâ kaldırılmasını, ilkokulların 8 yıla çıkarılmasını ön«t
sürdüler.
Cemal TALUĞ, Anayasanın 50. maddesinde de ifadesini bulan, durumlan
nedeniyle özel eğitime muhtaç çocuklar konusunun bugünkü yetersiz durumdan
kurtarılıp geliştirilmesini önerdi.
Halit TOPAL da bu öneriye katıldı.
Eleştirmelerden sonra kürsüye gelen Dr. Şefik UYSAL şu konuşmayı
yaptı:
? Herkese açık eğitimin bütün yurttaşlara mutlak surette yüksek öğrenim
sağlamak şeklinde anlaşılmaması gerekir. Yalnız ilköğretim için duruna
değişir. Artık bu da Anayasa içerisinde yerini aldığı gibi, insan haysiyetine
yaraşır bir yaşama düzeyinde bulunabilmesi herkesin ilk eğitimden, temel
eğitimden geçmesiyle mümkündür. Dolayısiyle ilköğretim herkese açık eğitim
anlamını taşımaktadır. Bu sahada yapılacak plânlama herkesin nasıl okutulacağım
gösterir. Bundan sonra ortaöğretim, teknik öğretim ve yüksek öğretim
kademeleri için herkese açık eğitim anlamı, bu eğitimi yapabilmede fırsat
eşitliğini yaratmak şeklinde ele almak gereklidir. Ne var ki bu bile bir
yerde kısıtlanmaktadır. Bugünkü düzende bu kısıtlamanın ne şekilde işlediği
açığa çıktı. Bu kısıtlama belli bir ödeme gücüne sahip olan kişilerin, hattâ
ilköğretimden başlayarak ve giderek orta ve yüksek öğretim yapma imkânına
sahip olmaları şeklinde işlemektedir. Bizim devrimci eğitimden anlayışımız
toplum içinde çeşitli fonksiyonları yerine getirecek sanat adamlarının
gerekli sayıda, yurdun olanaklarına ve ihtiyaçlarına göre ve bir Anayasa kuruluşu
olan Plânlama ile yapılması gereklidir. Bu da eğitim sırasında kişilerin
çeşitli meslek kollarındaki yeteneklerinin ortaya çıkarılması ve üst kademelere
alınacak öğrenciler içinde bu yeteneklere sahip olanların almmasî
şeklinde işleyecek bir düzen içinde mümkündür. Egemen sınıflar, belli bir
ödeme gücüne sahip olan kapitalist sınıflar ve onların etrafındaki çevre böyle
bir eğitim plânlamasına yanaşmıyacaklardır. İşte bu sebepledir ki eğitimin
planlanmasında da sadece devrimci bir eğitim sözünden lâf etmek yetmez.
Devrimci eğitimi gerçekleştirmek için karar organlarının da aynı paralelde
olması şarttır. Yalnız şu var ki, bu oluncaya kadar devrimci eğitimden vaz mı
geçeceğiz, yada devrimci eğitimi başlatmak için karar organlarının emirlerini
mi bekliyeceğiz? Devrimci eğitimi yapacak olan kişiler, ülkücü ve yürekli öğretmenlerdir
ve bu topluluk da gösteriyor ki bu eğitimi yapacak güç Türkiye’de
mevcuttur. Bu büyük gücün yapacağı eğitim, devrimci eğitim olacaktır.
Varacağımız karar şudur ki mevcut güç, bugünden devrimci eğitimi başlatmak
zorundadır. Ve bu öğretmenlere bu zor ve fakat zorunlu görevlerinde
başarılar diliyorum.

BÎLDÎRÎ:
Türk Toplumunun İhtiyaç Duyduğu Yeni Eğitim Kurumlara
ÜNİVERSİTE VE YÜKSEK OKULLAR

Bildiriyi sunanlar:
1. Öğrenci Örgütleri Dayanışma Kurulu
2. Ankara Yüksek OkuUar Talebe Birliği

Halka Dönük Eğitim ve Eğitim Kurumlan ? Toplum İlişkisi:
Bilim ve sanatı öğrenme herkesin en doğal hakkıdır. Bu yasalarla be*
Kirlenmiş, kişilerin en önde gelen temel haklarından biridir. Toplum düzeninin
getirdiği ve öğrenmenin yollarından biri olan eğitim ve eğitim kurumlarından
da herkesin yararlanması gerekir.
Oysa, bugün ülkemizde bu temel hakkın kişilere yasalarla tanınmasına
Starsın;
13 Bugün Türkiye’de herkes eğitim yapma hakkma sahip değildir.
91 Bugün Türkiye’de Eğitim Kurumlan herkese açık kurumlar değildir.
Çünkü;
ü Türkiye’mizde 1.000 çocuktan 400 tanesi 12 yaşma gelmeden ölmekte,
H Türkiye’mizde nüfusun °/o 6O’ı okuma-yazma bilmemekte,
M Türkiye’mizde okulu olmayan köy sayısı 13.000,
P Türkiye’mizde okula gidemiyen çocuk sayısı 2.512.511,
B Türkiye’mizde 18 – 24 yaşlar arasmdakilerin % 3’ü yüksek öğrenim yapabilmekte
ve bu oranın % 5’ini köylerden % 95’ini kent ve kasabalardan
gelenler oluşturmaktadır.
Bu sayılar göstermektedir ki, Türkiye’de eğitim belli ekonomik düzeydeki
kişilere tanınmış bir haktır. Ve eğitim kurumları da gerçekte bu kişilerin
hizmetine sunulmaktadır.
Ekonomik eşitlik sağlanmadıkça, yasalar bu temel hakkı kişiye tamsa,
hattâ zorunlu kılsa bile eğitim yapma hakkı ve olanağı, kısaca eğitimde
eşitlik sağlanamaz.
GB Bugün ülkemizde eğitim kurumlan özgür ortamda biçimlenmiş bilimsel
bir eğitim programı ve politikası uygulayamamaktadırlar.

EĞİTİMİMİZ ÖZGÜR DEĞİLDİR.
Çünkü, bir ülkede eğitim kurumlan ve bunların uyguladığı eğitim politikası,
ülkenin sosyal – politik ortamı içinde biçimlenir. Ülkenin politik ortamına
hakim güçler, ülkedeki eğitim kurumları ve eğitim politikasına kendi
çıkarları yönünde etkiler ve yönlendirir. Bu nedendendir ki, bugün ülkemizin
politik ortamına hakim sınıflar, eğitimimizi etkilemekte, kendi çıkarlarına
uygun olarak biçimlendirmekte ve yönlendirmektedirler. Bu davranışa,
“Özel Yüksekokullar” ve “İmam-Hatip Okulları” somut örneklerdir.
Eğitimimiz; ülkemizin bugünkü düzeninde ekonomik ve sosyal – politik
ortamın,belirlemesi ile hiç bir zaman “halka dönük”, “halk yaranna” ve “devrindi”
niteliklere sahip olamaz. Bugünkü düzeni değiştirmeyi amaçlayan devrim
tylemi ve halk kütlelerinin iktidarı “eğitimde devrimin” gerekli koşuludur.
Eğitimde devrim, halka dönük eğitim konusunda yaptığımız soruşturmaya
Saym Ali Faik Cihan’ın verdiği cevapları bu temel ilkelerin ve ilişkilerin
açıklanması açısından aynen buraya alıyoruz.
Sera : Halka dönük eğitim düzeni denince ne anlıyorsunuz?
Cevap : Halka dönük eğitim düzeninin birinci özelliği bilimselliktir.
Çünkü bilimsel sınırlar içinde kalan bir eğitim düzeninden geçenler, yaşamlan
boyunca yapacakları iş ve işlemlerin sonuçlarını değerlendinnek yeteneğini
de kazanacaklardır. Böylece eğitim görmüş kişiler, belli sınıf ve zümrelerin
yararına işleyen robotlar olmaktan kurtulacaklar ve dar kafalı uzman
tipi yerine, eylemin bilincini taşıyan aydınlar olarak yetişeceklerdir. Bilimin
gösterdiği doğrultu ?son çözümlemede? halka dönüktür. Halka dönük
eğitim düzeninin ikinci özelliği, üretim süreci içinde eğitimdir. Böyle bir
eğitim düzeni; halktan kopmayı, halka yabancılaşmayı önler, eğitim sınıf değiştirme
aracı olmaktan çıkar. Böylece halkın eğitim görmüş evlâtlarından
yekyun ve güçsüz kalması önlenmiş olur.
Halka dönük eğitim düzeninin üçüncü özelliği eşitliktir. Bu eşitlik buyandan
kentli ile köylü, öbür yandan sermayeci ile emekçi arasındaki olanak
farklarını ortadan kaldırmak biçiminde kendini gösterir. Böylece yer ve
sınıf farkı gözetilmeden herkesin eğitimin tüm aşamalarından geçmesi sağlanmış
olur.
Halka dönük eğitim düzeninin dördüncü özelliği; yanşma, seçme ve
eleme yokluğudur. Eğitim ve öğretim kurumlarına alınış sırasında ve eğitim
süresi boyunca hiç bir yarışma, seçme ve eleme yapılmamalıdır. Böylece herkesin
kendi iş ve mesleğini kendi iradesi ile seçme olanağı hazırlanmış ve
kişiye kendi iradesi dışında ?bir başkası tarafından? etki yapılması yada
ayrıcalık sağlanması olanağı ortadan kalkmış olur.
Halka dönük eğitim düzeninin beşinci özelliği; eğitim görenler üzerinde
halkın denetimidir. Bu da, eğitim düzeninden çok siyasal düzenle ilgili bir
sorundur. Çünkü, halkın dışında ve üstünde bulunan sınıf ve zümrelerin
kontrolünde bulunan eğitilmiş kişiler ?bilgi, yetenek ve eğilimleri ne olursa
olsun? halk çıkan ile çelişen işler görmek zorundadırlar. Tersine halkın
kontrolünde bulunan eğitilmiş kişiler ?bilgi, yetenek ve eğilimleri ne olursa
olsun? halk yaranna çalışmak zorundadırlar.
Soru : Eğitimde devrim bugünkü düzende gerçekleşebilir mi?
Cevap : Bugünkü ekonomik ilişkiler düzeni, dışa bağımlı, gelişmemiş
bir kapitalist düzendir. Buna göre, böyle bir düzenin objektif koşullan içinde,
halka dönük bir eğitim düzeninin gerçekleştirilmesinden söz edilemez. Bu
ekonomik düzenin gelişme doğrultusu gözönüne alınınca, bugünkü eğitim
düzeninin gün geçtikçe daha da bozulması ve tümüyle Anayasa çizgisinin
dışına düşmesi beklenir. Ancak bu gidişin kimi kez zikzaklar çizmesi yada
kimi ilerici güçler tarafından kısa aralıklarla engellenmesi söz konusu
olabilir.
Soru : Halka dönük düzenin kurulması için yapılacak İşler neler
olabilir?
Cevap : Halka dönük bir eğitim düzenini ancak halka dönük bir iktidar
uygular. Çünkü hiç bir sosyal sınıf, bilerek ve isteyerek kendisini ayakta
tutan ideolojilere ihanet etme’z ve gene hiç bir sosyal sınıf, hasım sınıfları
güçlendirecek bir eylemde bulunmak istemez. Halkın bilgisizliğinden yararlanıp
halkı sömüren bir sınıfın, halka dönük bir eğitim düzeni getirmesini
beklemek yanlıştır.
O halde, halka dönük bir eğitim düzenini’ gerçekleştirmek için yapılacak
iş, halkı iktidara hazırlamak yönünde politik eylemde bulunmaktır. Halktan
yana aydınların görevi ve sorunun kesin çözüm yolu budur.
Bununla birlikte, yürürlükteki eğitim düzeninin kötü sonuçlannı etkisiz
hale getirmek ve halkın çıkarlarına aykın düşen uygulamaların daha da
kökleşip yerleşmesini önlemek bakımından, bugünkü ekonomik ve politik
düzen içinde yapılabilecek işler vardır: Uygulanan eğitim sisteminin bilimle
ve halk yaran ile çelişen yanlarını ussal ve bilimsel yöntemlerle eleştirip
gözler önüne sermek, iç ve dış sömürü şebekelerinin eğitim yoluyla oynadıkları
ihanet oyunlarını ortaya çıkarmak gerekir. Bu suretle eğiticilerle öğreticilerin
bilmeyerek ihanete ve kirli oyunlara alet edilmeleri önlenmiş olur.
Bu olanaklar yüksek öğretimde daha da etkin bir biçimde kullanılabilir.
Çünkü yüksek öğretimde, halka karşı tutumlarla mücadeleye öğrenci de katıîabilir.
Yüksek öğretim kurumlarında iç ve dış sömürü şebekelerinin sözcülüğünü
yapan öğretim üyeleri ile bu nitelik taşıyan dersler çeşitli yollardan
protesto edilebilir, çeşitli direnme yöntemleri ile bu gibi öğretim üyeleri
ile dersler temelli engellenebilir.
Bu gibi mücadeleler sonunda ?zamanla? kimi gerici unsurların tasfiyesi
sağlanabilir. Ve böylece özerk kuruluşların yönetimi halka dönük elemanların
eline geçebilir.
Eğitim ve eğitim kurumlarının halktan yana olması ile ülkemizin ekonomik
ve sosyal-politik yapısı arasındaki bu temel ilişkiyi belirledikten
sonra, bu ilişkiler içinde biçimlenen ve bir üst yapı kuruluşu olan “Üniversite
ve Yüksek Okulları” inceleyebiliriz.
1. Üniversite Kavramı ve Üniversite – Toplum İlişkisi:

Üniversite bir toplum içinde, bir üst yapı kuruluşu olarak en üst eğitimi
yapıp, uzmanlaşmış, bilimsel düşünebilme yeteneğine sahip ve araştırıcı
elemanlar yetiştirmekle, (toplum için-halk yararına) araştırmalar yapmakla
görevlidir. Üniversitenin yetiştirdiği kişiler beyinleriyle, emek ve eylemleri
(bilimsel düşünebilme ve uygulama yetenekleriyle) ile ülkenin üretim güçleri
arasında ve ekonomik yaşamı içinde yer alırlar. Bir üniversite aynı zamanda
ülkenin sosyal – politik yaşamına, yani ülkenin üst yapışma da ürettiği
kültür, yarattığı değer, plân ve programlan ile etki yapar.
Değiştirici, ilerletici ve araştırıcı bir eğitim olumlu bir emektir. Kısaca
eğitimin amacı; ülkesinin koşullarını değiştirici, ileriye götürücü ve bunu
sağlamak için de araştırıcı ve bilimsel düşünebilme yeteneğinde uzman kişiler
yetiştirmektir. Üniversite hiç bir zaman soyut, toplumdan kopuk bir konumda
olamayacağından, yukarıdaki amacını uygularken, ülkesinin gerek
ekonomik ve gerekse sosyal – politik ortamından etkilenir. Bir üniversitenin
biçimi, eğitim ve öğrenim programı, araştırmaları, yani üniversitenin niteliği,
toplumun sosyal ve ekonomik koşulları ile sınırlıdır. Bu nedenden, bir
üniversitenin eğitim, öğrenim ve araştırma programlarını, ülkesinin o günkü
koşullarından hareketle, toplumunun plânlanmış ekonomik ve teknolojik
geleceğine uygun bir biçimde saptaması gerekir. Bu programı yapmamış
bu programlara göre geleceğini çizmemiş bir üniversite, ülkesinin gerçeklerinden
kopuk olarak, toplumunun üst ve alt kapısında kendine düşen görevleri
yerine getiremez. Yani bu şartlar altında üniversitenin yetiştireceği
eleman ve araştırıcılar, ülkesinin ekonomik ve teknolojik koşulları ile uyuşmayan,
dolayısıyla toplum içinde hiç bir işe yaramıyan kişiler olacaktır.

Budurum ise üniversitenin görevlerini yerine getirmemesinden ötede,ülkesinin
geleceğini baltalamak sonucunu doğurur.Üniversitenin yapmak
veya yaptırmakla görevli olduğu, bugünkü üniversitelerkanununun
3. maddesinin (b) ve (d) bölümleri ile de saptanmışbulunan araştırmalar
konusuna gelince; üniversite araştırmalarının amacı, ülkesiningelişimini
bilimsel düşüncelerle ortaya konan plân, program ve çeşitliuygulamalarla
etkilemek, toplumunu sosyal – politik yönden ileriye götürebilmek olmalıdır.
Ancak bu araştırmalarda soyut, toplumun sosyal – politik
ve ekonomik şartlarından bağımsız olarak düşünülemez. Araştırmalar bir
yandan ülkenin o günkü koşullarını belirlerken, diğer yandan toplumun gelişim
programı içinde, programın gerektirdiği verileri bulmak yan araştırmalarla
programın belirlenmesine yardımcı olmak ve program gereğince
uygulanacak yöntemlere katılmalıdır. Böylece üniversitelerin yapacağı bilimsel
araştırmalar kalkınma ve gelişim programlarına yeni açılımlar getiren
ve uygulamalara hız kazandıran nitelikte olması gerekir. Tıpkı eğitim
programı gibi, araştırma programlan da, ülkenin o günkü koşullanndan
hareketle, toplumun plânlanmış ekonomik ve teknolojik geleceğine uygun
bir biçimde saptanmadıkça, topluma ve halkına hiç bir yararı olmayan kitap
sayfalannda kalmaya mahkûm bilgiler olacaktır.
Üniversite ile diğer üst yapı kurumlan arasındaki ilişkiye gelince; üniversite,
devlet organlannm ilk planlayıcısı ve danışmanı olmalıdır. Üniversite
bu görevini yukarda niteliklerini açıkladığımız araştırmaları aracılığı
île yapar. Şöyle ki, üniversitenin araştırmalan, plânlama kurumlannın ülke
plânlamasında tüme varabilmeleri için yapılan ve yukarda açıkladığımız felsefeye
uygun olmalıdırlar. Üniversiteler tek başına veya belli bir ortaklık
içinde plânlama kurumlanyla karşılıklı ilişki halinde bulunmaları gerekir.
Örneğin: Türkiye’de D.P.T. ile Türkiye üniversitelerinin birbirinden kopuk
ve ayn çalışmalan düşünülemez. Bu esas prensipten hareketle üniversite
diğer üst yapı kurumları ile arasmdaki ilişkileri, belli bir plân ve program
içinde düzenlenmelidir. Veya bilimsel bir deyişle, her ülkedeki üst yapı ku«
ruluşlan arasında, ilişkilerin düzenlediği bir kendiliğinden örgütlenme olmalıdır.
Bu bir ülkedeki üst yapı kurumlarının sıhhatli ve iyi çalışabilmeleri
için zorunlu bir nedendir.

Üniversitelerin üst yapı kuruluşlan ile diğer bir ilişkisi ise; plânlama
kurumlannın aracılığı ile yasama organlan ile olmalıdır. Üniversitelerin politik
bir ortam içinde bilimsel olarak ortaya koyacağı plânlan ile yasama
organlannı etkilemek zorundadırlar. Aynı şekilde politika gereği yasama organlarına
hakim güçler de üniversiteyi etkilemeye çalışırlar. Bu karşılıklı
etkilerden doğan sonuç ise, yürütme prganlannın çalışmalarını biçimlendirir.
Üniversitelerin üst yapıdaki diğer bir görevi ise toplumun kültürünü etkilemesi,
geliştirmesi, yeni değerler yaratmasıdır. Üniversitenin bu görevi ancak
politik bir ortam içinde gerçekleşebilir. Bu nedenden üniversiteler politik
bakımdan özerk olmalıdırlar. Bu özerklik gerçekte bilimsel özerkliği sağlayan
bir öğedir. Şöyle ki; üniversitede her türlü bilimsel temeli olan fikirler
söylenebilmeli, her türlü bilimsel düşünme ve uygulama yöntemleri uygulanabilmelidir.
Yani üniversite bilimsel özerkliğe sahip olmalıdır. Bunun
için gerekli ortam, yani her türlü bilimsel düşünceye açık ve tartışılabilen
demokratik bir üniversite gerçekleştirilmelidir. Ancak bu şekilde üniversite
yeni kültür değerleri üreten bir kurum olabilir. Ters hali ile toplumun gelişmesini
engelleyen tutucu kurumlar olacaklar, halkından kopacaklar ve
hakim sınıfların kültürel değerlerini yansıtacak ve öğreteceklerdir.

Buraya dek; üniversite kavramını ve üniversite – toplum ilişkilerini belirledik.
Belirlenen nitelikler halk yararına çalışan bir üniversiteyi tanımlamaktadır.
Ancak üniversite yukarıda açıklanan niteliğine kolaylıkla kavuşamaz.
Alt yapıya ve politik ortama hakim olan güçler, daha önce açıklandığı
biçimde üniversiteyi etkilemeye ve üniversitenin politik ortamını şartlamaya
çalışacaklardır.
2. Türkiye’de Üniversitelerin Durumu:

Şimdi yukarıda açıkladığımız esaslar – içinde Türkiye’deki durumu
inceleyelim:
Görüldüğü gibi, bir üst yapı kurumu olan üniversite, temelde toplumun
alt yapısının şekillenişine bağlı bir politik ortamda, yukarıda bilimsel olarak
ortaya koymaya çalıştığımız niteliklerinden saptırılabilir. Ülkemizin temel
çelişkileri ile eğitim arasındaki ilişki raporumuzun ayrı bir bölümünde incelenmekle
birlikte, kaba çizgilerle de olsa Türkiye’nin ekonomik yapısı ve
dünya ile ilişkilerini, sonra bu ilişkiler içinde üniversitenin şekillenişini incelemek
gerekecektir.
Türkiye’nin dış ve iç çelişkileri :
Geçen yüzyılın sömürgen devletleri, kapitalist üretim biçiminin zorunluluğu
olarak sermaye örgütlenmesinin kartel ve tröstlere dönüşmesi sonucu
kendi ülkelerini aşarak bir evrensel kapitalizme yani emperyalist döneme
girdiler. Kapitalizmin bu aşamasından sonra, dünya ekonomik yapısı
içinde hakim çelişki, az gelişmiş ülkeler ile emperyalist ülkeler arasında belirlendi.
Çünkü; tekelci kapitalist düzene geçmiş ve ileri teknolojiye sahip
batılı ülkeler, bu düzenlerini sürdürebilmek için;
a) Ham madde bulmak,
b) Mamul maddelerini devamlı satabilecekleri pazarları bulmak ve
korumak,
c) Yabancı ülkelere sermaye yatırımı yaparak evrensel bir kâr mekanizması
kurmak,
d) Az gelişmiş ülkelerin teknolojik gelişmesini önleyerek, endüstrileşmesini
engellemek zorundadırlar. :
Bu nedenlerden dolayı az gelişmiş ülkeler, gelişmiş ülkelerin ucuz ham
madde kaynağı, yeni bir yatırım alanı ve gelişmiş ülkelerin üretim fazlası
mallarını yoğaltan pazarlar durumuna girmektedirler. Bu ekonomik ilişki
az gelişmiş ülkelerin sömürülmesinden ötede onların teknolojik geleceğini
de baltalamaktadır. Çünkü, az gelişmiş bir ülkenin yeraltı ve yer üstü servetlerini
işleyebilmesi, üretici ve ağır sanayilerini kurarak endüstri ülkeleri
haline gelmeleri sonucu, tüketim gereksinmelerini (kendilerinin karşılaması,
emperyalist ülkelerin işine gelmez. Çünkü, her gelişen ve endüstrileşen biraz

Böylece emperyalizm, az gelişmiş ülkede alt yapıyı sermaye örgütleri
yatırımları ile kontrol altına alırken, üst yapıda ise kendilerine bağlı sermaye
sınıflan ile politik bir savaş vererek, üst yapı kurumlarına hakim olmak
isterler. Bunlar sağlanırsa, az gelişmiş ülkenin halkları, kendi içlerindeki
sömürücülerden başka, dünya sömürücülerini de beslemek zorunda kalırlar.
Ortaya koyduğumuz koşullar şimdiye dek bilimsel olarak kanıtlandığı
üzere tümüyle ülkemizde vardır. Şu halde Türk halkının gerçek çelişkisi dış
sömürücülerle (emperyalist ülkeler), iç çeilşkisi ise dış sömürücüler tarafından
var edilen ve beslenen işbirlikçi sermaye sınıfı iledir.
Türkiye’de üst yapı kuruluşları bugün sömürücü sermaye ile işbirliği
yapan sınıfların hakimiyeti altındadır. Çünkü bu smıf politik mücadele sonucu
iktidarı ele geçirmiştir. Ve üst yapı kurumlarınaı politik etkinliği ile
hakim olmaya çalışmaktadır. Aynca aynı sınıf, alt yapıya sermaye örgütlenmesi
ve üretim ilişkilerinin düzenlenmesi açısından hakimdir. Bu nedenden,
alt yapı koşulları da, üst yapıya hakim sınıfların çıkarlarına uygun olarak
etkiler. Ve kendisi de etkilenir.
Bu genel durumu belirledikten sonra bugün hakim olan sınıfın, üst yapının
bir kurumu olan üniversite üzerinde gerek alt yapı gerekse üst yapıdaki
etkilerini inceleyelim.
Üniversitenin temel görevlerinden biri olan “en üst kademede eğitim
yaparak,. uzmanlaşmış, bilimsel araştırma yapabilecek ve bilimsel düşünebilme
yetkisine sahip elemanlar, yetiştirmek” prensibi bugünkü düzenin
sosyal, siyasî ve ekonomik nedeni ile gerçekleşememektedir. Bugün üniversiteler
ülkemiz ve hakim sınıfın ihtiyacı olan bürokrat ve teknokrat kadroları
hakim sömürücü sınıfın değerleri ve ideolojileri ile yetiştirmektedir.
Çünkü; Türkiye’nin teknolojisi hakim sınıflar tarafından, yukarıda belirtildiği
üzere bir montaj sanayiine dayandırılmak istenmektedir. Böylesine
yapıcı olmayan bütün bilgi değerleri ile ülkemize dışarıdan ihraç edilen
bir sanayiin bilimsel düşünebilme yeteneğine sahip, araştırma yapabilecek
ve uzmanlaşmış kişilere ihtiyacı yoktur. Bu nedenden bilgisiz ve robot teknokratlar
yetiştirilecektir.
Çünkü; Türkiye’nin ekonomik ve siyasî yapışma hakim sınıflar, uyguladıkları
ekonomik sisteme uygun, ihtiyaçları olan ekonomist ve sosyolog yetiştireceklerdir.
Açıkçası kapitalist ekonomi uzmanı ekonomist ve işletmeci,
açıkçası burjuva değerleri ile bezenmiş sosyolog..
Çünkü; kendi politik yaşantılarına ve değerlerine uygun bürokrat yetiştireceklerdir.
Politik bilgi veren okulları kendi politik çıkarları yönünden
etkileyecekler, bol oranda kalitesiz ve değersiz “memur” üreteceklerdir.
Çünkü; öğrencilerine çizdikleri program içinde ders verecek hocalar yetiştirmek
isteyeceklerdir.
Ve daha birçok… , Y

/ ? ?
gelişmiş ülke emperyalist ülkelere bir ham madde kaynağını, açık bir pazarı
ve bir yabancı sermaye yatırım alanını kapamaktadır. Oysa emperyalist
ülkelerin ekonomileri dünya yapısına göre düzenlenmiştir. Dünya yapı-,
sının değişmesi, az gelişmiş ülkelerin kalkınmaya başlaması, emperyalist
ülkelerin sonu olacaktır. Bu nedenden emperyalist ülkeler, sömürülerini
devam ettirebilmek için az gelişmiş ülkelerde çıkarcı ve iç sömürücülerle
işbirliği yaparlar ve,
1 ? Az gelişmiş ülkede kendilerine bağlı bir sermaye örgütlenmesi ku^
rarlar. (Komprador kapitalizmi)
2 ? Sınıfsal çıkarlan ve sermaye örgütlenmesi ile sömürücü ülkeye bağlanan
bu gruplar varlıklarını koruyabilmek için politik ve ekonomik
egemenliğe sahip olmak isterler. (Komprador burjuvazisinin
egemenliği)
3 ? Sömürücü ülke az gelişmiş ülkeye işbirlikçileri aracılığı ile yaptığı
yatırımlardan sağladığı kârlardan başka, vereceği borçlar ile de
ona ekonomik yönden kendine bağlar. Ekonomik özgürlüğünü yitiren
ülkenin siyasî özgürlüğü, bilimsel olarak var sayılamaz. Böyle*
ce az gelişmiş ülkeler, emperyalist ülkenin uyduları haline gelir.
4 ? Az gelişmiş ülkeleri askerî paktlarına alarak, o ülkenin savunmasını
ve silâh sanayisini kendilerine bağlı hale sokarak dünya bekçiliklerine
az gelişmiş ülkeleri de dahil ederler. Bu paktlar ile az gelişmiş
ülkelerdeki ordular, kendi halklarına ve dünya halklarına
karşı işbirlikçi sınıfın ve emperyalist ülkelerin çıkarlarını korur
duruma sokulur.
5 ? Bu ekonomik bağlamadan sonra emperyalizm kültürünü, felsefesini,
dünya görüşünü az gelişmiş ülkelere sokar ve az gelişmiş ülkenin
halk kültürüne karşı yozlaşmış, yabancı bir kültür ortaya çıkarır
ve aydını halktan kopararak kendine bağlar.
6 ? Az gelişmiş. ülkeyi kendisinin gelişmiş tüketim maddeleri ile şartlayarak
(örneğin; buzdolabı, radyo, televizyon, çeşitli lüks eşyalar
v.s.) halkın tüketimini kontrolleri altına alır.
7 ? Emperyalist ülkeler, politik egemenlikleri ve ekonomik güçleri ile
az gelişmiş ülkelerin teknolojik gelişmesini engellemek için temel
yatırımları baltalarlar, ağır ve üretici sanayinin kurulmasını engellerler.
Şöyle ki, gelişmiş ülkeler bütün standartları, patentleri ile
az gelişmiş ülkeye çöreklenerek kurduğu ve toplumun temel ihtiyaçlarına
cevap vermeyen lüks üretim mallarını üreten hafif sanayii,
bir montaj endüstrisi biçiminde oluşturur. Böylece ağır sa- \
nayiini bir türlü kuramayan ülke teknolojik bakımdan gelişmiş ülkeye
bağlanarak halkın ve ülkenin gerçek ihtiyaçlarını karşılamayan
sahte bir kalkınma içinde emperyalist ülkenin istediği niteliklerini
sürdürür ve onlar tarafından sömürülür. Bu işleyişin adına
“TEKNOLOJİK EMPERYALİZM” denmektedir.

Bu nedenden ülkenin teknolojik ve ekonomik koşullan, kendini yenilemesi
daha bilimsel olması, araştırmalar yapması, bilimsel düşünebilen ve
araştırabilen eleman yetiştirilmesi için etki yapmamaktadır. Tersine, üniversitelerin
bugünkü durağan, değer ve fikir üretemeyen konumunu korumaya
çalışmaktadır.
Ayrıca böylesine yetişebilecek, bilimsel düşüneb’Ien aydm güçler hakim
sınıfların çıkarlarını zedeleyecektir. Çünkü, bu yetilere sahip kişiler, değiştirici,
ileriye götürücü düşünebilen ve ürettiği fikirlerle toplumsal yapıyı etkilerler.
Hakim sınıflar varlıklarını koruyabilmek için bunu engellemek zorundadırlar.
Bu nedenden ellerinde bulundurdukları politik iktidar ile yanlış
ve kendi isteklerine göre insan yetiştirmeyi amaçlayan bir eğitim programını
uygulamaktadırlar. Ki bu amacın etki alanına bugün Türkiye’deki
üniversiteler de girmektedirler.
Somut örnekleri ile açıkça belirledik ki; bugün üniversitelerimiz birinci
bölümde açıkladığımız görevleri yerine getirmemektedir. Bu görevi yerine
getirememek ise, en yalın ve en kısa değişle ülkemizin geleceğini baltalamak
ve yıkmaktır.
Şimdi üniversiteyi oluşturan öğeleri inceleyip bu öğelerin eğitimde devrim
içindeki yerlerini belirlemeye çalışalım.
3. Üniversitelerin Öğeleri:
Üniversite, öğretim üyeleri, öğretim üyeleri yardımcıları ve öğrenciden
oluşur. Bunlardan birinin üniversite eylemlerine ve yönetimine katılmaması
ile niteliğini yitirir.
Yukarıdaki temellendirmeden sonra üniversitenin öğelerini ayrı ayrı inceleyelim
:
Öğretim Üyeleri:

Bugünkü, durağan anti demokratik yasa ve yönetmeliklerle yönetilen
halk yararına işlemeyen, toplumsal yaşama hiç bir katkıda bulunmayan
üniversitelerimizin yıllardır bu durumu korumalarının baş sorumluları öğretim
üyeleridir. Öğretim üyelerinden pek çoğu, üniversite dışında çeşitli
görevler aldıklarından bugünkü düzene ekonomik olarak şartlanmışlardır.
Yukarıda açıkladığımız gibi bugünkü düzende üniversiteyi dışardan güdümleyecek
dış etkenler yoktur. Bu durağan ortamda, öğretim üyelerinin de
şartlanmalarının sonucu, üniversite bir rahatlık içinde bu düzenin kendilerine
yüklediği faal görevleri yerine getirir olmuşlardır. Yani toplum içinhalka
dönük araştırmalar yapılmamış, eğitim bilimsel ve yurt gerçeklerimize
dönük nitelikleri bir türlü kazanamamıştır. Üniversitenin görevlerinin
neler olduğunu daha önce açıklamıştık. Bu yapı içinde öğretim üyeleri birer
beyin ve düzenleyici olmak görevini yükümleneceklerdir. Bu düzeye, öğretim
üyeleri bugünkü düşünce sistemleri ve bilimsel şekillenişleri ile ulaşamazlar.
Bu yapıyı kazanmalarım onlardan beklemek savaşı baştan kaybetmek
olacaktır. Öğretim üyeleri ancak dinamik ve zorlayan bir ortamda kendilerini
yenileyecekler gerçek bir üniversite ortamında yerlerini alabileceklerdir.
Bu yüzden dinamik ve ileriye açık bir üniversite öğretim üyeleri tarafından
yaratılamaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu ortam dış etkenlerle
de yaratılamıyordu. Şu halde bu ortamı yaratabilecek diğer iki etken üniversitenin
öğeleri olan, öğretim üyeleri yardımcıları ve öğrenciler olarak
belirgenleştirilecektir. Şimdi bu iki öğeyi inceleyelim.
Öğretim Üyeleri Yardımcıları:

Bugünkü üniversitelerin bilimsel ve idarî şekillenişinde tamamen öğretim
üyeleri hakim durumdadır. Bu yüzden ve bugünkü kürsü sistemi içinde,
öğretim üyeleri yardımcıları, öğretim üyeleri tarafından etkilenmekte ve
kendilerinin niteliklerine uygun olarak, kişiliksiz ve bilimsel yeterliliği olmayan
bir biçimde yetiştirilmek istenmektedir. Oysa ki, bugünün öğretim
üyeleri yardımcıları gelecekte arzulanan üniversiteyi kuracak kadrolar olacaklardır.
Bu nedenden kendilerine düşen görev ve sorumluluk büyüktür.
Fakat şimdiyedek bir türlü varlıklarını ortaya koyamamaları bu sorumluluk
ve görevlerini kavrayamadıkları veya içlerinden pek azmin kavradığını
açıklar.
Öğretim üyeleri yardımcıları, üniversite içinde ağırlıklarını koyabilmek
için örgütlenmek ve saptayacakları strateji içinde ortak davranışlarla üniversiteyi
etkilemek zorundadırlar. Aksi halde, bugünkü ortam sürüp gidecek
öğretim üyeleri yardımcıları bugünün öğretim üyelerinin birer kopyası olarak
şekilleneceklerdir. Çünkü, şurası bir gerçektir ki, asistan ve doktora çalışmaları
araştırma düzeyi olarak çok gerilerdedir. Bu da yukarıda belirttiğimiz
gerçeği kanıtlamaktadır.
Öğretim üyeleri kadroları, maddî yetersizlikler nedeni ile sayıca ve nitelikçe
ihtiyaçları karşılayamamaktadırlar. Öğretim üyelerinin ödenekleri
çok az olduğundan, üniversitede kalmayı kabullenenlerin sayısı çok az olmaktadır.
Ancak bu durum kadroların yetersizliklerini açıklayan tek vs
gerçek neden değildir. Üniversitenin malî özerkliği sağlanınca bu sorun çözümlenebilecektir.
Ancak öğretim üyeleri yardımcıları örgütlenmez, görev
ve sorumluluklarının bilincine varmaz iseler, gelecekteki üniversite ortamı
bundan farklı olmayacaktır. ,
Öğretim üyeleri yardımcılarının, bilimsel düzeyde bir üniversitenin kurulabilmesine
katkıları ancak örgütlenmeleri ile ve örgütlendikten sonra
üniversite yönetimi ve üniversite araştırmalarında kesin görev almaları ile
sağlanabilir.
Şu halde geleceğin üniversitesini kurmak ve gerekli dinamik ortamın
yaratılmasına bugünkü durumları ile öğretim üyeleri yardımcıları da hiç
bir etkide bulunamazlar. Tek tek çıkışları ise kaybolup gitmeye mahkûmdur.
Öğrenci:
öğrenciler bugünkü düzenin eğitim ve toplumsal şartlandırmalarına
karşın, geleceğe açık ve dinamizmi olan bir kitledir. Öğrencilik dönemleri
sırasında toplumla aralarında bir ekonomik ilişki söz konusu olamayacağından
sosyal şartlandırmaların dışında ekonomik şartlandırmaları yoktur. Bu
nedenlerden daha özgür davranabilmektedirler. Bu özgürlük anlayı$lan için.
de örgütlenebilmekte, toplumsal eylem yapabilmektedirler. Öğrenciler, yeni
ve olumlu yapıtlar ortaya koymaya hazır, ileri gelişmelere açık bir kitledir.
Öğrenciler bu niteliklerine karşın, bugünkü üniversiteler kanununa göre,
üniversite dışı bir topluluk durumuna sokulmakta, üniversiteyi oluşturan
bir öğe olarak görülmemektedir. Üniversitelerimizde, bugün tüm karar ve
uygulamalar öğretim üyeleri tarafından hazırlanıp uygulanmaktadır. Yukarıda
niteliklerini ortaya koyduğumuz öğretim üyeleri, öğrencileri sürekli olarak
dışarıda bırakmakta, bugünkü durumun sürüp gitmesine sebep olan temel
hatayı işlemektedirler.
Oysa öğrenciler, tüm eylem güçleri, tüm bilinçleri ve ürettikleri fikirlerle
üniversitenin bir parçasıdır. Nasıl öğretim üyesiz bir üniversite düşünülemezse,
öğrencisiz bir üniversite düşünülemez. Bu nedenden üniversitenin
temel öğelerinden biri de ÖĞRENCİ’lerdir. Ve mutlaka üniversite içindeki
yerlerini alacaklardır. Yukarıda açıkladığımız temel niteliklerini üniversiteye
maledecekler ve üniversite için gerekli dinamik ortamın yaratılmasında
temel etken olacaklardır.
Üniversite öğrencisi yukarda açıkladığımız nitelikleri ile üniversitede
edilgen durumda bırakılmaları temel hatalardan biridir. Öğrenci üniversite
içinde de söz sahibi olmalı, fikirlerini ve eylemlerini ortaya koyabilmeli ve
yönetimde ağırlığını hissettirmelidir.
Bunu gerçekleştirmek için üniversite yönetiminin aşağıda önereceğimiz
yapıya dönüşmesi gerek kanımızca;
YENİDEN ÖRGÜTLENME TASARISI (ÜNİVERSİTELERİN)

“öğrenciler yönetimde söz sahibi olmalıdır.”
İlkeleri:
1 ? ANAYASA TEMİNATI ALTINDA OLAN ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİ;
bilimsel, yönetimsel, ekonomik ve politik özerkliği içeren
bir kavramdır.
2 ? Üniversite; ÖĞRETİM ÜYELERİ, ÖĞRETİM ÜYESİ YARDIMCILARI,
VE ÖĞRENCİLERDEN oluşan ve bunlardan birinin eylem
ve yönetimde söz sahibi olmaması ile niteliğini yitiren BÖLÜNMEZ
BİR YAPIYA SAHİPTİR.
3 ? ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİNİN İŞLEMESİ VE DENETİMİ ÜNİ-
VERSİTENİN İKİNCİ MADDEDE BELİRTİLEN BÜTÜN ÖĞELERİNİN
KATILMASI İLE OLUŞACAK PARLAMENTER BİR SİSTEM
İÇİNDE YENİDEN ÖRGÜTLENMESİ İLE GERÇEKLEŞEBİLİR.

Yukarıda sıraladığımız ilkelerin ve aşağıda ana hatları ile açıklayacağımız
yeniden örgütlenmenin gerçekleştirilebilmesi için, üniversite bütün üyeleri
ve kuruluşları ile eyleme geçmeli ve bu eylemi bütün olanakları ile
sürdürmelidir.
Parlamenter sistemde yeniden örgütlenecek üniversitede yönetim, parlamenter
sistemin doğal gereği olarak bir çeşit yasama ve yürütme organı
olan iki temel tarafından yürütülecektir.
Fakülte Kurulları:
a) Fakülte Genel Kurulu:
A ? Fakülte ile ilgili tüiiı sorunları görüşüp karara bağlamak ve
fakülte yürütme kurulunu denetlemekle yükümlüdür.
B ? Öğretim üyeleri ile öğretim üyeleri yardımcılarının tümünün ve
bunların sayısına göre ağırlıklarını duyurabilecek öğrenciden
kurulur. (Sadece doktora, doçentlik bilim jürilerinin seçimi ve
doktora, doçentlik ve profesörlüklerin onaylanması sırasında öğretim
üyesi yardımcıları ve öğrenciler oylamaya katılamazlar.)
C ? Fakülte kurulu başkan ve yardımcıları, öğretim üyeleri arasından
ve genel kurul tarafından gizli oyla seçilir. Raportörler, öğretim
üyeleri yardımcıları ve öğrenciler arasından gizli oyla
seçilir.
D ? Çeşitli konulan incelenıek için kurulacak bütün komisyonlar
eşit sayıda öğretim üyesi, öğretim üyesi yardımcıları ve öğrencilerden
kurulmalıdır.
b) Fakülte Yürütme Kurulu :
 ? Belli oranda ve fakülte genel kurulu tarafından seçilecek öğ
retim üyeleri ve yardımcılarından kuruludur.
B ? Genel kurul kararlarını uygulamakla yükümlü ve genel kurula
karşı sorumludur.
C ? Yürütme kurulunun başkanı olan dekan öğretim üyeleri arasından
genel kurul tarafından gizli oyla seçilir.
Üniversite Kurulları: :
a) Üniversite Genel Kurulu:
A ? Bütün üniversiteyi ilgilendiren konularda esas kararlar almak
ve fakülteler arası koordinasyonu sağlamakla görevli bir genel
kuruldur.
B ? Fakültenin genel kurulu başkanları, dekanlar, her fakülteden
kendi genel kurulu tarafından seçilecek birer öğretim üyesi,
öğretim üyesi yardımcıları ve öğrenciden kuruludur.
166
C ? Üniversite genel kurulu, fakülte genel kurullarının kararlarını
onaylar. Bir defaya mahsus olmak üzere veto hakkı vardır.
0 ? Üniversite yürütme kurulu başkanı olan rektör, bütün fakülte
genel kurullarının katıldığı ortak toplantıda, öğretim üyeleri
arasından seçilir.
b) Üniversite Yürütme Kurulu;
A ? Fakülte yürütme kurullarının birer temsilcisinden ve dekanlardan
oluşur. Başkan rektördür.
B ? Üniversite genel kurulunun kararlarını uygulamakla yükümlü
ve üniversite genel kuruluna karşı sorumludur.

UZMANLIK KURUMU OLARAK ÜNİVERSİTELER:
Birinci bölümde açıkladığımız gibi; üniversiteler öğrencilerine verdikleri
eğitimle onları belli konu ve bilim alanlarında uzmanlaşmış kişiler olarak
yetiştirmelidirler. Bu üniversite eğitiminin niteliğidir. Bu uzmanlığın belirleyici
niteliği, bilimsel düşünebilme, bilimsel yöntem uygulama ve bilimsel
araştırma yeteneğine sahip olmaktır.
Bu nedenden üniversite herşeyden önce ülkenin ihtiyacı olan uzman kişileri,
yetiştireceği bürokrat ve teknokratlarla dolduracaktır. Bu yüzden
kurulmuş üniversitelerin ve uyguladıkları eğitim programının, ülkenin o gün
ihtiyacı olan kadroları ülkenin gelişimi ile orantılı olarak gerek nicelik ve
gerekse nitelik olarak sağlaması gerekir.
Bunun için yapılması gereken şudur: Öncelikle bugünkü yapımızın gerektirdiği
uzmanların nitelik ve niceliklerinin belirlenmesi ve sonra kalkınma
plânı ile amaçlanan gelişim doğrultusunda uzmanların nicelik ve niteliklerindeki
değişim ve gelişimlerin saptanması gereklidir. Bu belirleme bizlere
bugün ülkenin ihtiyacı olan yüksek öğrenim kurumlarını, bu kurumların
niteliklerini ve bu kurumların yetiştireceği uzmanların sayısal değerini verecektir.
Ayrıca ülkenin ihtiyacı olan yeni öğrenim kurumları ortaya çıkacak
ve ihtiyaç olmayanlar da belirlenecektir.
Türk toplumunun, ihtiyaç duyduğu yeni öğrenim kurumlan ve mevcut
kurumların ihtiyacı karşılar hale gelmesi ancak bu temellendirme ile yapılan
uzun, köklü ve bilimsel araştırmalarla belirlenebilir. Biz burada ancak öğrenim
kurumlarını toplum yapısı içinde eleştirerek olması gerekeni ve bu gerekliliğin
temel ilkelerini belirlemeye çalışıyoruz. Çalışmaların bundan ötesi
bizleri aşar ve uzman kişilerle ortak çalışmalar gerektirir.
Şu halde, yüksek öğrenim kurumlan öncelikle, toplumun ihtiyacı olan
kadroları belirlemek ve bu kadroların nitelik ve niceliklerine uygun öğrenci
yetiştirmek için; ülkemizin bugünkü ekonomik ve teknolojik düzeyinde kalkınarak
kalkinma plânı içinde uzun süreler sonunda varılması’ amaçlanan
hedeflere göre öğrenim kurumunun gelişimini plânlayan “GELlŞÎM VE
EĞİTİM PROGRAMLARI” hazırlamalıdırlar.
Sonra, bu programlan uygulayabilmek için plânlama kurumlannı ve bu
programlann gerektirdiği nitelikte öğrencileri sağlayabilmek için, orta öğretim
derslerini etkilemek, eğitim sistemini çeşitli program ve istek önerileri
ile değiştirmek veya etkilemek zorundadır. Böylece Türkiye üniversiteleri
ilk kez gerçek ve doğru bir savaşa girmiş olacaklardır. Böyle bir girişimle
ilk kez görevlerinden birini yerine getirecektir.
Böyle bir programlama ve plânlama yapılmadıkça ve eyleme geçirmedikçe
üniversitelerimiz toplumdan . kopuk, her türlü gelişime kapalı kalacaklar
ve aynca bir değer, bir fikir üretmediklerinden de toplumun gelişmesine
engel olacaklardır. Arasıra girişecekleri değişme, yenileme çabası ise
sadece bir biçim değiştirmesinden ibaret kalacaktır. Bu, bugüne dek böyle
olmuştur. Ancak böyle bir programlama ile geleceğe ve gelişime açık bilimsel
ve gerçek temele oturabilen üniversiteler kurulabilir.
Eğitimdeki bu plân ve programsızlık bugün Türkiye’nin içine düştüğü
kadro ve uzman çıkmazının temel nedenidir. İhtiyacın çok üstünde eleman,
ihtiyaca cevap vermeyecek eleman, hiç ihtiyaç olmayan alanlarda yetiştirilmiş
yığınlarca eleman, ülkemizin ihtiyaçlarının çok ötesinde yetiştirilmiş
ve yabancı ülkelere ihraç edilen elemanlar buna örnek.. Ülkemizin teknolojik
ve teknik kdarolarmın planlanması ve teknik eğitim arasındaki ilişki de
buna örnektir. Bu açıdan Teknik Üniversitelere düşen bir görev de şudur:
Hazırlayacağı eğitim ve gelişim programı ile ülkemizin teknolojik kadrolarının
düzenleyicisi olmalıdır. Pratikte teknolojik kadrolar işçiden mühendise
dek belli bir hiyerarşik düzen içinde işler. Bugünkü eğitim sistemi içinde
bu hiyerarşinin çeşitli katlarını oluşturan kadrolar, ortak bir program içinde
olmalan gerekmesine karşın, birbirlerinden kopuk birbirlerinden habersiz
ve bir ortak program içinde olmayan bir konumdadırlar. Çünkü bü
kopukluk,
Teknik piramitin sıhhatsizliği,
? Ayn kuruluşlardan çeşitli teknik elemanlann bir araya geldiklerinde
gerekli organik işleyişin kurulamaması,
E Bugünkü teknolojimizin gerektirdiği işbölümüne uygun eğitim ve
eğitim kurumlarının olmaması nedeniyle, teknoloji içinde yeri ve
görevi belli olmayan kadroların oluşması sonuçlarını doğurmuştur.
Bugün bu üç etken teknolojimizin organizasyonu açısından baş sorunlan
oluşturmaktadır. Bu sorunların giderilmesi için Teknik Üniversitelere
büyük görevler düşmektedir. Şöyle ki; Teknik Üniversiteler bugün kendi dışında
oluşmuş ve çeşitli teknolojik katlarda eleman yetiştiren kuruluşları
kendi bünyesi içinde toplamalıdır. Aynca, ülkemizdeki diğer Teknik Üniversitelerde
ortak bir kuruluş kurulması ve Teknik Üniversiteler arası ortak
strateji ve program uygulamaları için tez elden girişimler başlamalıdır.
168
Aynı sorunlar diğer yüksek öğrenim kurumlarının da sorunları.. Bu sorunların
çözümü için temel ilkeyi daha önce belirlemiştik. Bu yapılmadıkça
ülkemizin geleceği iyice çıkmaza girecek ve devrim gerekliliği daha da güçlenecektir.
Ve ancak devrimle çıkmazdan kurtulacaktır.
Ayrıca yukarıda belirttiğimiz eksikliklerin ve sorunların doğmasına en
önemli etkiyi yapan teknolojik ve bürokratik düzeni kökünden sarsmayı
hedefleyen plânsız ve programsız olarak kurulan özel okullardır. Bu açıdan
özel okulların devletleştirilmesi ve devlet üniversitelerinin olanakları genişletilerek
özel okullarda okuyan öğrencilerin bu kurumlara kaydırılmaları
gereklidir. Böylece özel okullar bu şekilde kapatılmalıdır.

ARAŞTIRMA KURUMLARI OLARAK ÜNİVERSİTELER:
Bir ülkenin kendi verilerine uygun olarak teknolojik gelişimi, gerçek
bir kalkınma yolunda olduğunu gösterir. Teknolojinin o ülkenin ekonomik
koşullarına göre gelişmesi ise, geniş ölçüde değişmeyi ileriye götüren,
toplumuna ve halkına yararlar getiren bilimsel araştırmalarla sağlanabilir.
Ancak bu nitelikleri ile yapılacak araştırmalara, hakim sınıflar
kesinlikle karşı çıkacaklardır. Bu nedenden araştırma kurumlarım durağanlaştırmak,
bu kurumları çıkarlarına uygun kullanmak isteyeceklerdir.
Bugünkü durum bunu yansıtmaktadır. Halkına ve topluma hiç
bir şey katmayan, ülkemizin gerçeklerinden uzak ?ya çok ilerde ya çok
gerilerde? araştırmalar yapılmaktadır. v
Bu durumun en etkin nedenlerinden birisi de, yine ülkemizin teknokh
jik ve ekonomik durumunun böylesine araştırmalara ihtiyacı olmamasıdır.
Oysa ki, üniversiteler saptıyacakları programlar içinde, amaçlanan teknolojik
ve ekonomik düzeye varmak için gerekli bir araştırma programı hazırlamak
zorundadırlar. Hazırlanan bu program içinde üniversiteler, toplumun,
kamu kuruluşlarının ihtiyacı olan ve plânlamaya temel olacak araştırmalar
yaptıkları ölçüde halk yararına araştırmalar yapmış olacaklardır.
Ancak, bugünkü durağanlığı ve eskimişliği böylesine davranmasına engeldir.
Böylece üniversitelerimiz hiç bir düşünce ve fikir üretemeyen, sadece
eski bilgilerin tekrarlandığı öğrencilerin kafasına sokulduğu gerçek amacından
çok uzaklaşan bir yere gelmiştir. Gerek eğitim gerekss araştırma konusunda
böylesine durgun ve toplumdan kopuk olan üniversitelerimiz doğal
olarak baş kısımlarda belirttiğimiz, toplumun alt ve üst yapısında kendisine
düşen görevleri yapamamaktadır. Kendi alanında bir plân ve program
hazırlamadığı, araştırma yapmadığı için devletin plânlama organlarını
etkileyememekte, onlarla işbirliği yapamamakta ve yine aynı şekilde onlardan
etkilenememektedir.
Üniversitelerimizin araştırma yapamamalarının nedenini maddî olanaksızlıkla
araştırmaları düzenleyip yönetecek öğretici kadronun üniversite dışında
iş sahibi olmalan ve özel okullara derse gitmeleri olarak görmek yanlıştır.
Pers vermeden ötede üniversitede geçirecek zamanı kalmayan öğretim
üyeleri, doğal olarak araştırma yapamazlar. Ancak, tüm maddî sorunlar
çözümlense bile öğretim üyelerinin bugün içinde bulundukları bilgilenme,
dünya görüşleri ve değerleri içinde yapacakları araştırmaların halk yararına
olması düşünülemez. Ancak yine de üniversitelerin malî özerkliğe kavuşturulması,
böylece kendi plân ve programlan içinde gerekli araştırmaları
düzenleyebilmesi, maddî durumu düzelen öğretici kadronun üniversitede
kalarak, araştırma programının kendilerine yüklediği görevleri yapmaları
araştırma kurumlarını geliştirici bir etken olabilir. Bu nedenden üniversiteler
malî özerkliğe sahip olmalıdır. Ancak üniversitelerde halk yararına
araştırmaların yapılabilmesi için, araştırmalar konusunda üniversitelerin
aşağıda önereceğimiz düzey ve anlayışa gelmesi gereklidir.
Bilimsel bir araştırma pozitif bilim değerleri üretme çalışmasıdır. Yani
araştırma, üretici bir emek durumundadır. Dolayısıyla emeğinin karşılığını
alması gerekir. Araştırma emeğinin karşılığını alması bugün.3 dek, gerek
öğretim üyeleri gerekse öğrenci kesiminde saptanmış bir program ve
biçimle yapılmamaktadır. Öğretim üyeleri aralarında örgütlenmemiş olduklarından
üniversite dışı çalışmalarında sanayi, teknoloji ve bürokrasinin
tüm kesimlerinde denetimsiz bir üretim içinde üretime değer katmaktadırlar.
Öğrenciler için de durum aynıdır. Oysa bu durum iyi bir yorum ve çözümleme
ile belli bîr denetim içinde ve belli bir programı uygulayan duruma
getirilebilir. Yani üniversite, bilimsel araştırma ve çalışmaları, saptanmış
bir statü ve program içinde üniversitenin tüm öğelerine uygulattırır.
Ve sonunda araştırmaya ve çalışmaya katılan kişiler ürettiklerinin karşılığını
alırlar. Ancak bunun sağlanması için üniversite içinde araştırmaları
kurumlaştırmak gereklidir. Böylece sağlanacak maddî koşullarla hem denetleme
hem de hızlandırılabilecek araştırmalar üniversitelerimizin bilimselliğe
giden yolunu açacaklardır. Çünkü, üniversiteler araştırıcı ve çözümleyici
bir dinamizm kazandıkça, ülke koşullarım zorlayacak ve bunun sonucu
olarak yapısını sürekli olarak yenileyip geliştirecektir. Ayrıca böylesine
bir ortam öğrenciyi araştırmalara kattığı ölçüde onun dinamizminden
yararlanacak, hız kazanacak ve devamlı olarak dinamizmini koruyacaktır.
Böyle bir durum bugün üniversite içinde edilgen dururiıdaki öğrenciye yeni
maddî olanaklar sağlayarak onu araştırmaların içine alacak ve kişiliğinin
oluşma ve gelişmesini de sağlayacaktır.
Araştırmalara en önemli katkıyı kuşkusuz “sosyal eğitim” yapan öğretim
kurumları yapacaklardır. Toplumun sosyal ve ekonomik koşullarını bilimsel
olarak açıklamak, halk kültürünü araştırarak aydına öğretmek ve benimsetmek
yoluyla hem halkı tanıtmak, halk eğitimini biçimlendirmek hem
de yapılacaK bilimsel araştırma ve plânlara gerekli verileri hazırlamak yoluyla
araştırmaları yönlendireceklerdir. Üniversiteler böylece bünyelerinde
kurumlaştırdıkları “ARAŞTIRMA KURUMLARI” ile, ülkenin üst yapısı içinde
gerek plânlama gerekse uygulama ile diğer üst yapı kurumları ile ilişki
kurmalıdırlar. Ancak araştırmaların bu biçimde oluşturulamaması nedeni
ile, üniversiteler bugün üst yapı içinde birinci bölümde belirttiğimiz görevleri
yerine getirememektedirler.

Buraya dek, önce üniversitenin niteliğini ve görevlerini belirlemekle işe
başladık. Halka dönük eğitim ve araştırmayı tanımladık. Sonra üniversitelerin
bugünkü yapı ve oluşumlarını düzen içinde yorumlayarak bu görevlerini
yerine getiremediklerini ve getiremiyeceklerini tanıtladık. Önerdiğimiz
üniversite nitelik ve biçimine ancak, toplumumuzun ekonomik ve sosyal
yapısı onu mümkün kılacağı zaman kavuşabileceğini belirledik. Bu nedenden
eğitimdeki devrim eyleminin genel devrim eyleminin bir parçası olduğunu
ve devrimle birlikte gerçekleşebileceği gerçeğini saptadık.
Bugün eğitim sorunu üzerine girişilen eylem ve çalışmaların getireceği
devrimci hareketi hem eylem hem de kültür açısından güçlendirmekten başka
bir işe yaramıyacaktır. Ancak bugün öğrencilerin eğitimde devrim eylemini
sürekli gerçek bir devrimci eylem haline dönüştürmeleri gereklidir.
Bunun için nitelikleri belirlenen “halka dönük eğitim” sloganının her an her
ortamda savaşını vermeleri gereklidir. Bu savaşın bu dönemde hedefleri,
? Üniversite yönetimine katılmak,
? Her türlü bilimsel düşüncenin tartışılabileceği POLİTİK VE BÎ-
LÎMSEL özerkliğe sahip demokratik bir üniversite ortamı gerçekleştirmek,
B Üniversitelerin malî özerkliğini sağlamak…
Üniversite gençliğinin bu savaşında tüm devrimci güçlerin kendilerine
yandaş olmaları hem savaşı daha yaygın, hem de daha etkili hale getirecektir.

YÜKSEK OKULLARIN BUGÜNKÜ DURUMU:
Yüksek okullar genellikle Bakanlıklara bağlı ve günün politikasına uygun
olarak açılmış, çoğu kez kuruluş kadro kanunları bulunmayan ilgili
Bakanlıklara düşük maaşla memur yetiştiren kurumlardır.
Çoğu zaman günün Bakanları bu okulları genişletmek, çoğaltmak ve
kapatmak yetkilerini üzerinde taşımaktadırlar. Yönetim ve denetim Bakan
tarafından yürütülmekte, kanunsuz fakat, günün politika ortamına uygun
emirlerle kolayca iş yapılabilmektedir.
Okulların eğitimci yöneticileri istedikleri devrimci atılımlardan daima
geri çevrilmekte eğitim için yararlı fakat, günün iktidarları için yararsız yönelimler
kolayca durdurulabilmektedir. Bu bakımdan statükoyu savunan
iktidarlar zamanında mücadeleci yöneticilerin üst makamlarda pek yeri
yoktur. Onlar “Görülen lüzum üzerine” daha pasif görevlere, kitaplarının
başına döndürülmektedirler. Bu ortamda yetişen öğrenci de çok doğaldır
ki, burjuva sınıfına hizmet edecek ölçüler içinde yetişmektedir.

Yüksek okullara gelen gençler çoğu kez doğduğu çevreden. kopmaktadır.
Bunun başlıca nedeni verilen eğitimin sonucudur. Okutulan dersler
yetersizdir. Kendini yetiştirmeyen bir yüksek okul mezunu, hiçbir şey bilmediğini
zaman zaman kendisi de açıklıyabilmektedir. Bugün devrimciliği
savunan kitlenin okullardan aldığı hemen hiçbir şey yoktur. Bunlar dışardan
kendi okudukları kitaplarla kendilerini yetiştirmeye çalışmışlar, mücadeleye
bu eserlerin etkisi ile atılmışlardır. Edindikleri bilgilerden sonra
okullarda verilenlerin saçmalığı daha iyi ortaya çıktığından mücadeleyi,
adeta kamçılamaktadır, tşte bu atılımı organize etmek, bilinçli olarak devrimi
gerçekleştirecek dinamik gençlikle onları destekleyecek aydın ilim adamı,
sanatçı, yazar, öğretmenlere düşmektedir.

YÜKSEK OKULLAR KONUSUNDA İSTEDİKLERİMİZ:
1. Orta dereceli okullara öğretmen yetiştiren yüksek okullar özerk bir
kuruluş altında birleştirilmelidir.
2. Her türlü yönetim ve denetim devrimci bir ilim kuruluna bırakılmalı,
bunlar arasında söz ve oy hakkına sahip öğrenci temsilcilerine mutlaka
yer verilmelidir.
3. Devrimci eğitim politikası saptandıktan sonra, uygulama sırasında
hükümetler işin maddî yönünü karşılamaktan başka hiçbir etkide bulunmamalıdırlar.
4. Üniversiteler eğitim kurumuna katılmış olan bir eğitimci tüm çalışma
süresini mutlak surette üniversiteye adamayı kabul etmiş olmalıdır.
Üniversiteye tüm varlığıyla bağlanmış bir ilim adamının bannma, korunma,
emeklilik gibi sorunları da kendine güven verecek şskilde sağlanmış
olmalıdır.
5. Adını ettiğimiz eğitim üniversitesinde öğrenimini yapan öğrenciler
arasında çoğunluğu halk çocukları teşkil etmelidir. Böylece eğitim üniversitesi
köye açılan bir kapı olacaktır. Diğer eğitim kuruluşlarının da aynı şeyi
benimsemesiyle duvarlar yıkılıp, yerini kapılar alacak ve bütün kapılar
halk için ardına kadar açılmış olacaktır. Üniversite halkın olacak, cahil bırakılmış
halk devrimci üniversite öğrencilerinin eylemlerini komünizm,
kendilerini de komünistler olarak görmiyecektir. Okulunu, bitirmiş bir üniversitelinin
yeri doğduğu yerden başkası olamaz! Eğitimin temeli de bu
esaslar üzerine oturtulmuş olmalıdır.
6. Yüksek öğrenimini yapan ve malî durumu yetersiz olan öğrencilere
sıkıntı çekmeden okulunu bitirebilecek garantilerin sağlanmış olması gerekir.
Yiyeceği, barınacağı yerler normale döndürülmeli, kuru fasulye ile gecekonduların
güneş görmez odalarından kurtarılmalıdırlar. Sağlığı ile ilgili
sorunlar kesin çözüme bağlanmalı, tüm hastaneler kendilerine açık tutulmalıdır.
? Doğaldır ki, devrimde hastanelerin de devlet eliyle yürütülmesi
172
gerekir.? Öğrenim süresince bir öğrenciye yapılan masrafların mecburi
hizmetle ödetilmesi zorunlu kılınmalı, karşılığını ödemek (para olarak) kesinlikle
kabul edilmemelidir. Amacımız Türkiyecilik olduğuna göre “Bayrağımızın
dalgalandığı her yerde” ülküsü artık gerçekleştirilmelidir. Bu
noktada taviz verilmemelidir.
7. Yeni düzenin öğretmenlerini aynı statü içinde yetiştirmekle, çeşitli
oyunlarla millî bütünlüğü bozacak kişi ve gurupların da etkisini azaltmak
hattâ karşıt mücadelelere girişmek daha güçlü sonuçlar verecektir.
8. Yüksek öğrenimde öğretmen adaylarına uygulanacak ders programlarını
yeniden gözden geçirmek ve devrimin ilke ve ülkülerine uydurmak
zorunludur. Köyden çıkan gençler köye döndürülmedikçe, hizmetleri köye
götürülmedikçe kalkınmamızın gerçekleşeceğine inanmıyoruz.
9. Kurulmasını istediğimiz eğitim üniversitesinin her öğrencisi dört yıllık
öğrenim süresi içinde üç aydan az olmamak şartıyla köyde, köylünün
içinde staj yapmalıdır. Ve her yıl her köyümüz mutlak surette bir grup üniversite
öğrencisiyle karşılaşmış olmalıdır. Her yıl halk eğitimiyle ilgili değişik
konular uygulamalı olarak gösterilmelidir. Staja gidecek öğrencilere
açıklanması istenen konuların tekniği de verilmeli, bu arada tarım teknikleri
koruyucu ve tedavi edici sağlık sorunları ile ilgili meseleler ana noktaları
teşkil etmelidir. Üniversite staj programlarını hazırlayacak ilmî ve
halkçı bir kurulun devamlı olarak çalışması köye çıkacak öğrencilere kaynak
hazırlaması zorunludur.
10. Her gurubun ana sorunları detaylarıyla belirten raporları bir sonraki
staj guruplarının çalışma programı halinde sunulmalı, belli süre içinde
çözümlenmelidir. Bu programlara uyularak hükümet ve meclislere kanun
teklifleri yapılabilmeli bütçelerin buna uydurulması sağlanmalıdır. Diğer
üniversitelerin de belirttiğimiz staj işini kabullenmelerinde yarar görüyoruz.
11. Yüksek öğrenimde yatılılık sisteminden aynlınıp yurt ve burs şekline
kesin olarak dönülmelidir. Bursların miktarı yılın fiat düzeyine uygun
olarak üniversiteler ilim kurulları tarafından arttırılabilmelidir.
12. Eğitim üniversitesinin teknik öğretmen yetiştirecek kısmı iyi bir temele
oturtulmalı, araç-gerecin sağlanmasında kusur edilmemelidir. Ekonomi
politikasının yeni düzene kavuşturulmasıyla maddî olanaksızlıklar ortadan
kalkacak, eğitim için bol miktarda para bulunabilecektir.
13. Ders notu ve kitap veren kürsü sahipleri kısa zamanda zengin olma
yolunun kitap yazmaktan geçmediğim bilmelidirler. Üniversite kitapları
maliyetinin çok az üstünde satılarak hocaya verilen para uzun vadede
çıkarılmalı, öğretim üyesinin yenilikleri ekleme konusu teminat altma alınmalıdır.
14. Yeni kurulacak üniversiteler gurup köylerin arasına oturtulmalıdır.
173
15. Üniversitenin ülke sorunları ile ilgili kararları kesin olmalı, hükümetler
bu kararları zorunlu olarak uygulamalıdırlar.

DEVRİMDE HALKIN KAZANACAKLARI:
Üniversite böyle bir devrimi gerçekleştirme eylemine girdiğinde Türk
halkına neler kazandırır?
Üniversite yurttaşın dertlerinin dinlendiği, çözümlendiği bir yer olur.
Köylü ne istediğini üniversiteye bildirir. Burada istekler bilim süzgecinden
geçtikten sonra günün iktidarından nasıl bir yol izlemesi gerektiği belirtilir.
Köyde götürülecek yeni tarım teknikleri stajiyerler eliyle uygulama
alanı bulur. Köye yeniliği hükümet değil; üniversite götürür. Hükümetler
yalnız işin maddî yönüyle ilgilenir.

ÇÖZÜMÜ ZORUNLU DİĞER SORUNLAR:
Ülkemizle ilgili, yapılmasında yarar gördüğümüz diğer devrimci eylemler
neler olabilir? Sıralayacak olursak;
1. Tefecilik önlenmeli, kredi dağıtımı denetim altına alınmalıdır.
2. Dış ticaret devletleştirilmen, yerli sanayiin gelişmesi için kapılar
açılmalıdır.
3. Madenler millileştirilmeli, herhangi bir ortalıkta Türk sermayesinin
payı ne olursa olsun yönetmde son söz Türklerin olmalıdır.
4. Türkiye NATO’dan çekilmeli, askerî savunma işi bağımsız üçüncü
dünya devletleri yanında yer aldığımız dünyaya açıklanmalıdır.
5. Askerlik süresi kısaltılmalı, aydınlar askerliklerinin eğitimden sonraki
kısmını mesleklerine göre köy ve kasabalarda danışman – yönetmen
olarak bitirmelidirler.
6. Bugün Türkiye’de kapitalist anlayışın bile dört elle sarıldığı kooperatifçilik
sosyalist görüşün rayında yurt düzeyine yayılmalıdır.
7. Yol, su, elektrik gibi toplu hizmetlerin köye götürülebilmesi için
köylerin belli noktalarda birleştirilmesi yoluna gidilmelidir. Köylerin toplamı
onbeş bini aşmamahdır.
8. Gıda sorunu eğitimle ortaya konduktan sonra, et, süt, yumurta gibi
ihtiyaçların giderilebilmesi için hayvancılığın yeni besleme teknikleri köye
iletilmelidir. Her kooperatifin bir tavukçuluk kolu bulunmalıdır.
9. Üretim kooperatiflerinin. görevlerini kusursuz yürütebilmeleri için,
toprak reformu plânlanıp gerçekleştirilmelidir.
10. Eğitimde orta dereceli ve ilk okullarda öğrencinin yönetime katılması
kademeli olarak gerçekleştirilmelidir.
11. Tüm orta dereceli okullar üniversiteye girme yönünden herhangi bir
engellemeyle karşılaşmamalıdırlar. Bu bakımdan orta dereceli okulları, çeşitli
kolları bulunan bir lise haline getirmek en yararlısıdır kanısındayız.
Bu arada köylü ve toprakla sıkı sıkıya bağlı olan tarım ve öğretmenlikle ilgili
binaların ? kuruluş yerlerinin ? şehir dışmda olmasına dikkat edilmelidir.
12. Her dereceli öğretmene lojman sağlamak devletin ödevi olmalı, hastanelerden
parasız olarak yararlanabilmelidir. Ayrıca para karşılığı ilâç almamalı,
eczaneler reçetelerin karşılığını hükümetten tahsil etmelidirler,
öğretmenlerin ihtiyacı olan maaş verildikten sonra hastalık ve barınmayla
ilgili miktar takdir edilerek maaşından düşülmelidir.
13. öğretmenlerin maaşları bugünkü gülünç durumdan kurtarılmalıdır.
SONUÇ:
Ankara Yüksek Okullar Talebe Birliği’nin eğitim devriminde ve genel
devrimde gerçekleşmesini istediği konular bunlardır. Ancak devrimcilik görüşü
sorunları sınırlamaya aykırı olduğundan yeni durumlara intibakı sağlamada
yeni görüşlerimiz olacaktır. Belirttiğimiz sorunlar arasında hemen
gerçekleştirilmesi mümkün olanlar bulunduğu gibi bil vadeyi gerektirenler
de vardır. Ama on seneyi aşacak bir gerçekleştirme zamanını uzun
buluruz. Başlangıç 1968 Kasım’ı veya 1969 Ocak ayı olarak kabul edilmelidir.
Fikir ve bedenî gücümüzü yurdumuza, onun evlâtları olarak çoktan adadık,
güçlük bunu anlatabilmekteydi. Şimdiye kadar olayları anlayıp değerlendirmek
fırsatı bulamayan halkımız da çıkarcı çevrelerin uyutucu beyan
ve propagandalarını yine onların yüzlerine vurmaktan, cezalarını vermekten
kaçınmıyacaktır.

BİLDİRİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR:
Osman KÎPER ?Üniversite ve Yüksek Okullarda öğrencilerin yönetime
katılmaları bugünün gerçeklerine göre kaçınılmaz bir zorunluktur. Yapılan
işgal ve boykot hareketleri bunu göstermiş ve ispatlamıştır. Üniversite
çevreleri, öğrencilerin yönetime katılmalarını Anayasa’nın 120. maddesine
aykırı görmekte ve göstermektedirler. Bu temelinden yanlış bir görüştür.
Bu iddia yüzde yüz Anayasayla, Anayasa’nın yapısı, amacı ile çelişen
bir iddiadır. Madde, Üniversite özerkliğini koymuş ve Üniversite dışı güçlerin
üniversiteye karışmasını önlemek istemiştir. Bu kaygının, üniversiteyi
oluşturan üç öğeden öğrencileri de içine aldığını düşünmek en azından
iyi niyetten uzaklaşmak olur.
Söz konusu 120. madde: “Üniversiteler, kendileri tarafından seçilen öğretim
üyelerinden kurulu organları elile yönetilir ve denetilir” derken .hiç
kuşku yok ki, “Üniversiteler” deyimi ile, onlarsız üniversite olamıyacağı bilinen
öğrencileri anlam dışı bırakmış olamaz.
Aydoğan BÜYÜKÖZDEN ? Konuyu, yönetim, eğitim ve araştırma açılarından
eleştirmiş ve demiştir ki:
? öğretim üyeleri ve yardımcılarıyla öğrenciler de yönetime katılırlarsa
üniversite yeniden örgütlenmiş olacaktır. Bu surette üniversitelerde tam
demokratik düşünme ve tartışma ortamı gerçekleşecektir.
Bu yoldan üniversitelerimiz ülkemizin ekonomik, sosyal ve teknolojik
yapısını derinliğine genişliğine araştıracak yeni kadrolar saptayacak, buna
göre yeni eğitim, öğretim ve gelişme programlan hazırlayacaktır.
Üniversite kazanacağı bu yeni örgütlenme ile araştırma gücünü ve etkinliğini
artıracaktır. ‘O zaman Üniversite Devlet Plânlama Teşkilâtının önde
gelen danışmanı olacaktır.
Üniversite öğrencilerinin yönetime katılmalarının iyi sonuçlar vereceğini,
1936 -1946 yıllan arasında uygulanan Köy Enstitüleri deneyi yeterince
kanıtlayacak niteliktedir. Bu kurumlann orta bölümlerinde başlayan bu yoldaki
deneme Yüksek bölümde daha başarılı olarak uygulanmıştır.
Osman N. KOÇTÜRK ve altı arkadaşı ilerici Sendikalann girişimleri ile
625 sayılı kanun gereğince, özel yüksek okul statüsünde bir Ekonomi Yüksek
Okulu kurulmasını, bu yüksek okulun İşçi ve Köylü Üniversitesinin çekirdeğini
teşkil etmesini önerdiler. Bu süre içinde tşçi ve Köylü Üniversitesi
kuruluş kanunun çıkanlması için işçinin demokratik gücünü kullanmasını
savundular.

BÎLDÎRİ:
ULUSAL AMAÇLARA VARDIRICI ARAŞTIRMA VE UZMANLIK KURUMLARI

Bildiriyi sıman:
Osman N. KOÇTÜRK
Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
Biokimya Enstitüsü

Bilim adamlarının lâboratuvarlannda birkaç kırmızı gözlü
fare kullanarak giriştikleri araştırmaların sonuçları ile, sosyal,
politik ve ekonomik sorunlar arasında derin ve köklü
itişkiler vardır.

GİRİŞ
Araştırma ve uzmanlaşma, XIX uncu yüzyılın başından bu tarafa ileri
toplumları çok ilgilendiren iki konu haline gelmiştir. Doğal güçlerle kaynaklardan
daha çok yararlanarak, yaşantısını kolaylaştırma ve üretimde üstünlük
sağlayarak başka toplumlara baskı yapma içgüdüsünden hareket
ederek, bugünkü noktaya kadar gelmiş olan ileri toplumlar, asıl amaçlarını
gizlemelerine rağmen sağladıkları üstün yaşama standardı ve diğer toplumlar
üzerinde kurmaya muvaffak oldukları hegemonyayı bu sayede gerçekleştirmişlerdir.
XX nci yüzyılın ikinci yarısında araştırma ve uzmanlaşmanın amaçları
ile ilkeleri hayli değişmiştir. Bundan elli yıl önce bütün insanların ortak
inalı olduğu söylenen bilimsel bulgular, artık toplumların milli varlıkları
gibi kıskanarak ve gizleyerek kullandıkları formüller haline getirilmiş, toplumlar
arasındaki rekabet bunu gerektirmiştir. Uluslar, milli bankalarındaki
paradan çok Üniversite ve Araştırma kurumlarındaki yüksek dereceli
uzmanlara güvenmekte ve uzmanlarla işbirliği yaparak çalışan hükümetler
milletlerarası siyaset sahasında daha başarılı olmaktadırlar. İnsan, para,
doğal kaynaklar ve makine gücüne dayalı olan üretim, özellikle insanın
kafagücünü harekete getirerek, çok daha olumlu bir hale getirilmekte, bu
suretle yaratılan ekonomik güç, toplumun başka toplumlarla rekabet olanağını
artırmaktadır. Bunu yapamayan toplumlar ise doğal kaynaklan nekadar
çok, paraca nekadar zeng’n olurlarsa olsunlar teknolojik yönüyle güçlü
toplumun uydusu haline gelmeye ve her safhada sömürülmeye mecburdurlar.
Kendi parasını değerlendirmek için yabancı teknisyene baş vurmaya
mecbur kalacak bir toplumun bağımsızlığına sahip çıkacağı söylenemez.
Böyle toplumlar zaman içinde varlığını tüketmeye ve başkalarına teslim
olmaya mecbur kalırlar.
Bundan dolayı çağın gereklerine uyarak, bilimi ulusal amaçlara varmaK
için bir araç gibi kullanmak ve bunu sağlayacak araştırmaları yaparak, uygulamada
görev alacak uzmanları yetiştirmek lâzımdır.
Türkiye’de Üniversiteler ve Üniversiteler dışındaki araştırma kurumlarının
asıl görevi de budur. Eğitime, özellikle yüksek dereceli uzman ve araştırıcı
yetiştirmek için girişilen eğitsel çalışmalara yapılan yatırım, toplumun
bağımsızlığını korumak ve teknolojik saldırılara karşı koymak için
harcanmış bir savunma ödeneği gibi kabul edilmeli ve bu anlayış içinde değerlendirilmelidir.
Üniversiteler Kanunu’nun (3) üncü maddesinde sayılan belli başlı görevler
dışında lüzumlu araştırmaları yapmak ve bu araştırmaların sonuçlarından
ilgili icra makamları ile kamu oyunu haberdar etmek içiiı görevlerle
de donatılmış olan üniversiteler, bu işleri arzulanan çapta yapamayacakları
için, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de araştırma yapmak
ve yüksek dereceli uzman yetiştirmek için, üniversite dışı kuruluşlara gidilmiştir.
Milyonlarca liralık araç ve sçok sayıda uzman tedarik edilerek
gerçekleştirilmiş olan bu kuruluşların da büyük bir araştırma kapasitesi olduğu
inkâr edilemez.
Böyle elmasına rağmen Türkiye’mizin henüz çözümlenememiş ve bilimsel
açıdan incelenmemiş sayısız sorunu vardır. Bu sorunlara ulusal amaçlara
vardırıcı çare bulmak lâzımdır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana
yabancıların yardımına başvurmadan, karşılaşılan güçlüklere çara bulmak
için araştırıcı ve yüksek araştırıcı uzman yetiştirme bakımından yeterli çalıştığımızı
iddia edemeyiz. Araştırmanın yeknazarda masraflı ve lüzumsuz
bir çaba gibi görünmesi ve uzman gerektikçe yabancı ülkelerden uzman
celbetme alışkanlığı, gelmiş geçmiş hükümetlere daha ucuz ve daha pratik
bir çare gibi görünmüş, durum böyle olunca Türkiye’nin gerçekleri yabancıların
araştırmaları ile ortaya konmaya ve meselelerimize de yabancı uzmanlar
aracılığı ile çözüm aranmaya başlanmıştır. Bu kötü alışkanlığın
bizlere nelere mal olduğunu bugün daha iyi görebiliyoruz. Araştırma faaliyetlerinin
ulusal olmaktan çok, ulusal olmayan amaçlara yönelmiş olması
yanında, yabancı uzmanların geniş çapta yurda sokulmuş ve durumun yılr
İrca böyle devam etmiş olması:

1) Sorunlarımızın, ilkel madde ve güç kaynaklarımızın, halkın
güç ve güçsüz yanlarının, eğilimlerinin yabancı uzmanlar tarafından
rahatça incelenmesine ve Türkiye’nin bütün yönleri
ile tanınmasına vesile olmuştur.
2) Yabancı uzmanın her meseleyi, yerli uzmanlardan daha yeterli
bir şekilde araştırıp sonuçlandıracağı ön lyargısı ile hareket
edildiğinden, yerli uzmanlarda hayal kırıklığı yaratılmış
ve bunların önemli bir kısmı yurdu terketmişlerdlr.
3) Türk ekonomisine ve üretim ile tüketime, bizlerden çok yabancıya
çıkar sağlayan bir yön verilmiştir.
4) Eğitim örgütlerine ve Üniversitelere de sızma imkânı bulmuş
olan yabancı uzmanlar ile yabancılara yakın kişiler, ulusal
amaçlara vardınci araştırmalar yapma olanağını baltalamışlar
ve eğitim çarkını yabncı için çalışan bir düzene sokmuşlardır.
5) Türkiye’de yetişen veya başka ülkelere gönderilerek yetiştirilen
yüksek dereceli uzmanlar, ekseriya kendileri için iş sahası
bulamamakta, bulanlar da maddî ve manevi yönleri ile
tatmin edilmedikleri için başka ülkelere göçmektedirler.
6) Mevcut araştırma gücü ve Türk parası ile finanse edilen
araştırma kurumlan, merkezi bir plânlamadan mahrum oldukları
için, Türkiye’nin meselelerinden çok, teknolojik bakımdan
ileri ülkelerin araştırmalarını tamamlayıcı mahiyette
araştırmalar yapmakta ve milli meselelerimizi desteklememektedirler.
7) Yaratılan olumsuz hava dolayısiyle Türk halkının çıkarlarına
uyarlı çalışmalar ya bilimsel kabul edilmemekte, yada
destek ve yardımdan mahrum bırakılarak etkin olamamaktadırlar.
Aslında kaybettiklerimiz sayılanlardan ibaret değildir. Bilimsel araştırma
ve bulgulardan mahrum bir ortamda, adeta alaca karanlıkta meselelerine
çözüm aramaya mecbur bırakılmış olan Türk toplumu, hemen her mesne
çözüm aramaya mecbur bırakılmış olan Türk toplumu, hemen her meselede
demagoji düzeyine itilerek aldatılmakta ve böylece politikacı günümüzün
en etkin tipi haline gelmiş bulunmaktadır. Son yıllarda hiçbir bilimsel
temele ve araştırmaya dayanmadan ülkemize kabul ettirilen ve daha sonra
binbir güçlükle engellenen bazı projeler, araştırma olanağından yoksun olmanın
bize nelere mal olabileceğini açık bir şekilde ortaya koymuştur.
H Lüzumlu araştırma ve tetkikler yapılmadan bir ışınlandırma
tesisi kurularak ekmeklik buğdaylarımızın atom ışınları
ile ışınlandırmaya kalkışılması, daha sonra da milyonlara
mal olmuş tesisin kullanılmasından vazgeçilmesi.
SI Doğum Kontrolü uygulamalarına müsaade edilmesi.
H Bazı tohumlukların yurda bakan mucipleri ile sokulmuş olması.
H Tanın ilâçlarının başı boş kullanılması
bunlardan bazılarıdır.
Oysa ki bugünkü araştırma ve inceleme olanağımız ile yetiştirdiğimiz
uzman kadroları bu kabil hizmetlerin pek çoğunun yeterli bir şekilde yapılmasına
elverişlidir. Eksik olan toplumun ihtiyaçlarına uyarlı bir merkezi
araştırma organının kurulmamış ve işbölümünün yapılmamış bulunmasıdır.
Böyle bir durumda yapılan araştırmalar, Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına
yönelememekte ve bazen bir konunun birkaç yerde incelenmesi gibi tekrarlardan
korunulamamaktadır.
Yüksek dereceli uzman yetiştirme işlerinde ayni hatalara düşüyor ve
bazen ülkemizde istihdam imkânı olmayan bilim dallarında ihtiyacı aşan
miktarda uzman yetiştiriyoruz. Bu uzmanlar daha sonra para kazanmak .çin
başka ülkelere göç etmektedirler. Ailenin ve Devletin önemli sayılabilecek
harcamaları ile yetiştirilmiş olan bu insanların ülkeyi terketmeleri, fakir
Türk toplumu için önemli sayılabilecek kayıpların ortaya çıkmasına sebep
olmaktadır. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu tarafından
yayınlanan ‘Bilim ve Teknik’ isimli derginin, Temmuz 1968 sayısında bu konuya
değinilmekte ve teknisyenlerimizin Türkiye’yi terketmeleri dolayısiyle
ortaya çıkan kayıplardan şöylece söz edilmektedir:
B Bir doktorun yetişmesi için, 1964 rakamlarına göre, Devletin
394.608 TL. harcaması gerektiği tesblt edilmiştir. Bir hekim
için bu miktarda harcama yapıldığına göre, halen yurt dışında
kalan 2248 hekim için Devletin zaran 898 milyon liraya
varmaktadır.
Türkiye’den başka ülkelere göç ederek orada çalışan, hattâ yerleşenler
yalnız hekimler değildir. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu
tarafından başlatılan bir araştırmanın ilk dört aylık uygulamasında doktora
yapmış 245 bilim adamımızın yabancı ülkelerde görev aldıkları ortaya
çıkmıştır. Ayrıca:
H Türk Mühendis ve Mimar Odalarına kayıtlı 17233 mühendis
ve mimardan 975 inin yurt dışına çıktıkları bir araştırma
sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dışardaki mimar ve mühendislerden
%22’sl Amerika’ya, % 18,4’ü Almanya’ya geri kalanları
da İsviçre’ye, Fransa’ya, İngiltere’ye ve Kanada’ya
gitmişlerdir.
Şüphesiz Türkiye’de çalışma olanağı bulunmadığı için ülkeyi terkedenler,
doktor ve mühendislerden ibaret değildir. Bunlar arasında milletlerarası
ün sahibi olmuş ve başka ülkelerin teknolojilerine büyük değerler kazandırmış
sayılı ilim adamları da vardır. Türkiye ve yüksek dereceli uzmanlarına
sahip çıkamayan diğer ülkeler böylece kafagücü kaybederlerken, ne istediğini
bilen ve önceden plânlamış bulunan bazı ülkelerin müsait imkânlar
hazırlamak suretiyle toplumlarını terkeden teknisyenlere sahip çıktık”
lannı görüyoruz. ‘
Bu ülkelerin başında Birleşik Amerika gelmektedir.
H Amerikan Ulusal Bilim Vakfı tarafından yayınlanan ‘Bilginler
ve Mühendisler’ konulu bir araştırmada, 1962 -1964 yılları
arasında Dünya’nın çeşitli Ülkelerinden 15992 kişinin Amerika’ya
göç etmiş oldukları bildirilmektedir. Hepsi de bilgin
olan bu insanlar beraberlerinde Amerika’ya 40 milyar TL. değerinde
bilgi götürmüşlerdir. Başka bir deyimle Amerika bu
bilginleri kendi yetiştlrse idi, 40 milyar TL. harcaması gerekecekti.
Türkiye’nin yalnız, buğday, pamuk, tütün, üzüm ve incir yetiştirip diğer,
ülkelere ihraç etmekle kalkınacağını zannedenler yanılmaktadırlar. Kalkınmak
için en önemli ve etkin çarelerden biri muhakkak insan yetiştirmek
ve bu insanlara kendi ülkelerinde çalışma, ve araştırma yapma olanağı hazırlamaktır.
Uyarsız bir eğitim politikası ve merkezi bir araştırma kuruluşunun mevcut
olmayışı yanında, mevcut olanların da vazifelerini tam olarak görememekte
oluşları, öncelikle Türkiye’de yüksek dereceli uzman yetiştirme işini
aksatmakta ve daha sonra da yetişenlerin kullanılamayışı dolayısiyle dışarıya
kaçmalarına sebep olmak^dır. Ulusal değerleri korumak ve ulusal amaçlara
vardırıcı araştırma kurumlarını geliştirerek, uzmanlarımıza sahip çıkabilmek
için bu konunun eleştirilmesi gerekmektedir.

TÜRKİYE’NİN İHTİYAÇLARI
Hiçbir toplum araştırmanın lüzumsuz bir girişim olduğunu iddia edemez.
İnsan yaşadığı sürece klâsik bilim kurallarını öğrenmek ve bu kuralları
sorunlarına uygulayarak yaşantısını kolaylaştıracak ve mutluluğunu geliştirecek
sonuçlar arar. En ilkel insanda bile var olan bu eğilim, insanla
nn bir araya gelmesi ile şekillenen toplumlarda da belirmektedir. Halkının
çoğunluğu tarım kesiminden geçinen ve yeni yeni endüstrileşmeye başlayan
Türkiye’de henüz el değmemiş ve yabancıların istinasını çeken binlerce kaynak
vardır. Bunların işletilmesi ile yaratılacak olan değerler, bugün varlıkla
yokluk, açlıkla tokluk sınırında yaşayan Türk halkını mutluluğa kavuşturabilecektir.
Fakat lüzumlu araştırmalar yapılmadığı için olanağını tanı-

‘ ? ) ”
mayan Türk toplumu, kapılarım yabancılara açmış ve bütün varlığını onların
önüne sürerek, yabancı sermayesi ve yabancı uzmanlar aracılığı ile
mümkün olan üretimden çok düşük paylar almak suretiyle yaşantısını
sürdürmeye razı olmuştur. Türkiye’de tüm üretim en kötü ve en düşük koşullar
içinde yapılır. Bunun sonucu olarak insan başına düşen milli gelir
düşüktür ve insanların çoğunluğu mutsuzdurlar. Coğrafî koşullan Türkiye’-
ye çek benzeyen İsrail’de araştırma ve teknolojik uygulamaların yarattığı
gelişmelere bütün Dünya gibi bizler de şahit bulunuyoruz.
Gücünü ve sınırlı kaynaklarını kıskançlık denilebilecek bir tutuculuk
içinde değerlendirerek bugünkü aşamaya ulaşmış olan yakın komşumuzdan
öğrenebileceğimiz çok şey vardır, israil’de araştırma ve yüksek dereceli uzman
yetiştirme işleri geniş çapta Üniversiteliler tarafından yürütülürken
bir taraftan da Revohot’taki Weizman ilmi Araştırmalar Enstitüsü sadece
ilmi araştırmalar ve tatbiki ilimlerle meşgul olmakta ve 1958’de kabul edilmiş
bir kanunla kurulmuş olan “Yüksek Öğrenim Şûrası” Devlete bu alan
daki çalışmaları için merkezî yardım sağlamaktadır, (israil’de Eğitim, israil
Büyük Elçiliği, Ankara) Kendimizi taklitçilikten kurtarmış olmak için
biz israil’den uzun uzun söz ederek Türkiye’ye çıkış yolu aramak istemiyoruz.
Fakat derli toplu bütün ülkelerde araştırma ve yüksek dereceli uzman
yetiştirme işlerini merkezi bir anlayışla ele alan ve araştırma gücünün,
uzman kapasitesinin toplumun sorunlarının çözümlenmesine yararlı bir hale
getirilmesini sağlayan merkezi bir kuruluşun mevcudiyetine şahit oluyoruz.
Birleşik Amerika’da “National Research Council” ve buna bağlı kuruluşlar
bütün Üniversiteler ile Araştırma kuruluşlarının çalışmalarında nazım
rol oynamakta, başkaca yabancı ülkelerin araştırma gücünü, Amerika’-
nın çıkarına değerlendirmek için çareler araştırmaktadır. Böyle bir örgütün
kurulmuş olmasının Birleşik Amerika’ya sağladığı avantajlar ise ortadadır.
Başından beri emperyalist bir tutum içinde bulunan ve başka ülkelerin
kaynaklan ile gücünü, Amerikan halkının çıkarları için istismarı ulusal
bir politika haline getirmiş olan Birleşik Amerika, Türkiye’deki durumundan
da yararlanmakta, Amerika’nın üretim artıklan ile Amerika’dan
yardım görmüş olmanın ezikliği içinde bulunan fakir Türk toplumu, gerçekte
zinde gücünü Amerika’nın emrine vererek Amerika’ya yardım etmektedir.
Bazı masraflı Üniversitelerimiz bile Amerika’dan gördüğü küçük yardımlar
karşılığı, bütçenin %80’i fakir Türk halkının sırtına yüklemek suretiyle
Amerika’nın Türkiye’de gerçekleştirmeye çalıştığı ekonomik örgütlere
ve şirketlere ingilizce konuşan teknisyen yetiştirmekle pek meşgul durumdadır.
Bütün bu çabaların Türk toplumunun gerçek ihtiyaçlarına yönelmiş
olduğunu iddia edemeyiz. Çünkü gerek Üniversitelerimizin, gerekse
araştırma kuruluşlanmızm bugüne kadar sonuçlandırıp yayınladıkları araştırmalar
arasında ülkenin gerçeklerine dönük olanları parmakla sayılabilecek
kadar azdır.
Beri taraftan yetiştirip Amerika’ya yolcu ettiğimiz ve daha sonra da füze
barutu üzerinde başarılı buluşlar yaptığı için, halkın ödediği vergi ite
ödül vererek mükafatlandırdığımız Türk uzmanları Vjardır. Böylesine değerli
uzmanlar yetiştirmiş olan Türk halkı köyde henüz tezek yakmakta, mağralarda
barınmakta, taşıma işlerini kağnı denilen ilkel araçla yapmaktadır.
Halkın sosyal ve ekonomik yapısı hakkında fazla birşey bilmeyen politikacılarımız,
uygulamalarında oy mülâhazasından başka hiçbirşeyi düşünmeyecek
haldedirler. Bilimin tarafsızlığından yararlanamamakta ve uygulamaların
sonuçları değerlendirilememektedir. Böyle bir ortam yalnız lâfla iş
görmek isteyen bazı çevrelerin işine yaradığı içindir ki, uzmanlar ile teknisyenler
kötü davranışlara maruz kalmakta, güç koşullar içinde ortaya atılan
bilimsel gerçekler bile bir doktrin meselesi olarak kabul edilmektedir.
Türkiye’de yalnız yabancılar rahatça araştırma yapabilirler. Bir süre
önce Konya’nın fakir semtlerinde ‘Doğum Kontrolu’na ilişkin bir araştırma
yapmaya çıkan Hacettepe ekibi, cahil kadınlarımıza radyolarından, ütülerine
kadar bütün varlıkları hakkında sorular sormuş, Türk kadınının gizli
saydığı hususları da öğrenmek isteyince kötü muameleye maruz kalmıştır.
Amerika’nın etkisi altında bulunan kuruluşlar aracılığı ile topluma sızan
yabancı araştırıcılar, yüksek dereceli memurdan, iki evli köyde yaşayan vatandaşlaşa
kadar herkesin Dünya görüşünü ve eğilimlerini tesbit etmekte,
dev makinelerde değerlendirdiği kesin bilgilerle sosyal yapımız üzerinde operasyonlara
girmektedir. Köylere kadar sızmış olan Barış Gönüllüleri aslında
birer sosyal araştırıcıdırlar. Bununla da yetinmeyen dostlarımız, ülkemiz,
varlığımız ve kaynaklarımız hakkında daha çok şey öğrenmek ? istemekte
ve kendilerine iyi muamele edilmediğinden yakınmaktadır. Aslında Amerikanın
Türkiye hakkında öğrendiklerine bazen bizim kendi insanlarımız vasıta
olmakta ve küçük bir ücret karşılığı araştırma ekiplerinde görev alarak istenilen
bilgiyi Amerikalı uzmanın ayağına kadar getirmektedir. Türkiye’de
yapılan araştırmalar Türkçe yayınlanmadan İngilizce yayınlanarak Amerikan
makamlarının yararlarına sunulmaktadır. Buna karşılık yurttaşların
dertlerine ve sorunlarına çözüm getirecek araştırma projeleri için malûm
kaynaklardan yardım görmeye hemen de imkân yoktur.
Son Üniversite olayları, boykotlar ve işgaller dolayısıyle, Ankara Üniversitesine
teklif raporları hazırlayan komisyonlar, hemen hiçbir araştırmaya
dayanmadan ve Üniversiteli genci olağanüstü davranışlara itekleyen nedenlerin
hiçbirini bilmeden bazı muhtıralar hazırlayarak Rektörlük makamına
vermişlerdir. Bunlardan biri olan ‘Yüksek Öğrenim Gençliğinin Beslenmesine
İlişkin Rapor’ da meseleye çözüm getirecek tek öneriye rastlayamadık
(Koçtürk, Osman N., Öğrencilerin Temel İhtiyaçları, Devrimci Eğitim Şûrasına
sunulmuş rapor, VIII – a, 1968 Ankara). Çünkü Türkiye’de Yüksek
Öğrenim Gençliğinin ne şekilde beslendiğini araştıran tek araştırma yapı)
mamıştır.
Çağımızda hiçbir soruna, tabandaki nedenleri bilmeden çare bulunabileceğini
tahmin etmiyoruz. Yüksek Öğrenim Gençliğinin Beslenme Durumunu
tesbit ve duruma göre çözüm teklifi için, Ankara Üniversitesi Mediko
-Sosyal Merkezine ve Eczacıbaşı Araştırma Fonu’na yapılan tekliflere olumlu
cevap almak mümkün olamamıştı. Çünki Türkiye’de hem özel ve hem de
resmî makamlar, yurt sorunlarını araştırmaktan çok, sonuçlarından yabancıların
yararlanabilecekleri konularla ilgilenmekte ve ekseriya yabancı kuruluşlara
doküman veya veri toplamayı tercih etmektedirler.
Durum böylece ortaya konulunca Türkiye’nin gerçek ihtiyacı kendiliğinden
anlaşılabilecektir. Türkiye’de mevcut araştırma kuruluşları ile ülkeyi
terketmemis yüksek dereceli uzmanları en kısa süre içinde kendi sorunlarımızın
çözümlenmesi ile görevlendirmek ve bunu sağlayacak bir araştırma
plânı hazırlayarak uygulamaya sokmak gerekiyor. Bu işi Bilimsel ve Teknik
Araştırmalar Kurumu’nun bugünki kadrosu ile yapabileceğini tahmin
etmiyoruz. Kurumun başında bulunan zatın, geçen yıl Ankara’ya yapılan
Türkiye Birinci Bilim Kongresi’nde yaptığı açış konuşması insanı hayrette
bırakacak kadar garip tekliflerle doludur.
M Türk bilim adamlarının Türkiye’nin sorunlarını düşünmekten
bilimsel çalışmaya zaman ayıramadıklarını,
H Yabancı ülkelerdeki genç Türk teknisyenlerinin askerlik yapmaları
için Türkiye’ye gelmeleri halinde bilimsel formasyonlarını
yitirdiklerini ve bu sebeple askerlikten muaf tutulmaları
gerektiğini, ve daha pekçok uyarsız teklifini, hatırladığımız bu zat, yurt gerçeklerinden
kopuk bir kimse olduğu intibaını uyandırmaktadır. Kurumun bugüne kadar
vaki faaliyeti ve tutumu gözden geçirilince, çalışmaların yurt sorunlarını çözümleyecek
temel felsefeden kopuk ve yetersiz olduğu görülmektedir.
Aslında kalkınma çalışmalarını merkezileştirmek, yatırımları dengelemek
ve plânlamak için kurulmuş bir Devlet Plânlama Dairesi vardır. Kalkınma
için yapılacak girişimler bilinmektedir. Bu girişimler bilinince yapılacak
araştırmalar ile ihtiyaç duyulacak yüksek dereceli uzman sayısı da
kolayca bulunabilir. Bundan dolayı ülkenin her türlü yatırım ve girişimini
plânlayan Devlet Plânlama Teşkilâtı’nm araştırmalar konusunda da bir görüşü
olması gerektiğine inanıyoruz. Devlet Plânlama Teşkilâtı bünyesinde olmasa
bile buna bağlı bir Merkezî Araştırmalar Plânlama Konseyi’nin araştırma
ve uzman yetiştirme meselelerine daha güvenilir bir çözüm şekli bulabileceğine
inanıyoruz.
Üniversiteler arası ve Üniversiteler üstü bir konsey, Türkiye’de yapılacak
araştırmaları Plânlama Teşkilâtı yetkilileri ile birlikte merkezden ayarlayabilir.
Yalnız Üniversitelerimizde akademik derece almak için hazırlanan ihtisas,
doktora, doçentlik tezleri ile profesörlük takdim tezlerini yurt gerçeklerine
dönük ve sorunlarımıza çözüm getirecek konulara -ahsis etmiş olsak,
fazla para harcamadan pekçok yurt sorununa çözüm getirmiş oluruz.
Üniversitelerde ve diğer araştırma kurumlarında inceleme konusu haline
getirilen araştırma projeleri incelenecek ve Türkiye’nin gerçekleri ile
karşılaştırılacak olursa işin ne derece yörüngeden çıkmış olduğu daha iyi
anlaşılacaktır. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumunun düzenlediği
Birinci Bilim Kongresi tutanakları da seçilen konuların gerçeklerimizden
ne denli uzak olduğunu gösterecek niteliktedir.
Böyle çalışmalar teşvik görürken temel sorunların unutulması, boykot
ve işgale kadar yönelmiş yüksek öğrenim gençliğinin barınma ve beslenme
durumu hakkında bile çok az şey bilmemiz gerçekten üzücüdür. Bu arada
kanarya kuşlarının bağırsak parazitleri üzerinde inceleme yaparak Devletten
maaş alan ve araştırmasını kuşe kâğıda basılan dergilerde yaymlayabilen
kişiler vardır. Bu acı ve üzücü tabloyu daha ayrıntılı bir şekilde anlatarak
sözü uzatmakta bir yarar görmediğimizden, amacımızı kısa ifade etmek
istiyoruz. Bizim kanımıza göre:
H Türkiye’de Devlet Plânlama Teşkilâtı ile Üniversiteler arasında
ve Devlet Plânlama Dairesinin yönetiminde Üniversiteler
üstü bir ‘Merkep Araştırmalar Plânlama Konseyi’ne ihtiyaç
vardır.
Bu konsey yüksek dereceli uzman yetiştirme işini de ayarlayarak, Türkiye’-
nin gerçek ihtiyaçlarını göz önünde tutmak suretiyle istenilen nitelikte ve ihtiyaç
duyulan bilim dalında yeteri kadar uzman yetiştirmek için mevcut kuruluşlara
görev verir ve sonuçlan değerlendirir. Türkiye Bilimsel ve Teknik
Araştırmalar Kurumu bu amacı sağlayıp sağlayamama bakımından gözden
geçirilmeye ve genel politikası derinliğine eleştirilmeye muhtaç bir kuruluş
haline gelmiştir.

ULUSAL AMAÇLAR:
Araştırma masraflı bir iştir. Araştırmayı yapacak ve yönetecek yüksek
seviyeli uzmanın yetiştirilmesi ise araştırmaya nazaran daha çok para, emek
ve zaman harcanmasını gerektirir. Modern araştırmada kullanılan araç ve
gereçlerin çoğu döviz karşılığı yabancı ülkelerden satın alınmakta ve bunlann
onarılması gerektiğinde yabancı ülkelere bir miktar daha para ödemek
gerekmektedir.
Topluma pahalıya mal olmuş değerleri bir amaca yöneltirken çok dikkatli
davranmanın gereği ise ortadadır. Araştırmanın amacı behemehal ulusal
olmalıdır. Türk halkının, Türkiye’ye ve Türk toplumuna yarar sağlamayacak
hiç bir araştırma için harcanacak tek kuruşu yoktur. Araştırmaların
sonuçlan, mutlaka millî gelire bir değer katmalı ve bu değerden her vatandaş
payına düşeni alarak yaşantısına müsbet değişiklikler getirebilmelidir.
Hindistan uyanmaya başladığı sıralarda, ingilizlerden Üniversiteler kurulmasını
istemişti, ingilizler Hintlilerin bu isteklerini yerine getirmiş olmak
için Üniversitelerini kurdular ve ingilizce olarak öğretime başladılar.
Daha sonra da en ulusçu Hint aydmlanna sivrisineklerin kanatları üzerinde
doktora yapma görevi vererek o aydını yıllarca uyuttular. Bu suretle sömürgeci
fazla para harcamadan, öğrenmek istediği bir şeyin rutin çalışmalarını
bir yabancıya yaptırmış ve onu toplum sorunları ile de ilgilenmekten
uzak tutmuş oluyordu. Biz de Türkiye’de ayni duruma düşmemek için çalışmalıyız.
Bizim Üniversitelerimiz ve Araştırma Enstitülerimiz kağnıların
gölgesinde atom fiziği üzerinde çalışmalar yapıyorsa bu çalışmalardan Türk
halkı değil, atom fiziğini geliştirmiş ülkeler yararlanacak ve bulgulanmra
onlar değerlendirecek demektir.
Nitekim füze barutu üzerindeki çalışmaları ile dikkati çektiği için Türkiye
Bilimsel Araştırmalar Kurumu’ndan 10.000 TL. bilim ödülü alan ve Amerika’da
çalışan bilim adamımızın bulgularından hiçbir Türk vatandaşı
yararlanamamıştır. Yararlanmak bir tarafa bu bulgunun zamanı gelince
bizim için zararlı olup olmayacağı da henüz belli değildir.
Türk adını milletlerarası bilim çevrelerine duyurmak ve benzeri pole»
miklerden artık uzak durmalıyız. Aç ülkeler arasında sayılan Türkiye’den
bir insanın çıkıp, füze barutu üzerinde bulgu yapması bizim durumumuzu
pek değiştirmez. Türkiye’nin sorunlarına çare bulmak lâzımdır. Bir zamanlar
Orta Doğu Teknik Üniversitesinde linyit kömürünü yeterli bir şekilde
yakacak ve köyde kullanılırsa ormanlarımızın tahribine mâni olacak bir soba
tipi üzerinde çalışmalar yapıldığını duyarak çok sevinmiştik. Bizim muhtaç
olduğumuz araştırma bu tip araştırmadır. Her yıl Erzurum ve Konya
yörelerinde kızamıktan ölen çocuklarımızı, ölüme götüren hazırlayıcı sebeplerin
ne olduğunu hem Türk halkı ve hem de yöneticilerimiz bilmeli ve buna
çare ararken, bu araştırmaların sonuçlarından yararlanmalıdırlar. Üniversite
reformunu yaparken, yüksek öğrenim gençliğini bu davranışa itekleyen
sosyal ve biyolojik nedenleri bilimsel bulgulara dayanarak öğrenebilmeliydik.
Bütün bu sorunları ve ulusal amaçları kendi haline bırakır da Amerikalınm
veya Avrupalının bilmek istediği bir konuda zaman harcarsak,
hem paramızı, hem zamanımızı israf etmiş ve hem de bizi yetiştiren topluma
sırt çevirmiş oluruz.
Saçı bitmedik yetimin hakkı olan, fakir Türk toplumunun ödediği vergi
ile döviz ödeyerek alınmış binlerce liralık araç ve gereci kullanarak, zamanımızı
ve bildiklerimizi ulusal olmayan amaçlar için kullanmamız bir
nevi vatan ihanetidir. Türkiye’deki araştırma kuruluşları, yüksek dereceli
uzmanlar ve bütün ulusçu güçler kendilerini bu töhmetten kurtarmalıdırlar.
Maalesef yabancı çevreler bilmek ve öğrenmek istedikleri hususları Türk
teknisyenine derletmekte ve bunun için sınırlı bir harcamayı göze alarak
mevcut başıboş düzenden yararlanmaktadırlar. Gelir dağılımından yeterli
pay alamayan bazı araştırma elemanları, regüler gelirine belirli bir miktar
katarak daha rahat, yaşayabilmek için, yabancı çevreler veya onlara yataklık
eden kuruluşların tekliflerini kabul etmek zorunda kalmakta ve bu suretle
yabancının hizmetine girmektedir.
Yaz aylarında ellerine formülleri alarak, yabancının hiçbir zaman giremeyeceği
köylerimize kadar giden ve belirli bir ücret için öğrenemeyeceklerini onun
hesabına öğrenerek kendisine takdim eden masum memleket
evlâtları vardır. Bunlar neye âlet olduklarını ekseriya bilememektedirler.
Bu çeşit uygulamalara dur diyebilmek için, araştırmalarla ulaşılacak
Ulusal amaçların tâyini ve herkese duyurulması gerekir. Merkezî Araştırma
Plânlama Konseyi bu işi de yapacaktır. Bizim kanımıza göre Araştırma ile
ulaşılacak ulusal amaçlar şunlar olabilirler:
a) Türkiye’nin üretimini etkileyen insan gücünün kaynaklan ve
bu kaynaklara etkin olan yan faktörler. ;
b) Türk Milli Eğitiminin amaç ve ilkelerinin saptanmasına yönelecek
uygulamalı ve teorik araştırmalar. !
c) Tarım ve Endüstri kesiminde (verimi artıracak araştırmalar.
d) Sosyal adaleti sağlayıcı araştırmalar.
e) Halkın sağlığına ilişkin araştırmalar.
f) Doğal kaynaklarımızın tesbitine yönelmiş araştırmalar.
g) Türk köyünün sosyal ve ekonomik yapısını ortaya koyacak
araştırmalar.
h) Dış geliri artırıcı araştırmalar.
Şöylece sıraladığımız ulusal amaçlara daha pek çok şey eklenebilir. Ancak
bunların hepsinin ulusal kalması ve yabancı müdahalesine nezaket hudutlarım
aşacak oranlarda müsaade edilmemesi gerekir. Bütün bu araştırmaların
sonuçlan bilim adamlarının, yöneticilerin ve halkın anlayabileceği
bir Türkçe ile bilimsel ve popüler olarak yayınlanmalı ve toplumun yararına
sunulmalıdır. Araştırmalar için parayı ve emeği kim ödüyorsa, bu araştırmaların
sonuçlarından öncelikle yararlanmak onun hakkıdır.

AMAÇLARIN GERÇEKLEŞTİRİLMESİ:
Türkiye’de ulusal amaçlar saptandıktan sonra, bunların gerçekleştirilmesi
için büyük bir zorluk çekilmeyecektir kanısındayız. Çünkü geçen süre
içinde, plânsız ve programsız da olsa, Türkiye’de hemen her alanda yeteri
kadar yüksek dereceli uzman yetiştirilmiş ve bunların görevlendirilmeleri
için ihtiyaç duyulacak birçok kuruluş hizmete sokulmuştur. Üniversitelerde,
çeşitli bakanlık ve iktisadî devlet teşekkülleri ile özel kesimde görev almış
pek çok yüksek dereceli uzman vardır. Bunların bir kısmı yabancı ülkelerde
görev almış olmalarına rağmen Türkiye’de inceleme ve araştırma için
elverişli bir ortam hazırlanacak ve araştırma sonuçlarından uygulamalarda
ciddî olarak yararlanmaya başlanılacak olursa bunların yurda dönmeleri
beklenebilir.

Yüksek dereceli uzmanların Türkiye’den ayrılmaları yalnız üstün gelir
sağlama istemine bağlı kabul edilmemelidir. Birleşik Amerika’ya ve diğer
yabancı ülkelere göç eden Alman uzmanlar, kendi ülkelerinde gelir bakımından
bir şikâyetleri olmadığı halde, Alman Üniversitelerindeki baskı ve tntucu
davranıştan rahatsız oldukları için ülkelerini terkettiklerini araştırmacılara
ifade etmişlerdir. Bize kalırsa bu durum Türkiye’de de söz konusudur. Üniversitelerde
kadro mülâhazaları ve yürürlükte olan yönetim şekli dolayısiyle,
kendini tatmin edemediği için işinden ayrılanlar ve başka bir yerde iş bulamadığından
dış ülkelere kayanlar vardır. Diğer kesimlerde, yeterli ücret aldığı
halde, ihtisas konusunda çalıştırılmadığı gerekçesi ile başka ülkelere
gidenlere çok rastlıyoruz. Nihayet üçüncü bir etken olarak ücret yetersizliğini
düşünebiliriz. Türk çocuklarının hangi dereceye yüksekmiş olurlarsa
olsunlar, ülkelerinde ve kendi halklarının hizmetinde feragatla çalışmayı,
refah içinde ve başka toplumun hizmetinde olmaya tercih ettiklerini burada
iftiharla ifade edebiliriz.
En önemli mesele uzmanlara söz hakkı tanınmaması ve bazı politik düşüncelerle
bunların gerçeği bilimin bağımsızlığa uyarlı bir şekilde ifade etmelerine
engel olma eyilimini Türkiye’de baskın çıkmış olmasıdır. Üniversitelerimizde
bu durum pek söz konusu olmamakla beraber, Üniversite dışındaki
araştırma ve inceleme kurumlarında çalışan uzmanlar politik iktidarların
baskılarına maruz kalmaktadırlar. Bu durumda esasen sınırlı bir
gelirle toplumuna hizmet etmeye çabalayan uzman asabiyete kapılmakta
ve meseleyi başka ülkede görev alarak çözümleme durumunda kalmaktadır.
Türkiye’de iltifat görmemiş ve oradan oraya iteklenmiş birçok yüksek
dereceli uzmanın yabancı ülkelerde, sorumlu mevkilerde yetkiyle görev almış
oldukları! bilinmektedir. Şahsi temaslarımızın sonucu olarak bunların
önemli bir kısmının emeklerinin değerlendirileceğine inandıkları takdirde,
daha düşük ücretlerle Türkiye’de görev almaya hazır ve âmâde oldukların:
söyleyebiliriz. Dünya’nın hiçbir yerinde bilim adamları, Türkiye’de olduğu
kadar politikacılarla karşı karşıya değillerdir. Önemli bir kısmı teknik yetenekten
yoksun ve seçim meydanlarından gelmiş olan. politikacılar, iktidara
gelince emirlerindeki bilim adamlarının da sıra görevliler gibi, kendi emirlerine
uymalarını ve teklifte bulunmaksızın politikacıdan yana çıkmalarını
arzu etmektedirler. Bilim adamı ise, önce bilimin haysiyetini ve daha sonra
da toplumun çıkarlarını korumak için politikacıyı uyarmaya çalışmakta ve
bu noktada çatışma başlamaktadır.
Türkiye’de araştırmaların uygar bir hava içinde yapılması ve sonuçlarından
Türk toplumunun yararlanabilmesi için parti farkı gözetmeksizin
bütün politikacıların bilime karşı daha saygılı davranmalarına ihtiyaç vardır.
Politikacı bunu kendi başarısı için yapmalıdır. Çünkü karşımızdaki toplumların
tümü, ilim adamlarının aydınlattığı yolda yürürlerden, biz kendi
yargılarımızla çıkar yolu bulamayız. Buna ne denli zeki ve bilgili olursa olsun,
hiç bir politikacının gücü yetmez. Çünkü bir alanda bilgili olan bir insan
başka bir alanda, başka uzmanların uyarmalarına gerçekten muhtaçtır. Ö-
188
zellikle meslekten gelme politikacılar, bir ihtisas bakanlığının başında icra
görevi aldılar mı, herşeyi herkesten daha iyi bilen kişiler gibi hareket etmekte
ve bu davranışları ile birçok uzmanı yurdu terketmeye mecbur ettikten
başka, görevli olanları da etkisiz kişiler haline getirmektedirler. İncelenirse
bazı bakanlıklarda araştırma görevleri için yetiştirilmiş yüksek dereceli
uzmanların pasif kadrolarda kullanıldıkları ve halkın dili ile (kızağa
çekildikleri) görülecektir. Bu duruma daha sınırlı şekilde üniversitelerde de
rastlıyoruz. Kürsü başkanları ile anlaşamayan uzman kişiler, ya görevini
değiştirme veya başka ülkelere gitme zorundadırlar.
Türkiye’de yüksek dereceli bilim adamlarının bu kabil muamelelere:
mâruz kalmalarını önleyecek bir düzen kurulabilirse, hemen her alanda yı>
teri kadar uzman olduğu görülecek ve yabancı ülkelerde görev almış olanların
önemli bir kısmı yurda dönecektir. Bunlara yeterli bir ücret sağlamanın
da ayrıca yararlı olacağına inanıyoruz. Araştırma için yüksek dereceli
uzman sorunu çözümlendikten sonra, ikinci derece araştırıcı olarak pek çok
eleman bulunabilir. Uzmanlar zaman içinde bunları da eğiterek yetkili elemanlar
haline getirebilirler. Başkaca bugün elimizde bulunan uzmanları
eğitim kuruluşlarında görevlendirerek yabancı ülkelere eleman göndermeye
lüzum kalmadan yeni uzman kadroları yetiştirebiliriz. Bize kalırsa Türkiye’-
de ulusal amaçlara yönelmiş bir araştırma seferberliğine girişilirken personel
sıkıntısı çekilmeyecektir.
Araştırma için lüzumlu olan araç ve gereç meselesine gelince, yıllardır
Üniversitelere ve araştırma kurumlarına milyonlarca lira değerinde araç ve
gereç satın alınmıştır. Bunların çoğu kullanılmamaktadır. Araştırma yapılmadığı
ve araştırma yapılsa da sonuçları değerlendirilmediği için âtıl durumda
olan bu araç kapasitesi harekete getirilirse, büyük bir yatırım yapmadan
personeli araç ve gereçle donatmak mümkün olacaktır.
Tesis ve yapılara gelince, bunlara da sahip olduğumuza inanıyoruz. Araştırma
yapılabilmesi için muhakkak dev binalara ve konforlu lâboratuvarlar
ile çifter çifter sekretere ihtiyaç yoktur. Ulusal amaçlara yönelmiş
bir araştırma faaliyetinde mütevazi koşullar içinde, çok önemli sonuçlar
alınabilir. Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Birleşik Amerika’dakî
araştırma lâboratuvarları ile bizim ürün vermeyen araştırma lâboratuvar-
Jarımız konfor ve elverişlilik bakımından kıyaslanacak olurlarsa, bizim lâboratuvarlarımızın
çok daha konforlu ve çalışmaya elverişli oldukları görülecektir.
Çok zaman araştırıcıları, çağın yönünü değiştiren bulgular yapabilmektedirler. Uîusal
heyecan işe karışacak olursa ayni basanları bizler de Türkiye’de sağlayabiliriz.
Görüldüğü gibi Türkiye’de ulusal amaçlara yönelmiş bir araştırma ve
yüksek dereceli uzman yetiştirme seferberliğini gerçekleştirmek için ihtiyaçduyulacak
bütün temel koşullar mevcuttur. Yapılması gereken merkezî bir
organizasyon kurmak, bu organizasyon eliyle mevcut değerleri harekete getirerek
işe yöneltmektir. Devrimci Eğitim Şûrası’nın temel ilkeleri, ulusal-
189
lığa dayalı olduğundan, biz yabancı etkilerinden tamamen arınmış ve Türkiye’nin
gerçeklerine yönelmiş bir silkinmenin başarıya ulaşacağına inanıyoruz.
Mevcut kuruluşların gözden geçirilmesi, varsa yabancı etkilerden arınması
ve feragatla, fedakârlığa dayalı bir düzen içinde Türk araştırıcılarının
daha mutlu bir Türkiye için hizmete sokulması, maddî fedakârlıklardan çok
mânevi bir zeminin hazırlanmasına bağlıdır. Bilim adamına ve bilimsel kurullara
sadık kalarak yapılmış bir araştırmanın sonuçlarına saygı duymayan
iktidarlar, bunu gerçekleştiremezler. Bu gerçekleşmedikçe de Türkiye’-
ce kurtuluş yoktur.

ÖNERİLER:
Ulusal amaçlara vardıncı ve uzmanlık çalışmalarının yapılabilmesi ve
buna ilişkin kurumların kurularak toplum yararına çalıştırılması için yapılacak
öneriler kısaca üç grupta toplanabilirler.
1? Organizasyona İlişkin Öneriler:
a) Ulusal (amaçlara uyarlı ve kalkınma plânının ihtiyaçlarına
cevap verecek nitelikte araştırma yapılabilmesi İçin Devlet
Plânlama Teşkilâtı yönetiminde. Üniversitelerarası ve Üniversiteler
üstü bir ‘Merkezî Araştırma Plânlama Konseyi’ kurulmasına
ihtiyaç vardır.
b) Merkezi Araştırma Plânlama Konseyi, kalkınma plânının gerektirdiği
yüksek dereceli uzman ve araştırma proje ihtiyacını
saptayarak, başta Üniversiteler olmak üzere. Üniversite
dışındaki araştırma kuruluşlarına görev verir.
c) Özel kesim elindeki araştırma kurumları da merkezî plânlamanın
kapsamı içme alınır.
d) Merkezî Araştırma Plânlama Konseyi denetim görevi ile de
görevlendirilir ve buna uyarlı olarak cihazlandırıhr.
e) Yabancıların iştiraki ile yapılacak araştırmalar Merkez! Araştırmalar
Konseyi’nin tetkik ve tasvibinden geçirilir.
* ? Personele Jlişkin Öneriler:
a) Türkiye’de Üniversitelerde ve Üniversiteler (dışında ulusal
sorunlarımızı bilimsel açıdan inceleyebilecek nitelikte yeteri
kadar uzman vardır. Dış ülkelere göç etmiş olanlar, olumlu
bir ortam yaratılırsa yurda döneceklerdir.
190
b) Ulusal sorunlarımız inceleme ve araştırma konuşa yapıldığı
takdirde, politikacılar, iktidar ve muhalefet gurupları, sonuçların
leh veya aleyhlerine zuhuru halinde bilime saygılı
kalmayı bilmeli, bilimin ve bilim adamının haysiyeti ile oynamaya
kalkışmamalıdır. Bilimsel bulguların uygulamada
değerlendirilmesi ve bilim adamları ile kuruluşlarının uyarmalarına
kredi tanınması gerekmektedir.
c) Bilim adamlarının ücret sorunlarını çözümlemek ve kendilerini
yalnız bilime verebilecekleri bir maddî ortam hazırlamak
lâzımdır.
d) Bilim adamlarının yenilenmesi ve genç araştırıcı kuşaklarını
yetiştirilmesi için mevcut uzmanlık kurumları gözden geçirilmeli
ve mükerrer olanlar kapatılarak, ihtiyaca göre yenileri
kurulmalıdır. Bu kurumlara yabancı uzman sokmamak
için gayret sarfedilmelidlr.
e) Bilim ödülleri ulusal amaçlara yönelmiş en İyi araştırmayı
yapanlara verilmelidir.
f) Araştırma kurumlarının yönetim ı kadrolarına yurt . gerçeklerini
bilen yabancılar tarafından etkilenmiş olmayan kişiler
getirilmelidir.
3 ? Araç ve Gerece İlişkin Öneriler:
a) Türkiye’de ulusal amaçlara yönelmiş bir araştırma seferberliğini
başlatacak çeşit ve miktarda araç ve gereç vardır.
Üniversite ve diğer araştırma kurumlarında yapılacak bir
tarama iddiamızı doğrulayacaktır.
b) Araştırmalar için konforlu ve lüks yapılar gerekmez. Mevcut
ihtiyaca cevap verecektir. Bazı ilâvelerin yapılması gerekse
bile bu bir külfet olmayacaktır.
c) Bu araç ve gereçlerin bir kısmı Türkiye’de {yapılabilir.
Türkiye’nin kalkınması ve kalkınma için alınan kararlann isabetli olabilmesi
için araştırma yapılması şarttır. Sonuçlarına güvenilebilir bilimsel araştırmalar
yapabilmek için bütün şartlara sahibiz.
Eksik olan ulusal bir politika ile bilime duyulması gereken saygıdır. Bu
eksiklikler dolayısiyle Türk toplumu büyük kayıplara uğrarken, yabancı
topluluklar, Türkiye’nin araştırma kapasitesini ve araştırma elemanlarım,
külfetlerini Türk halkının sırtına yükleyerek kendi hesaplarına çalıştırmakta
ve bundan büyük çıkarlar sağlamaktadırlar.
Ulusal varlığımız için bir kayıp olmanın ötesinde, bir tehlike haline gelmiş
olan bugünkü sorumsuz tutum en kısa süre içinde terkedilmelidir.

ŞÜRA’DA BÎR KOMİSYON
“Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, yabancıların
yardımına başvurmadan, karşılaşılan güçlüklere çare bulmak
için, yüksek araştırıcı uzman yetiştirme bakımından
?yeterince çalıştığımızı iddia edemeyiz. Araştırmanın masraflı
ve lüzumsuz bir çaba gibi görünmesi ve gerektikçe yabancı
ülkelerden uzman celbetme alışkanlığı .gelmiş geçmiş
hükümetlerce daha ucuz ve daha pratik bir çare gibi görülmüş,
durum böyle olunca, Türkiye’nin gerçekleri yabancıların
araştırmaları ile ortaya konmağa ve meselelerimize
de yabancı uzmanlar aracılığı ile çözüm aranmağa başlanmıştır.
Bu kötü alışkanlığın bizlere neye mal olduğunu bugün
daha iyi görebiliyoruz.
Bir doktorun yetişmesi için, 1964 rakamlarına göre,
devletin 394.608 lira harcaması gerektiği tesbit edilmiştir.
Halen yurt dışında kalan 2.248 hekim için devletin zararı
898 milyon liraya varmaktadır.
Araştırma faaliyetlerinin ulusal olmaktan çok, ulusal
olmayan amaçlara yönelmiş olması yanında, yabancı uzmanların
geniş çapta yurda sokulmuş bulunması ve durumun
yılalrdır böyle devam etmesi, onur kırıcıdır”.

BİLDİRİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR:
Doç. Dr. Osman N. Koçtürk “Ulusal Amaçlara Vardıncı Araştırma ve
Uzmanlık Kurumlan” konulu bildirisini okudu.
Konunun tartışılmasına geçildiğinde rapora katkıda bulunmak üzere
Muvaffak Şeref söz istedi.
Muvaffak ŞEREFİ “Sayın konuşmacı, üniversiter bir düzen içinde, belirli
bir sistemle diplomalı araştırmacı ve uzman yetiştirme konularını ele almaktadır.
Sosyal araştırmanın ve uzmanlığın görevi de, toplumun olaylarıyla, çalkantılarıyla
ilgilidir. Bu çalkantılar, olaylar öylesine geniştir ki, üniversite kadrosunda
yer almayan ama bu olay ve çalkantıların içinde onları gözleyerek yaşayn
kişileri de, böyle kişileri çevresinde toplayan dernek, sendika ve türlü kuruluşları
da ilgilendirebilir. Bu kişi ve kuruluşların meselelere el atmaları
ve sorunlara kendi açılarından çözüm aramaları engellenemez, ileri ülkelerde
bu tür pek çok araştırıcı ve araştırma kurumu vardır. Bu kurumların
getirdiği araştırmalar özel bir değer taşırlar;” dedi ve konuşmasına şöyle
davam etti:
Bu görüşle söz isteyen Muvaffak Şeref, kürsüye çağırılmış, aşağıdaki
bildirisini okumuştur:
“Şûramızın çalışmaları sonucu elde edilen en büyük kazançlardan biri,
başlıca eksiğimizi bir kere daha saptamamız oldu: Teoride olduğu gibi
ülkemizin somut gerçekleri -hattâ Köy Enstitüleri gibi en yakın tarihimizde
olup geçen olgular- üzerinde bilgi eksikliği.
“Devrim” sözcüğünü hepimiz pekçok kullanıyoruz. (Susamışız buna).
Başta ulusal bağımsızlığımızı elde etmeğe çalışmak gelmek üzere, bu yönde
gözüpek eylemlere de girişebiliyoruz. Ne var ki -yine başta ulusal bağımsızlığımızı
elde etmek gelmek üzere- köklü dönüşüm anlamında devrimlerin
bilgisizce gerçekleştirilemiyeceğinin bilincine hâlâ da yeterince varmış
değiliz. Eğer vardıksa -bilgi «ksiğim’zi de saptadığımıza göre- bugün bizlere
düşen en önemli görevi başarmak üzere hemen yola koyulmalıyız: Tüm olanaklarımızı
kullanarak, bilgi eksiğimizi bir an önce gidermeye çalışmak.
Bu görev -çüphe yok ki- yalnızca TÖS’e değil, tüm ilerici kuruluşlara, sendikalara,
gençlik derneklerine ve tüm aydınlara düşmektedir. Şu var ki, bunun
başarılmasında en elverişli olanaklara sahip olan en ileri örgütümüz bugün
TÖS’tür. TÖS ilerici öğretmenler gibi en bil’nçli aydınları bağrında toplamıştır.
Ayrıca ilerici üyeleri tüm Türkiye’ye dağılmış, yayılmış ve köylerimize
kadar ulaşmış biricik örgütümüz TÖS’tür. Başka hiçbir örgüt TÖS’-
ün, yani köylere kadar ulaşmış ilerici öğretmenlerimizin yardımını sağlamaksızm
Türkiye genişliğinde bilimsel bir araştırmayı başarıya ulaştıramaz.
Türkiye genişliğinde bilimsel araştırmaların, bilgi derlemekten başka,
birçok yararı olduğunu da hatırlatmalıyım. Bunlardan biri -ve en önemlisiaraştıncılarm
şehirlerimizde -başta işçi sınıfı gelmek üzere- şehir emekçileriyle bilinçli temaslarına
imkân vermesidir. Üstelik örneğin bir ankette
bilinçle, metodla hazırlanmış sorular, hem anketçinin hem de ankete tabi
emekçilerin bilinçlenmesine yarar.
Burada birkaç örnek vereyim: 27 Mayıstan sonra, ilerici öğrencilerimiz,
birçok olumlu eylemleri arasında, bir de çeşitli bölgelerimizde inceleme ve
bilinçlendirme gezilerine çıkmaya başladılar. Ama çok zaman ellerinde bilimsel
metodlarla hazırlanmış bir gözlem ve anket plânı olmadığı için, öğrencilerimizin
bilgi edinme ve bilinçlendirme amaçlan da yeterince gerçekleşemiyor.
Gençler şehirlerde işyerlerine, özellikle fabrikalara ve işçi mahallelerine
de yeterince girememişlerdir. Bundan ötürü işçi sınıfıyla kaynaşma,
işçilerimizin çalışma ve yaşama koşullarını doğrudan gözleme olanağını
da yine henüz yeterince bulamamışlardır.
; Çok somut bir başka örnek te şu : Geçenlerde Gıda – iş Sendikası Ünilever’le
(Sana – Vita) toplu sözleşme görüşmeleri yapıyordu. İşveren temsilcileri,
ihtiyaç maddeleri fiatlarındaki artışlardan ötürü işçilerin azalan
alım gücünü gerçek ücretlerdeki azalış oranında arttırmaya yanaşmışlardı.
Ama, ortaya ilk adımda bir mesele çıkmıştı. Gerçek ücretler hangi endekslere
göre saptanacak? Elde Konjonktür Servisi geçinme endeksi ile İstanbul
Ticaret Odasınca yürütülen geçinme endeksi vardı. Bu anda oranını
kesinlikle hatırlamıyorum ama iki endeks arasında kabaca bir misline yakın
bir fark vardı. % 10 ile, % 20 gibi farklar. İşveren, tabii işine gelen endeksi
seçmişti: İstanbul Ticaret ‘Odasının Endeksini! Sendika işe resmi endekse,
yani Konjonktür Servisi endeksine dayanmak istiyordu. Ama bunun ötekinden
daha doğru olduğunu nasıl isbatlayacak? Bana geldiler son yıllarda endekslerle
uğraşma olanağını bulamadığımı söyledim. İlerici öğretim üyeleri
de bulunan İktisat Fakülteleri çalışmalarından yararlanmalarını söyledim.
Sonunda, sendikacılarımız elleri boş döndüler. Geçinme endekslerine
onlar da eğilmemişler. Toplu sözleşme görüşmelerinde isteklerini bilimsel
verilere dayandırmak olanağını bulamadılar. “İşçi sınıfı” demek, “sosyalizm”
demek kolay. Ama işçi sınıfımızın -tabii yoksul köylülerimizin, başta
öğretmenler gelmek üzere dar gelirli fikir emekçilerin’n- çalışma ve yaşama
koşullarım, bilimsel metodlarla yapılan araştırmalarla iyice bilinmedi mi,
bu sözler havada kalır.
Bu kısa açıklamalarımla TÖS’ün bir bilimsel araştırma ve inceleme merkezi
kurmasının zorunluğunu, olanaklarını ve yararlarını bir dereceye kadar
belirtmiş olduğumu sanıyorum.
Bilimsel Araştırma ve İnceleme Merkezinin amaç ve görevleri ana çizgileriyle
şöylece özetlenebilir:
En soyut bir formülleştirme ile amaç: Türkiye’nin dününü, bugününü ve
yarını için bağrında taşıdığı olanakları, bilim metodlarıyla araştırıp inceleyerek,
devrimci pratiklere, uyulabilir sonuçlara, sentezlere varmak ve bu
çaba odalyısiyle de başta öğretmenler gelmek üzere, aydınların emekçi kitleleriyle
temasına ve kaynaşmasına katkıda bulunmak.
194
Bu amaçlarla Merkez:
1. Türkiye gerçeklerini yansıtmak üzere bugüne değin yayınlanmış ve
bundan böyle yayınlanacak resmi ve özel, yerli ve yabancı her türlü inceleme
ve istatistikleri biraraya getirir.
2. Bilimsel araştırma ve incelemelere değgin teorik eserlerden meydana
gelen bir kitaplık kurar.
3. Başta öğretmenler gelmek üzere, araştırıcılar ve araştırma uygulayıcıları
(anketçiler, gözlemciler) yetiştirmek için kurslar, seminerler, konferanslar
düzenler..
4. Türkiye yada bölgeler ölçüsünde incelemeler ve anketler örgütler ve
yürütür.
5. Başta yine öğretmenler gelmek üzere, yörelerinde bilimsel araştırmalar
yapmak isteyen, fakat araştırma metodlannı yeterince bilmeyenlere
bu hususta yol gösterir.
, 6 . İlerici kuruluşların araştırma ve incelemelerinde TÖS örgütünün
yardımcı olmasını sağlar.
7. Ulusal ve uluslararası ilerici örgütlerle bilimsel araştırma ve incelemeler
alanında yardımlaşma ve işbirliğini gerçekleştirmeye çalışır.
I
Unutmamaıyız ki başta Amerikalı emperyalistler gelmek üzere emperyalist
sömürücüler ve onların sözde Türk işbirlikçileri Türkiye’yi -hattâ bizleri-
şimdilik bizlerden çok daha iyi bilmekte, tanımaktadırlar. Bu alanda
da gizli ve açık gerekli örgütlerini kurmuşlardır, kesintisiz çalıştırıyorlar.
“Devrimci”, “Sosyalist”, “Toplumcu”; tüm ilericiler dünyayı da, bu
çağda bunun bir cüzü olan Türkiye’yi de hasımlarımızdan çok daha iyi bilmek
zorundayız. ‘ *’ . ‘
Maddi güç maddi güçle yenilir. Ama bilinçle, bilgi ile kullanmak şartı
ile. Yoksa, ne kadar kararlı, ne kadar yürekli olursak olalım eylemlerimizi
bilgiye dayandırmadık mı, ekonomik ve sosyal kanunların kendiliğinden işleyişinin
akıntısında kanter içinde kürek çeker dururuz. Yine unutmayalım
ki bugün hasımlarımız maddi güç bakımından bizden üstündürler. Bizim
avantajımız, tarihin, başta işçi sınıfı gelmek üzere şehir ve köy emekçileri
lehine akmasında ve -kavrayabilirsek- bilimin de bizden yana olmasındadır.
Maddi güç maddi güçle yenilir. Ama devrimci düşünceler kitleleri sarınca
maddi güç halini alır. Böylesi bir güç karşısında ise başka hiçbir gücün tutunamıyacağı
artık ispatlanmıştır. Kitleleri bilinçlendirmenin ilk şartı kendi
kendimizi bilinçlendirmektir. Devrim yönündeki bilinç, yani gerçeklerle
çelişmeyen bilinç, yine bu gerçekler üzerinde objektif bilgilerle sağlanır.
Türkiye Öğretmenler Sendikasının kuracağı Bilimsel Araştırma ve İnceleme
Merkezinin böylesi bilgileri edinmemize önemli katkısı olacağına inanıyorum.
Biçimce kurulmakla kalmayarak gerektiği gibi, gerektiği kadar çalışırsa…
Bu da yalnızca TÖS yöneticilerinin değil, öteki örgütlerin de ve
, başta uzmanlar gelmek üzere tüm aydınların da katkısına bağlıdır. Bunun
da ergeç gerçekleşeceğine inanıyorum.’

BİLDİRİ:
ÇALIŞANLARIN ÇOCUKLARI VE ÇALIŞAN ÇOCUKLAR İÇİN KURUMLAR

Bildiriyi sunan:
Osman K. AKOL,
Öğretmen,
TÖS Onur Kurulu Başkanı

G i r i ş :

Ülkemizde oldum clasi: halktan yana bir yönetim kurulmadığı için, çalışanlar,
almterlerinin karşılığını bugün bile alamamaktadırlar. Anayasa “İktisadi
vs sosyal hayat”m “adalete, ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır
bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre” (1) düzenleneceğinden söz
etmekte ise de yöneticilerin bu yolda bir girişime niyetleri görülmemektedir.
Ve “Devlet çalışanların, yaptıkları işe uygun»ve insanlık haysiyetine yaraşır
bir yaşayış seviyesi sağlamalarına elverişli adaletli bir ücret elde etmeleri
için gerekli tedbirleri” (2) almamaktadır. Bu yüzden çalışanların büyük
çoğunluğu koyu bir sefalet içinde çırpınmaktadırlar.
Bu durumda bulunan ailelerin çocuklarına gereği gibi bakması, onlan
gerektiği biçimde yetiştirmesi olası, değildir, tş böyle olunca devletin, ulusun
geleceğini düşünerek çocukları koruyup yetiştirmesi gerekir. Çünkü
devletin çocuklara karşı özel yükümlülükleri vardır. “Devlet ve kamu tür
zel kişileri (yani İl Özel idareleri, belediyeler ve köy kurulları) çocuğun korunması
için gerekli tedbirleri” almak “ve teşkilâtı” kurmakla <3) görevlidir. Çünkü devlet için “çocuklar, çalışma şartları bakımından özel olarak” korunma (4) hakkına sahiptirler. Emeğinin karşılığım yeterince alamasalar bile ana babalar çalışmak üzere erkenden evlerinden çıkacaklar, işyerlerine yollanacaklardır .Bunların çocukları varsa, evde bakacak kimseleri de yoksa bebeler ortada kalacaklardır. Bu çocukların okula gidenleri var, henüz okul çağına girmeyenleri; bu çağda olsalar da okula gitmeyenleri var. Okula gidenler bile, ikili hattâ üçlü öğretim yapıldığı için, okul saatleri dışında başıboş dolaşacaklardır. 196 Bu dâvanın bir başka yönü de çalışan çocuklar için kanunla kurulmuş, ama asla işletilmemiş kurumlardır. Çocuklar bunun elbet farkında bile değillerdir, bilmezler. Onlar bir çarkın dişlisine takılmışlar, kıvranıp çırpınıp dururlar. Böyle durumlarda kim gözetecek bu çocukları? Kim bakacak bu çocuklara? Ne olacak bunların hali? Ve çalışan çocukların gözetimi, haklarının korunması ile kim ilgilenecek? işte biz sunduğumuz bildiride bu konuyu incelemek, bu konuyu gözler ve vicdanlar önüne sermek istiyoruz. Çalışan Nüfus: Ülkemizde çalışan nüfusun ve onların çocuklarının, çalışan çocukların durumu üzerinde düşünebilmek, yargılar ileri sürebilmek için, istatistik verilerini bilmek gerek. Bu gereğe uyarak Devlet istatistik. Enstitüsünün aylık yayınlarına bir göz atmak yerinde olacaktır. Bu aylık yayınlara göre Ağustos 1968 de 29.632 erkek 16.422 kadın, 46.094 kişi iş istemiştir. O ayda işçi isteyenlerin sayısı ise 33.559 idi. Arada 12.535 fark vardı, iş isteyenlerden 16.501 erkek, 15.600 kadın, 32.101 kişi işe girmiş, 1.458 işçi beğenilmemiştir. Ağustos sonunda kayıtlı işsiz sayısı 34.418 idi. (5) Bu işsiz sayısı üç dört büyük şehre ve o şehirlerde iş ve işçi Bulma Kurumu şubelerine başvurmayı akıl eden pek sınırlı bir çevreyi kapsadığını düşünmek gerek ve şunu da hatırlamak gerektir ki, Ağustos ayı tarım işlerinin en bol olduğu bir dönemdir. Ülkemizde çalışması gereken nüfus toplamı, 1967 yılında 17.648.000 olarak saptanmıştır. Oysa bu nüfustan çalışanların sayısı 13.788.900 dür. Bunun, çalışması gereken nüfusa oranı % 77,8 dir. Demekki % 22,2 oranım tutan 3.895.700 kişi işsizdir. Ve bunlar görünür işsizlerdir. Oysa bu rakam bile korkunçtur. 1967 yılında çalışmakta olanların, ayrıldıkları iş kollarına göre sayıları şöyledir: îş Kolu Sayı % Tarım Sanayi inşaat Ticaret Ulaştırma Hizmetler ToDİam 9.940.000 1.473.900 472.000 498.000 339.000 1.066.000 13.788.900 72,3 10,4 3,4 3,6 2,5 7,8 100 f4) Görülüyor ki çalışanların % 72,3 ü tarımla uğraşıyor. ‘Oysa toprak işçileri için hâlâ bir güvenlik kanunu çıkarılmamıştır. 197 Çalışanların Çocukları: I Çalışan insanların, ne kadarı kan kocadır ve bunların işe gittikleri zaman evlerinde bakacak kimseleri olmayan çocuklarının sayıları nedir? Bu, konuda, bildiğimiz kadar ne devletçe ne işçi kuruluşlarınca, ne de ünivsrsiter ve amatör araştırmacılar tarafından yayımlanan hiçbir belge bulunmamaktadır. Yalnız bu koyu karanlığı bir tutamak ışıkla olsun delebilnlek için kesinleşmiş iki oranı daima göz önünde tutmalıyız. Bu iki orandan biri Türk aile biriminin 6,3 kişiden kurulduğu, ikincisi de Türkiye’de nüfusun % 42 sinin 18 yaşından küçük olduğudur. Türkiye’de çalışan 9.940.000 tarım işçisi çocuklarından nekadarınm ana baba işe gittiği zaman bakıma ve gözetime muhtaç olduğunu bulmağa çalışmak ; gerekmez. Çünkü köy iş zamanında ailecek iş yerine gider. Bu, kendi köylerinde kendi, yada elin işine giden aijeler için olduğu kadar, iller ötesi pamuk ve tütün işçiliğine giden aileler için de bir gerçektir. Yara çoluk çocuk hep beraberdirler. Bu ailelerin çocuklarından kabacaları çobandır. Koyun güder, keçi güder, öküz güder, yada tarlalara aş ve su taşır. Bu güçten yoksun olan bebeler ağaç diplerine uzatılır, yarı bellerine kadar toprağa gömülür, bozkırda iki kalınca ve uzun değnek arasına gerilen çapıtlann gölgesine yatırılır. Sıcaktan göz çukurlarına ter dolar, ağlamaktan sesleri kısılır. Milyonlarca köylü bebenin kaderi budur. Bu bebelerin yaşamak, var kalmak, büyümek için çırpındığı köylerde ne doktor vardır, ne de hemşire. Sağlıkçı da uğramaz köylere. Bunalır giderler, ölür giderler toz toprak içinde fukara bebecikler. Hani Anayasa’nın 35. maddesi hükmüne göre “Devlet ve diğer kamu tüzel kişileri” yani il Özel İdareleri, belediyeler ve köy kurulları, “çocuğun korunması için gerekli tedbirleri” alacak ve “teşkilâtı” kuracaktı? Bu Anayasa hükmünün vatandaşların % 72 sinin yaşadığı köylük bölgelerde neden uygulanmadığını sormak hakkımız değil mi? Bu Anayasa’nın uygulanmak üzere yapıldığı yurdu koruyan askerin % 90 mın köylerden çıktığı gerçeği karşısında bu olumsuz tutum insanı deli etmez mi? Bu durum karşısında nüfus plânlaması uygulayan hükümetin bir kastî ihmal yaptığını iddia etmek yanlış mı olur? Kentlerde de durum pek başka türlü değildir. Türlü alanlarda çalıştıklarını yukarıda verdiğimiz işçilerden 3.848.900 ü kentlerde bulunur. Bu işçilerin karıkoca işe gidenlerinden acaba kaç tanesinin, nekadar çocuğu gündüz bakımına muhtaç durumdadır? Bunu bilemiyoruz. Yoktur böyle bir araştırma, çünkü yapılmamıştır. Şu halde bir varsayıma başvurmak zorundayız. Büyük kentlerde yaşayan ve İş ve İşçi Bulma Kurumu şubelerine başvurmayı akıl eden işçilerin % 36 sı (5) kadındır. Bunlar düzenli bir işyerinde çalışanlardır. Evlere çalışmaya gidenler bu orana dahil değildir. Bu çalışan kadınlardan örneğin 198 ? % 25 inin evli ve bunlann herbirinin evde bakacak kimsesi bulunmayan birer bebesi bulunduğu düşünülebilir. Ve bu, yanlış olmaz. Bakınız şu hesaba şimdi: Kentlerdeki 3.848.400 işçiden % 36 oranındaki 1.385.604 ü kadın işçidir. Bunlann yarısı olan 692.802 sinin evli, herbirinin de gündüz bakımına muhtaç, birerden 692.802 çocuğu olduğu düşünülebilir. Şimdi toparlak hesap ve sayıları son derece az tutulmuş bu bebeler hakkında ne yapılması gerektiğini ve ne yapıldığını görelim: 6.5.1930 gün ve 1593 sayıl ıumumi Hıfzısahha kanununun 155. maddesi, gebe ve emzikli kadınlann, çalışma ve çalıştırılma şartlarından söz eder. Bu hükmü uygulamak için 8.6.1936 gün ve 3008 sayılı iş Kanununun 61. maddesi, “gebe ve emzikli kadınlann, hangi şartlar ve usullere tabi tutulacakları ve hangi vasıf ve şartlardaki işyerlerinde ne suretle emzirme odaları veya çocuk bakım yurdu (kreş) tesis edilmek mecburiyeti bulunduğu”nun “bir nizamname ile tesbit” edilmesini ister. . Bu nizamname “Gebe ve Emzikli Kadınların Çalıştırılma Şartlanyla Emzirme Odaları ve Kreşler” adıyla 5.8.1953 te, 2 yıl sonra uygulanmak üzere, çıkarılır. Burada biraz duralım : Nizamname Umumi Hıfzısıhha Kanunundan 25, îş Kanunundan 17 yıl sonra uygulanmaya başlanacaktır. Neden? Çünkü böyle bir uygulama bürokrat sınıfın hakim olduğu devlet işletmeciliğinde ve özel kişilerin kurduğu işyerlerinde çalışan, emekçi sınıfı yararına bir masrafı gerektirecektir. Buna devlet işletmeciliğini halk yararına düşünmeyen bürokrat, kendi kârını her şeyin üstünde tutan özel teşebbüsçü razı olmaz. Gecikme, daha doğrusu geciktirme nedeni budur. 25 yıl sonra lâf olsun diye çıkarılan nizamnamenin 2 yıllık mühlet sonunda 1955 de değil, bugün, 1968 yılında dahi uygulanmamasının temelinde kapitalist sömürü hırsı yatmaktadır. îşe giden ana babalann evde bakacak kimsesi bulunmayan çocukları için gündüz bakımı bugün uluslararası bir önem kazanmıştır. Her değeri yaratan emekçinin bebesine gösterilecek bu bakım, gelecek kuşaklann da bu yaratıcılığı sürdürmesini sağlar. İşveren için gündüz bakımı bir hayli masrafı gerektirir. Ama, işçinin verimini artıracağı da açıktır. Bu amaçla “Bir iş yerinde yaşlan ve medenî hali ne olursa olsun 100- 300 kadın işçi çalıştırıldığı takdirde, bunların arasındaki annelerin, bir yaşından küçük çocuklannı emzirmeleri; 300 den fazla kadın işçi çalıştırıldı- : ğı takdirde, 1-6 yaşındaki çocuklarının bırakılması ve bakılması için işveren tarafından emzirme odası ve kreş tesisi mecburi” kılınmıştır. Şu hükme göre yukanda sayılarım verdiğimiz, evde bakacak kimsesi bu- 199 lunmayan 500.000 in üstündeki işçi çocukları için emzirme odası ve kreş kurulması gereklidir. Ne gezer efendim, durum şudur yazık: Yurtlar Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olanlar Özel Ana okullarında İktisadi Devlet Teşekküllerindekilerde Çocuk Esirgeme Kurumu yuvalarında Yekûn Çocuk sayısı 1.865 1.385 1.734 1.316 6.300 (8) 500.GOO nerede, 6.300 nerede? Hükmü siz veriniz. Bu emzirme edaları ve kreşler, çocuğun gündüz bakımının bir yönüdür. Bir de bu kuruluşların paralelinde çalışması gereken kurumlar vardır. 3.4.1930 gün ve 1580 sayılı Belediye kanununun 15. maddesinin 33. fıkrası “Halk için kütüphane ve okuma salonları açmak, çocuk bahçeleri, oyun ve spor yerleri yapmak”, 59. fıkrası “halk müzeleri yapmak ve idame etmek” görevi vermiştir belediyelere. 16. maddeye göre “bu hizmetler h2r belediye için mecburidir.” 10.6.1933 gün ve 2287 sayılı kanunun 16. maddesi “memlekette mevcut bütün kütüphanelerin intizam dairesinde işlemeleri, bunlardaki kitapların muhafazası ve halka müfit olmaları esbabını temin, bu müesseselerin zenginleşmesi ve ilerlemesi” işini Millî Eğitim Bakanlığının sorumluluğuna vermiştir. Bu kuruluşlardan özellikle çocukların faydalanması doğaldır. Nitekim Millî Eğitim Bakanlığı ayrıca çocuk kitaplığı kurma işini ele almış durumdadır. Bugün Türkiye’de genel kitaplıklar gibi çocuk kitaplıkları da yetersizdir. Yıl 1962 1963 1964 1965 Kitaplık 141 157 162 178 Ç o c u k Kitap sayısı 181.768 263.709 366.435 395.501 K i t a p 1 ı k 1 a r ı Okuyanlar Erkek 1.795.980 1.659.559 1.720.642 1.674.842 Kız 1.798.688 1.132.409 1,127.905 1.081.941 Toplam 3.064.668 2.791.698 2.848.547 2.756.783 (9) Bu çizelgenin incelenmesinden çıkan sonuçlar üzüntü verici niteliktedir: 1. Kitaplık ve kitap sayısındaki yıllık artış çok yetersiz ve gülünç denecek kadar azdır. 200 2. Kitap okumak için kitaplıklara başvuran çocuk sayısı yıl yıldan eksilmektedir. Bu, özellikle kız çocuklarında çok hızlıdır. 3. Kitap okuyan çocukların sayılarını saptamak için yürütülen işlem aldatıcıdır. Çizelgede görülen rakamlar okumak için başvuran çocukların sayısını yansıtmamaktadır. Bu sayılar çocukları değil, başvurma sayısını gösterir. Aynı çocuk bir yıl için 100 defa başvurmuşsa kitaplığa, o aynı çocuk, İ0O sayılmaktadır. Oysa her çocuğa bir kitaplık kartı verilse ve o kart sayılsa görülen milyonluk rakamların 20-30 bine düşüverdiği acı ile görülecektir. Bu elbet, göz boyayıcı bir yönetimin işine gelmez. Çocuk bahçeleri, üzerinde durmağa değmeyecek kadar azdır, yetersizdir ve hele örgütsüzdür. Çocuk bahçelerinde üç beş göstermelik çakılı oyun aracından başka bir şey yoktur. Okuma salonlu, masal söyleme ve sinema salonlu, eğitici kadrosu bulunan çocuk bahçeleri halktan alabildiğine uzaklaşmış bizim yöneticilerin aklına bile gelmemiştir. alanları hiç yoktur. Boş arsalarda toz toprak içinde, sokaklarda gelip geçeni tedirgin eder şekilde oynayan çocuklanmızın hali yürekler acısıdır. Ama çocuklar için kanunların emrettiği bir hakkı sağlayamamaktan acı duyan bir yürek nerde bizim yöneticilerde?.. Çalışan Çocuklar Küfeci çocuklar çalışmıyor mü? Çoban çocuklar çalışmıyor mu? Sığırtmacı bekliyen sığırların arkalarında tezek toplamak için döğüş kavga koşuşan çocuklar çalışmıyor mu?.. Elbet çalışıyorlar bu çocuklar da. Hem de nasıl harap olurcasına çalışıyorlar. Evlerine su taşıyan, bakkaldan öteberi almak için yırtık pabuçlanyla, yada düzgün halleriyle koşan, minik kardeşlerine bakan çocuklar da çalışıyor. Ama konumuz bunlar değil. Bir zanaat öğrenmek, bir geçim amacı hazırlamak, bileğine bir altın bilezik takmak için çırak diye çalışan çocuklar. Sayılarını bilmiyoruz bunların yazık. Ama milyonlarca belki. Çırak çocuklar için ilk yazılı hüküm M.Ö. 2100 yıllarında yani zamanımızdan 4 bin küsur yıl önce Babil kralı Hamurabi tarafından konulmuştur. 27 Mayıs Devriminden sonra müsteşarlar kademesinde bir kurul aylarca böyle bir kanun hazırlamak için çalışmış bir tasan taslağı hazırlamıştı. Bu taslak kimbîlir nerede, hangi tozlu dosyalar içindedir şimdi? Aslında bu gereksiz bir çaba idi. Eğer uygulanacak idiyse kanunlanmızda bu konuda yeterli hükümler vardı, vardır. “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki; onunla işçi muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeyi taahhüt eder. 201 Hizmet akdi hakkındaki ahkâm kıyasen, çıraklık akdine de tatbik olunur.” (10) * Tam 41 yıl 11 ay ve 2 gündür yürürlükte bulunan bu hüküm acaba bîr kerecik olsun uygulandı mı? Soruyoruz. “Usta çırağa sanatı olanca dikkat ve itinasıyla öğretmeğe mecburdur. Usta çırağın mecburi derslere devamına nezaret ve mesleğine ait derslere ve kurslara gitmesi ve çıraklık imtihanlarına iştirak eylemesi için lüzumlu olan zamanlarda müsaade etmekle mükelleftir.” (11) “Bu şartlara riayet olunup olunmadığı selâhiyettar daire tarafından murakabe edilir.” (12) , Sorulabilir ki, çırağın gideceği mecburi dersler ve kurslar var mı? Olması gerek. Kanunlar çünkü, uygulanmak için yapılır: 1913 ten 1961 yılı başlarına kadar tam 47 yıl 3 ay ve 13 gün yürürlükte kalan şu hükme bakınız: “Elişleri ve zanaat okulları, ilkokulların 3. dönemini tamamlayan, çocuklara zanaat öğretmek ve sanayi tezgâhlarında ve fabrikalarda çalıştırılabilir hale getirmek üzere” kurulur. Bunlar sanat okulları değildir. Çırak okullarıdır. Ayrıca askerî ve sivil sanat okulları çoktan vardı çünkü. Diyelim ki bu hüküm yürürlükten kaldırıldı. Ama yeri boş değildir. Yerine daha açık olan şu hüküm getirilmiştir: Biliyorsunuz “Mecburi ilköğrenim çağı, çocuğun altı yaşını bitirdiği yi İm öğretim yılı sonunda biter.” Normal bir çocuk, ilkokulu 12 yaşına bastığı zaman bitirir. Eğer bu çocuk daha üst bir okula gidemezse ne olacak? “ilkokulu bitirmiş olup da henüz mecburi ilköğrenim çağında bulunan ve üst dereceli öğrenim kurumlarına gidemeyecek olanların genel bilgilerini artırmak ve kendilerine iş ve üretim hayatında faydalı olacak bilgi ve maharetleri kazandırmak amacıyla, devlet, yetiştirici ve tamamlayıcı kurslar ve sınıflar” açacaktır.” Bu “Yetiştirici ve Tamamlayıcı Sınıflar ve Kurslar” tıpkı ilkokullar gibi mecburi ilköğrenim kurumlan arasında sayılmıştır. (13) Nitekim, Millî Eğitim Bakanlığı “Yetiştirici ve Tamamlayıcı Sınıflar ve Kurslar”m müfredat programını ve yönetmeliğini yapmıştır. Resmi gazete ile yayınlanmış ve yürürlüğe de konulmuştur. Düşünülmelidir ki her yıl ilkokulu bitiren çocukların ancak % 38 i daha ileri bir öğretime gidebilmekte ve % 62 si iş hayatına atılarak çırak olmaktadır. Bu çocukların ustaların merhamet ve şefkatine bırakılması devlet yönetimi sorumluluğuna sığar mı? Ayrıca çıraklardan ilköğrenim çağında bulunanların “iş saatleri okul saatlerine engel olmayacak şekilde düzenlenmesi” ve “ders saatleri”nin “8 saatlik çalışma süreinin içinde sayılması” gerekir. Ve “çalışma hayatı ile ilgili mevzuatın uygulanmasını devlet izler, denetler ve teftiş eder. Bu ödev Çalışma Bakanlığına bağlı ihtiyaca yetecek sayı ve özellikte teftiş ve denetlemeye yetkili memurlarca” (14) yapılacaktır. 202 S o n u ç : – . . , . Devrimci Eğitim Şûrası’na sunulacak bildirilerin sonunda, durumu düzeltmek için başvurulacak yöntemlerin önerilmesi de istenir. Bu, cidden gereklidir de. Ne varki 1919 -1938 arası 19 yıllık kısacık Mustafa Kemal Atatürk dönemi dışında, Türk halkını yönetmek için başa gelenler, halkın yararlarını değil, egemen sınıfların çıkarlarını önde tutmuşlardır. Bugün de durum, daha da keskinleşerek aynı çizgidedir. Yeni Anayasamızın yürürlüğe girdiği 7 yıl 1 ay ve 27 gündür, halkın yararına olan hemen hemen hiçbir Anayasa hükmü uygulanma yoluna girmemiş, “însan hak ve hürriyetlerini, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altma almayı mümkün kılacak” hiçbir düzeltmeye gidilmemiştir. Üstelik “Milli mücadele ruhunu, millet egemenliğinin Atatürk Devrimlerine bağlılığın” (15) tam tersi yapılır olmuş “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları” halinden çıkarılmıştır. (16) daha acısı “Devletin sosyal, iktsiad, siyasi veya hukuki temel düzenini” tamamen “din kuallarına dayandırma” (17) çabası geniş ölçüde yurt düzeyinde almış yürümüştür. Böyle bir ortamda, bu bildirinin ileri sürdüğü aksaklıkları bir kere düzeltmek olası değildir. Sonra düzeltilse de hiçbir sonuç vermez. O halde işi daha kestirmeden ve daha geniş bir açıdan ele almak zorunluğu vardır. Bir kere şu gerçeği düşünelim: Egemen sınıfların bu yolda yararlandıkları, çok partili siyasi düzen ve oy avcılığıdır. Siyasi Partilerin Anayasa’da özel ve önemli yerleri vardır. Gerçekten “Siyasi partiler, ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” Bu nitelikleriyle “Siyasî Partilerin kapatılması hakkındaki dâvalara Anayasa mahkemesinde bakılır ve kapatma kararı ancak bu mahkemece verilir.” (18) Bu hükmün gerekçesi çok ilginçtir: “Devlet hayatında olağan üstü bir role sahibolan siyasi partilerin demokrasi düzenini ve Cumhuriyetin ilkelerini tahribedici bir kuvvet haline gelerek cemiyeti felâkete sürüklemesi karşısında Devletin seyirci kalamıyacağı aşikârdır.” (19) Gerekçeden açıkça anlaşılmaktadır ki, devlet bir siyasi partinin demokrasi düzenini ve Cumhuriyetin ilkelerini tahrip etmesine göz yummamahdır. Böyle bir durum karşısında müdahale etmelidir. Peki ama demokrasi düzeni ve. cumhuriyet ilkeleri tahrip edilmektedir. Ve böylece toplum felâkete sürüklenmektedir. Bugünkü durum tam anlamıyla budur. Neye Devlet buna müdahale etmez? Burada devlet kavramı üzerinde durmak gerekir. Devletin ana öğelerinden ikisi yasama ve yürütme organlarıdır. Yasama organında çoğunluk top- ” lumu uçuruma sürükleyen partidedir. Yürütme organı o partinin elindedir. Bu iki organın kendi kendine karşı çıkması beklenmez. Devletin üçüncü öğesi yargı organıdır. Yargı organı ise kürsüsü kar- 203 şısma getirilmeyen hiç bir olay hakkında işlem yapamaz. Kaldıki yargıçların verdiği kesinleşmiş hükümler bile yerine getirilmemektedir. Devlet kavramı içinde bir de meclis dışı demokratik baskı organları vardır: Gençlik, üniversiteler, sendikalar, basın, meslek kuruluşları ve tüm namuslu aydınlar… tşte bir siyasi partinin “Demokrasi düzenini, cumhuriyetin ilkelerini tahribedici bir kuvvet haline gelerek cemiyeti felâkete sürüklemesi karşısında seyirci kalamıyacağı aşikâr” olan devlet gücü bunlardır. Sendikamız da bu gücün bir temsilcisidir. Şûramızın toplanma amacı da budur. Yapılacak iş bu inanışla kanunlar içinde kalarak savaş vermektir.
1) Anayasa m : 41
2) Anayasa m : 45
3) Anayasa m : 35
4) Anayasa m : 43
5) Aylık İstatistik Bülteni: Eylül 1968 s. 18
6) Türk – îş 7 nci Genel Kurulu çalışma raporu Ankara 1968 s. 184
7) 25.9.1953 gün ve 4/1272 gebe ve emziklikli kadınların çalıştırılma şartlarıyla emzirme odaları ve kreşler hakkında nizamname m: 4/a ,b 8) Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu Öğretmenliğimizin 120. yılında Eğitim durumumuz 1965 s. 4 9) Devlet istatistik Enstitüsü Milli Eğitim istatistikleri yayın No: 530 s. 501 10) 8.5.1926 günlü Borçlar Kanunu m: 313 11) 8.5.1926 günlü Borçlar Kanunu m : 330 12) 8.5.1926 günlü Borçlar Kanunu m: 318 13) 5.1.1961 gün ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu m: 11-6 14) 28.7.1967 gün ve 931 sayılı İş Kanunu m: 67,88 15) Anayasa başlangıç 16) Anayasa m: 8 17) Anayasa m : 19 18) Anayasa m: 56, 57 19) Anayasa 57 madde gerekçesi. 204

BİLDİRÎ : HALK EĞÎTÎMÎ
Bildiriyi sunan: Cevat GERAY, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Şehircilik Enstitüsü

i. GİRİŞ
Eğitim ve devrim açısından halk eğitimi konusunu ele almadan önce, “Halk Eğitimi” sözüyle neyi anlatmak istediğimizi açıklamakta yarar vardır. Burada halk eğitimi geniş bir anlamda ele alınmıştır. “Halk Eğitimi” yetişkinlere yönelen eğitsel çabaların tümünü kapsamaktadır. “Kütle Eğitimi”, “Toplum Eğitimi”, “Temel Eğitim”, “Sosyal Eğitim” adları altında yetişkinlerin eğitimine yönelmiş olan sistemli eğitim çalışmaları geniş anlamıyla Halk eğitiminin kapsamı içinde sayılmaktadır. Halk eğtimi, şu yada bu ad altında yetişkinlere yönelmiş bir eğitim bir çimi olarak, geçmişte de uygulanan bir eğitim türüdür. Fakat eskiden halk eğitimi, insancıl, dinsel duygularla ve hayırseverlik çerçevesinde öğrenimden yoksun kalmış olan sınıfların daha iyi vatandaş, daha ahlâklı vatandaş olarak çalıştırana karşı görevlerini daha iyi yerine getirmesini sağlamaya yararlı bir araç görevini yapıyordu. Çalışan sınıfların iktidar çabasına katılmasını, onların toplumsal ve siyasal kurtuluşlarını sağlayıcı bir yön kazanmamıştı. Zamanla halk eğitimi, aşağı tabakalardan yetişkinlere incili okumasını öğretmek, onları talihlerine, kaderlerine razı etmek amacından uzaklaşarak, önce insanın öğrenme tecessüsünü giderici bir yöne çevrilmiştir. Sonra da öğrenim çağlarında iken eğitim fırsatına kavuşamamış, örgün öğrenimden yararlanamamış olan yetişkinlere gerekli eğitimin en alt düzeyini sağlamak amacına yönelmiştir. Son yüzyıl içinde, halk eğitimi, eğitimin sadece seçkinlerin, güçlülerin, kısacası egemen sınıfların yararlanabilecekleri bir olanak olmaktan çıkmasına, güçsüz sınıfların bilinçlenip siyasal, ekonomik ve toplumsal kurtuluşlarına yardımcı bir nitelik kazanmıştın Geri kalmış ülkelerde halk eğitimi, örgün öğrenim kurumlarından yararlanamamış olan yetişkinlere, örgün eğitim yerine, öğretim veren bir eğit- 205 sel çalışma olarak önemli bir ihtiyacı karşılamaktadır. Fakat halk eğitimi bununla yetinmez. Aynı zamanda örgün öğrenim görmüş olanlara, teknolojik ilerlemeler sonucunda artan, değişen bilgileri, yenilikleri götürmek, bu kişilerin uzmanlıklarını artırmak amacıyla okul sonrası öğrenim fırsatını sağlamak görevini de yüklenmiştir. Bu, eğitimin hayat boyu süren, sürekli bir süreç olarak kabul edilmesi gerektiğinin bir sonucudur. Böylece, halk eğitimi, normal eğitim sisteminin ayrılmaz parçası durumuna girmiş, örgün öğrenimden ayrı, fakat onu tamamlayan bir eğitim biçimi olmuştur. Bu anlamıyla halk eğitimi, vatandaşın kişisel eğitim ihtiyaçlarına, bireysel sorunlarına eğilmek yanında, kişinin grup ve toplum içindeki rolünü oynayacak, sorumluluklarını yüklenecek bir düzeye getirilmesi görevini de yüklenmiştir. Değişen bir dünya ve toplumda, toplumsal ve teknolojik değişmelere ayak uydurmak amacı da halk eğitiminde önem kazanmıştır. Halk eğitimi, yetişkinin yaşantısını bütün yönleriyle ele almak zorunda olan geniş bir program alanıdır. Estetik, fiziksel ihtiyaçlar kadar, mesleki entellektüel ve toplumsal ihtiyaçlar da birer halk eğitimi programı olarak ele alınmalıdır.

II. TÜRKİYE’DE HALK EĞİTİMİNE GENEL BAKIŞ
A. Plânlı Döneme kadar Cumhuriyetin kurulmasını izleyen yıllarda, Atatürk’ün yol göstericiliğinde girişilen “Millet Okulları” hareketi bu alandaki en geniş uygulamadır. Bu yoldan önemli sayıda insana yeni Türk alfabesiyle okuma yazma öğretilmiş, yurttaşlık bilgileri verilmiştir. Gittikçe yoğunluğunu, hızını kaybeden bu hareket ne okur yazarlık, ne de halkın bilinçlenmesi, devrimci eyleme geçmesi sorunlarına çözüm yollan getirebilmiştir. . Bu dönemde yetişkin köy kadın ve erkek sanat kursları, boş zamanları değerlendirme, bazı teknik beceriler kazandırma açısından ilginç bir çalışma alanı olarak görülmüştür. Bu çalışmalar, ulusal bir program kapsamına kavuşmamıştır. Kazandırılmak istenen sanat ve becerilerin uygulamasını sağlayacak olanaklar yaratılmadığından öğretilenin de unutulması sonucu doğmuştur. Özellikle kadın sanat kursları, günlük yaşantıyı daha kolaylaştıracak, eldeki, evdeki araç ve gereçleri daha akıllıca kullanmaya yardım edecek, yan gelir sağlayacak beceriler yerine lüks giyim kuşama yer verildiğinden gerçekçi bir yaklaşım içinde ele alınmamıştır. Masrafçı özelliği yanında hayat ve geçim sağlamada sınırlı bir özellik taşıdığından bu tür çalışmalara halkın ilgisini, katılmasını sağlamak için zorlamalara gidildiği olmuştur. Orduda, okuma yazma temel eğitim kurslarında askere gelen gençlere verilen eğitim, hem sadece erkek nüfustan askerlik çağında olanlara yöneldiği, hem de sivil hayattan çok askerlik hizmetinin görülmesinde kullanılan bilgilerle yetinmek zorunda olduğu için, smırlı bir etkide bulunmuştur. 206 B. Plânlı Dönemde Halk Eğittol Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânında halk eğitimine hemen hemen hiç yer verilmemişti. Toplum kalkınması bölümünde halk eğitimi bir satırla geçiştirilmişti, ikinci Beş Yıllık Plânda da örgün öğrenim içinde, örgün öğretimin tamamlayıcısı olarak “Yaygın Eğitim” adı altında ele alınmıştır. Plâna göre, Halk Eğitimi, örgün eğitimden bağımsız olarak düşünülemez, öğrenme süreci bakımından yetişkin ile çocuk arasındaki farklılıklar karşısında, örgün eğitim için düşünülen ilkelerin, tedbir ve kuruluşların yaygın eğitim, halk eğitimi için geçerli olmıyacağı, kolayca anlaşılır. Örgün eğitimin, yaygın eğitimle tamamlanması gereği halk eğitiminin kendisine özgü kuruluşlara sahip olmaması biçiminde anlaşılmamalıdır. Plânın okullardan örgün eğitim tesisleri olarak bahsetmesi de sakıncalıdır. ‘Okullar, çevreye, topluma dönük birer yaygın eğitim ve toplum merkezleri durumuna sokulmalıdır. ikinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı okuma yazma öğretimini yaygın eğitimin ana görevi olarak göstermiştir. Plân, beş milyon yetişkine okuma yazma direktifini vermektedir. Böylece, dikkat okur yazarlığa çekilmiş, halk eğitiminin temel ilke ve hedefleri ihmal edilerek fonksiyonel bir öğretimden uzaklaşılmıştır. Okuma yazma öğretimi, kendi dışında belli bir ekonomik, mesleki bir amaca çevrik olduğu, sosyo – ekonomik kalkınmayla ilişkisi kurulduğu ölçüde anlam kazanıp, başarıya ulaşabilir. Aksi halde hedeften uzaklaşır, başarısızlıkla sonuçlanır. Halk Eğitimi Genel Müdürlüğünün Köy îşleri Bakanlığından tekrar Millî Eğitim Bakanlığına gitmesi İkinci Beş Yıllık Kalkınma Plânının getirdiği fonksiyonel olmayan anlayışın sonucudur denilebilir. C. Halk Eğitimi Çalışmalarının ve Örgütlerinin Bugünkü Durumu: Millî Eğitim Bakanlığı dışında, Çalışma Bakanlığından Adalet Bakanlığına kadar yetişkinlere yönelen türlü eğitsel çalışmalar yapılmaktadır. Yapılan çalışmaları yürüten kuruluşların durumlarını şöylece özetlemek mümkündür: 1. Çalışmalar için yurt çapında bir politika saptanmış değildir. Çalışmaların yürütülmesinde güdülen amaçlar, dayanılan ilkeler, yararlanılan yöntemler geliştirilmemiştir. Bu yöndeki çalışmalar, Bakanlıkça düzenlenen eğitim şûralarının rapor ve tutanaklarında saklı kalmıştır. 2. Çalışmalar büyük merkezlerden öteye gidememiştir. Halk eğitimi örgütü, şehir ve kasabalarda protokol ve tören işlerinden baş kaldırıp köye inememektedir. , 3. Çalışmaları yürüten örgütler arasında eşgüdüm olmadığından etkenlik, verimlilik sağlanamamıştır. Programlar arasında önemli karışmalar olduğu gibi önemli boşluklar da vardır. 207 4. Bakanlıkların kendi personeli için düzenlenen hizmet-içi eğitim dışında, hizmetin halka götürülmesinde, programların uygulanmasında, halkm hizmetlerden yararlanması ve katılmasında eğitimin önemi, gerekliliği anlaşılmamıştır. 5. Programlar halkın gereksinmeleri dikkate alınmadan, halk girişkenliği geliştirilmeden ilgili örgütlerce düzenlendiğinden, halkın ilgisizliğiyle karşılanmakta, program ve uygulamalar kâğıt üzerinde kalmaktadır. 6. Çalışmalar, sistemli bir değerlendirmeye bağlı tutulmadığından aksaklıklar, karşılaşılan güçlükler, ortaya çıkan darboğazlar ve nedenleri üzerinde ciddiyetle durulmamakta, gereken tedbirler alınmamaktadır. 7. Halk Eğitimi Genel Müdürlüğü dışında, halk eğitimi için özel olarak yetiştirilmiş personel yoktur. Halk Eğitimi Genel Müdürlüğü personeli de ilkokul öğretmenlerinin sonradan kurslardan geçirilerek yetiştirilmektedir.

III. TÜRKİYE’NİN İÇİNDE BULUNDUĞU KOŞULLAR VE HALK EĞİTİMİ:

A. Eğitimde Fırsat Eşitliği Açısından Türkiye’de öğrenim çağındaki nüfusun önemli bir çoğunluğu örgün eğitim kurumlarından yararlanamamktadır. Başka bir deyişle, okul çağındaki çocuk ve gençlerin büyük çoğunluğu, yaşının gerektirdiği öğrenimi görememektedir, ilköğretimin zorunlu ve parasız olması yolundaki yasalara karşı ilkokul çağındaki (7-11 yaşlar arasındaki) çocukların % 27 si okula gidememektedir, öte yandan, ortaokul çağındaki (12-14 yaşlar arasındaki) çocukların % 81 i lise çağındakilerin (15-19 yaşlar arasmdakilerin) % 92 si, yüksek öğrenim çağındaki (20-24 yaşlar arasındaki) gençlerin % 94 ü örgün öğrenim kurumlarının dışındadır. İlköğretimden sonra ortaokulda öğrenimine devam edebilenlerin oranı % 35 oranındadır. Ortaokulu bitirenlerden % 94 ü, liseyi bitirenlerden % 88 i bir * üst dereceden okula devam edebilme olanaklarına sahiptir. Bu durumda ortaokula devam edebilme fırsatını bulabilenlerin büyük ölçüde, daha üst dereceli okullara kadar gidebildikleri, öğrenim yapabildikleri anlaşılıyor. Geriye kalan büyük kütle, daha yukarı okullara gidemiyecekleri için ilköğrenimle yetinmek zorunda kalmaktadırlar. Bunlar için parasız yatılı öğrencilik olanağı da sınırlıdır. Parasız yatılı öğrencilerin oranı % 3 ten ibarettir. 1934 – 35 öğrenim yılında öğrencilerin % 10 u parasız yatık olarak okuyordu.) Öte yandan, örgün eğitim kurumlan, genellikle şehirsel yerleşme noktalarında toplanmışlardır. Erzurum ve Trabzon’daki yeni üniversiteler dı- 208 şındaki yüksek öğrenim kurumlan, Türkiye’nin batısına düşen gelişmiş ve şehirleşmiş bölgelerdeki büyük merkezlere yığılmışlardır. Plânsız ve günlük esintilere göre yönetilen bir eğitim sisteminin sonucu olaark, gittikçe artan nüfusun büyük dilimi en ilkel bir eğitim düzeyinin gerektirdiği okur yazar olma niteliğini bile kazanmış değildir. Gerçi, okur yazarların oranı 1930 da % 19 iken, 1965 te % 43 e yükselmişse de bu oransal değişme, hızlı nüfus artışı karşısında anlamsız kalmaktadır. Gerçekte, 1930 da sadece 2.5 milyon kişi okur yazar değilken, bunların sayısı 1965 te 8.8 milyona yükselmişse de aslında okur yazar olmayan kütle, en azından dört katma çıkmıştır. Halk eğitimi, okul çağında iken örgün eğitimden yararlanmayan geniş yetişkinler kütlesinin eğitilmesi konusunda önemli bir görev yüklenmek zorundadır. Fakat bu, düşük maliyeti nedeniyle halk eğitiminin örgün öğretimin yerine ikame edilmesi yolundaki görüşler için bir gerekçe olarak gösterilemez. Halk eğitimi, fırsat eşitliğinin gerçekleştirilmesini önleyici örgün eğitim yerine konulacak bir eğitim biçimi olarak düşünülmemelidir. Aksine, okul çağında iken fırsat eşitliğine kavuşamayanlara yetişkinlik çağında bu eksikliklerini giderici son fırsat olmalıdır. B. Tarımdaki Yapısal Değişme Açısından Halk Eğitimi Türkiye ekonomisinde tarım kesiminin ve tanmda çalışan nüfusun ağır bastığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Pazar için üretime yönelmeyen, kişisel ve aile tüketimi için üretime dayanan bir geçim ekonomisi tarım kesiminin ana özelliğini teşkil ediyor. Toprakların işletmeler arasındaki dağılışındaki adaletsizliğe paralel olarak, küçük tanm işletmeleriyle büyükleri arasında gelir bakımından da önemli dengesizlikler vardır. Birim basma tarımsal verim öteki ülkelere göre çok düşüktür. Bunun yanında, tarım kesiminde, gizli ve mevsimlik işsizlik yaygındır. Öte yandan, pazar için üretilen ürünler de istenildiği gibi, değerlendirilmemektedir. Şehirdeki tüketicinin tarımsal ürünlere ödediği fiyatın üçte biri bile köydeki üreticinin eline geçememektedir. Krediler, genellikle büyük toprak sahiplerinin ve aracı tüöcarların işine yaramaktadır. Bütün bunlar, üreticilerin örgütleşememeleriyle yakından ilgilidir. Tanm kesimindeki yapısal değişikliğin gerçeşleşmesinde eğitim ye halk eğitiminin rolü inkâr edilemez. Fakat eğitimle yapıyı değiştirmeye çalışmak romantik bir çabadan ileri gidemez. Tarımdaki yapısal değişiklik, insantoprak ilişkilerinin, kredi ve pazarlama sisteminin küçük çiftçi lehine olarak yeniden düzenlenmesini sağlayacak reformlara bağlıdır. Bu reformlar yapılmadıkça eğitsel çabalara bel bağlanamaz. Halk eğitimi ve öteki yaygın eğitim çalışmalan, böyle bir temel düzenlemeye götüren ortamı hazırlamada ve reformların amacına ulaşmasında yardımcı rol oynayabilir. Ancak bu reformlar yapıldıktan sonradır ki halk eğitimi, 209 ? Tarım kesiminds yeni teknolojinin uygulanması .yoluyla birim başına verimin arttırılmasında, ? Boş zamanların eğitim yoluyla değerlendirilmesinde bazı yan gelir olanaklarının yaratılmasında, ? Kredi ve pazarlama için halkın örgütleşmesinde, ? Tarım kesimi dışına geçecek olanların yeni mesleklere yöneltilmesinde yararlı olabilir. C. Toplumsal Değişme ve Şehirleşme Açısından Halk Eğitimi ı Türk halkının, büyük çoğunluğunun yeniliklere kapalı olan, kütle haberleşme araçlanndan sınırlı olarak yararlanan, kadere ve tabiat üstü güçlere bağlı, kendine ve devlete güveni olmayan küçük köysel topluluklar halinde yaşadığı bir gerçektir. Girişkenliğin ve yersel önderliğin gelişmediği bu köy topluluklarının şehre, dış dünyaya ve yeniliklere açılması konusunda eğitimin önemli rolü olduğu bir gerçektir. Fakat, bu toplulukların değ’şmesi, herşeyden önce ulaşım olanaklarının gelişmesine, teknolojik ilerlemelere, endüstrileşmeye ve şehirleşmeye bağlıdır. Eğitim ancak bu etkenlerle bir arada bir anlam kazanmaktadır. Öteki koşullar gerçekleşmedikçe, eğitimin toplumsal değişmeyi sağlaması beklenemez. Genellikle eğitim, özellikle halk eğitimi ulaşım, endüstrileşme, şehirleşme gibi etkenlerle meydana gelen toplumsal değişme içinde, ancak halka yaşadığı çevrenin dışındaki dünyanın varlığını duyurmada, halkta değişme isteğinin yaratılmasında, değişmenin tabiat üstü güçlerin değil kendisinin elinde olduğuna inandırılmasında, kendi sorunlarını çözmek üzere girişkenliği ele alıp örgütleşmesinde aydınlatıcı, yol gösterici olabilir, böylece değişmeyi hızlandırıcı etkide bulunabilir. Türkiye gittikçe yoğunlaşan bir şehirleşme sürecinin içindedir. Önümüzdeki yıllarda, ortalama olarak yılda bir milyon kişinin köylerden şehirleer göç edeceği tahmin olunmaktadır. Bu durumda halk eğitimine şu ödevler düşmektedir. Halk eğitimi: ? Köyden şehre gelenler için yeni çevreye uyum sağlayıcı sosyo-psikolojik, yeni ortamda yaşama ve geçim sağlama için gerekli becerileri kazandırıcı ekonomik roller yüklenmelidir. ? Köyde kalanlar için, onların modern teknolojiden yararlanmalarım sağlayıcı eğitsel çalışmalara ihtiyaç vardır ve bu alanda halk eğitiminin katkısı beklenebilir. 210 SONUÇ: Eğitim genellikle emek ve kapitalle birlikte üçüncü bir üretim etkeni olarak ekonomik alanda önem kazanmıştır. Halk eğitimi de bu alanda kendine düşeni yapmak durumundadır. Halk eğitimi, her nekadar etkili bir kalkınma aracı ise de, temeldeki aksaklıkları giderici öteki ana reformlar yapılmadıkça bu aracın amacına ulaşması mümkün değildir. Aksine, egemen sınıfların egemenliklerini sürdürmelerine yardımcı, egemen olmayan emekçi sınıfların bilinçlenmesini, örgütlenmesini önleyici bir araç durumuna sokulabilir. Halk eğitiminin, yeteri kadar toprağı olmayan, kredi ve donatım olanaklarından yoksun bulunan, ürününü değerlendiremeyen kütleler için yararlı olması beklenemez. Aksine, halk eğitiminin getirmek istediği yeniliklerden ve ileri teknolojiden, yine ekonomik güçleri elinde bulunduran egemen sınıflar daha çok yararlanırlar. Halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasında, çözüm yolu aramasında, bilinçlenmesinde ve uyanmasında halk tğitimi etkili bir araç olabilir. Fakat siyasal ve ekonomik güçleri elinde bulunduran egemen azınlık, buna müsaade etmeyebilir ve etmemektedir. Aksine, egemen azınlığın halk eğitimine, halkın karşı karşıya bulunduğu sorunların kökenine inmesini, bilinçlenmesini, örgütleşmesini engelleyici bir nitelik kazandırma, bunu, halkı oyalama, savsaklama aracı olarak kullanma tehlikesi başgöstermiştir. Siyasal ve ekonomik güçleri elinde bulunduranların halk eğitiminin, halkın uyandınlmasma araç olarak kullanılmasını önlemesi, kendi amaçlarına yönelmesi doğaldır. Böyle bir tehlike karşısında, Anayasanın Öngördüğü toplumsal, ekonomik ve siyasal düzeni sağlayabilecek güçler siyasal organlarda söz sahibi oluncaya kadar halk eğitimi gerçek rolünü oynayamıyacaktır.

BİLDİRİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR:
Doç. Dr. Cevat GERAY bildirisini okudu. Tartışmalara geçildi. Söz alan Emin SEVİNÇ “Halk Eğitiminin önemi halkın gücünden gelmektedir” diye söze başlamış ve şöyle devam etmiştir: ? Okuma yazma, bilinçlenmek demek, yurt ve dünya olaylarını izlemek demek, yöneticilerin yalan yanlış davranışları hakkında doğru bir yargıya varmak, ona göre olumlu olumsuz oy kullanmak demek. Çıkarlarını halkın, bilinçsizliğine dayandıran yöneticiler onun okuyup yazmasını istemiyorlardı. Buna karşı Atatürk karar vermişti: Ülkem’zde okuma yazma bilmeyen kimse bırakmıyacağız. Bunun üzerine Ulus Okulları, Gece Okuma Yazma Kursları açılmış, 65-70 yaşındaki nineler ve dedeler okuma yazmayı sökme çabasına düşmüşlerdi. Böyle bir çabaya batı ülkelerinden örnekler veren eleştirici “asker ocağında düzenlenen eğitim birliklerini” övmüş ve sözlerini şöyle tamamlamıştır : 211 ? Bugün doğru dürüst ilköğretimden geçmemiş halk çocukları için kurs açma, onlara hayatlarında işlerine yarayacak bilgi ve beceri verme işine hiç de önem vermiyoruz. Bu en azından utanç vericidir. Bahaettin UYAR, Halk eğitimi konusunda, okur yazarlığın değerlendirilmesi için kooperatifçiliğe önem verilmesini önermiş. Anayasada da ele alman kooperatifçiliğin formalite ağından, masraf yükünden ve devletin ilgisizliğinden kurtarılmasını istemiştir. Başka konuşmacı olmadığı ‘çin kürsüye gelen bildiri sahibi Doç. Dr. Cevat GERAY şu açıklamayı yapmıştır: ? Bir zamanlar Köy İşleri Bakanlığının bünyesinde bulunan Halk Eğitimi, tam köylere yönelen bir çalışmaya geçtiği sırada, halkın uyarılmasından korkan bir zihniyetin sonucu olarak yine Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiş ve böylece çalışmalar ikinci plâna itilmiş; kasaba ve şehirlere münhasır bırakılmıştır. Halk Eğitimi konusunda çalışan ve genellikle ilköğretimden gelen personel dışında eleman yetiştiren bir tesis kurulmamıştır. Halk Eğitimi çalışmalarında rol alan personel bu iş için yetiştirilmiş ve yeterli nitelikleri kazanmış değildir. Çalışmalardan alman sonuçlan değerlendiren bir politika geliştirilmemiştir. Oysa Türkiye ekonomik ve sosyal yapısı bakımından bir takım çetin koşullar içinde bulunmaktadır. Ve bu koşulların iyiye dönüştürülmesi ve kalkınmanın sağlanması için halk eğitimi çabalarından yararlanılması gerekir. Oysa köylünün gelir getirici alanlara yöneltilmesinde halk eğitiminden yararlanmak mümkündür. Yine tarım eğitiminde ne yazık ki Türkiye’de önderler yetiştirilmiş değildir. Yeniliklerin köylüye götürülmesi, köylünün kendi sorunlarına sahip çıkabilmesi için yersel önderlerin yetiştirilmesi de halk eğitimine düşmektedir. Bugün nüfusun % 30 una yakın bir kısmı şehirlerde yaşamaktadır. Ve bundan sonraki dönemlerde hemen hemen ortalama bir milyon kişinin köylerden şehirlere akın edeceği düşünülmektedir. O halde halk eğitimine düşen bir başka görev de şehre gelen köylüler için bazı çabalar gösterilmesidir. Köyden gelip sanayi hizmetlerine geçecek kişilerin belli beceri kazanmaları ve böylece üretici durumuna girmeleri yönünden de halk eğitimine büyük görevler düşmektedir, öte yandan Devrimci Eğitim Şûrası’nda ele alındığı gibi eğitimde fırsat eşitliği konusunda da halk eğitimi başta gelmektedir. Anayasada ve başka metinlerde sözü geçen eğitimde fırsat eşitliği sadece yasaların satırları arasında kalmaktadır. Yurtta cpğrafi bakımdan da eğitim eşitliği sağlanamamıştır. 1935 lerde öğrenci* lerin, % 10 unun yararlandığı bir müessese olan parasız yatılılık sisteminden bugün sadece % 3 öğrenci yararlanabilmektedir. Siyasal ve ekonomik güçleri elinde bulunduran egemen sınıflar halk eğitiminin görevini yapmasını önlemektedirler. Temeldeki aksaklıkları giderici ana reformlar yapılmadıkça halk eğitimi amaçlarına ulaşamaz. O halde halk eğitiminin devrimci amaçlara yönelmesi için bütün eğitim sistemlerinin gerektirdiği temel reformların yapılması şarttır. Halk eğitimi ancak böyle bir ortam içinde kendinden bekleneni verebilir. 212

BİLDÎRİ: BİZDE BEDEN EĞİTİMİ SORUNLARI
Bildiriyi Sunan: Ruhi SEL Cebeci Ortaokulu Beden Eğitimi Öğretmeni

Beden Eğitimi tarihinin çok eski yıllara dayandığını hep biliriz. Milâttan 4000 yıl önce Sümer ve Eti Türklerinde ok atma, kılıçla döğüşme, gürz, tokmak, cirit ve kalkan kullanma gibi spor çeşitleri onları bir savaşa hazırlama, bir mücadeleye yöneltme şeklinde kendini gösteriyordu. XX. Yüzyılın beden eğitimi anlayışı, şüphesiz, bu değildi. Kişiyi yurt ve ulusuna yararlı, sağlam dayanıklı kılmakla beraber moral yönden de yetişmesini ister. Beden eğitimi; cimnastik, spor ve oyun yoluyla vücudun sağlıklı olarak gelişmesine yardım eder. Diğer taraftan fikre, karaktere şekil verir. Ahlâkî bir eğitime yöneltir. Kısaca: Bilgili, verimli, karkter sahibi ve üstün nitelikte bir yurttaş yetiştirme yönünden Millî Eğitimin amaçlarına hizmet eder. Fikir ve beden eğitimini ulusça beraber yürütme, verimli kılma ve gelecek kuşaklara daha mükemmel olarak aktarma, her şeyden önce, iyi niyet, plânlı ve süreli bir çalışmaya dayanır. Bunun için: 1 ? Her dereceli okulda bulunan çocuğun ve gencin (ilk, orta ve yüksek dereceli okullar) belli amaçlara göre hazırlanmasında beden eğitiminin rolü ne olmalıdır? 2 ? Halk Eğitimi çalışmalarına paralel, beden eğitimi faaliyetleri ne şekilde yürütülmeli ve organize edilmelidir? 3 ? Bütün bu faaliyetleri idare edebilecek ve uygulayabilecek rehber eleman ve uzmanlar nasıl yetiştirilmelidir? 4 ? Spor, oyun saha ve tesislerini kurma, bakım ve idaresi nasıl olmalıdır? 1 ? Her dereceli okulda bulunan çocuğun ve gencin belli amaçlara göre hazırlanmasında beden eğitiminin rolü: Metodlu ve programlı beden eğitimi çalışmaları (Oyun, spor, cimnastikj halk dansları, geziler v^b.) sırasında çocuklarımız ve gençlerimiz; 213 a) Yurduna bağlanır, her fırsatta onu tanımaya ve tanıtmaya çalışır, b) Sağlığını korumasını ve gerekli temizlik alışkanlıklarını öğrenir, d) Boş zamanını her türlü oyun, spor ve buna benzer çalışmalarla değerlendirir, . . i e) Çevresinde canlı, cansız varlıkları korur, f) Kazalara karşı ilkyardım tedbirlerini bilir ve uygular, g) Millî ve mahallî oyunlara karşı ilgi ve istek duyar, h) Yarışmalarda kendi başarısı ile öğünmediği gibi, başkalarının başarısını da küçümsemez, takdirle karşılamasını bilir. insanlık Münasebetleri Yönünden: a) Ailesine değer verir, karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörürlülüğün temci şartlardan biri olduğuna inanır, b) Evinde, okulunda, çevresindekilere yardım etmekten zevk duyar, c) Çoğunluk kararlarına saygılı olur, d) Kız ve erkek münasebetlerinde arkadaşlığı ön plânda tutar. Yukarda sıraladığımız bilgi, beceri, iyi alşıkanlıklar ve olumlu davranışların kazandırılması ve gerçekleştirilmesi, her şeyden önce okullarımızda beden eğitimine ayrılan ders saatlarının artırılmasıyla mümkün olabilir.
İLKOKULLARDA : 1962 yılından bu yana uygulanmakta olan (ilkokul Program Taslağı) na göre: I. Devrede Beden eğitimi dersine haftada iki saat (kırkar dakika), II. Devrede ise haftada bir saat ayrılmıştır. Bir an için okullarımızda oyun . alanlarının kapalı cimnastik salonlarının- bulunduğunu, öğretmenin meslekî formasyonunun yeterli olduğunu ve öğrenci sayısının kırk sayısının altına düştüğünü düşünsek bile; haftada 80 dakikalık bir faaliyet, çocuğu arzuladığımız amaçlara yöneltmez. Tersine, çalışma süresince aşırı yorgunluklara götürür. Her çocuk gerektiği gibi, hareket ve oyun imkânını bulamaz. Oysa 40 dakikalık bir ders saati yerine, her gün yarımşar saatlik oyun faaliyetleri, mevsime, zaman ve yere göre spor alıştırmaları, halk dansları v.b. çalışmalar yaptınlırsa fayda mülâhaza edilir. Haftanın bir yarım günü de sınıflar yada dengi okullarla sportif mahiyetteki karşılaşmalar bu faaliyeti tamamlar. Ayrıca (Çocuk Kulüpleri) kurulması, çocuğu küçük yaştan itibaren top» hım hayatı içine katmış olur.
ORTA DERECELİ OKULLARDA: Ilköğretmen okulları dışında diğer bütün orta dereceli okullarda haftada (40-45) dakikalık beden eğitimi çalışmaları ile programdan beklenen sonuç. 214 alınamamaktadır. Resmî istatistiklere göre, 1500’e yakın orta dereceli okullarımızın yansından fazlasında beden eğitimi öğretmeni bulunmamaktadır. Derslerin üçte biri branş dışı öğretmenlerle kapatılmaktadır. Yıldan yıla bir çığ gibi artan öğrencilerle bunu karşılayacak okul ihtiyacı ayrı bir sorun olduğu gibi; bu okullarda görevlendirilecek beden eğitimi çalışmalarından faydalanmasını, bir şeyler kazanmasını istiyorsak bu dersin haftada en az üç saata çıkarılması gerekir.
YÜKSEK OKULLAR ve ÜNİVERSİTELERDE : Bu müesseselerin ders programlarına (Beden eğitimi) dersi konmamıştır. Öğrenci dernekleri kendi bünyesi içinde, sportif mahiyette yarışmalar yapmaktadır. Üniversite öğretim kadrosunda görevli uzman Beden eğitimi öğretmenlerinin bulunmayışı büyük bir eksikliktir. Zira yaş ve fikir yönünden on binlerin üstünde bulunan üniversiteli gençler, belli bir plân va programa bağlanmadan gelişi güzel spor yapmakta, verimsiz, hattâ disiplinsiz çalışmalarla olumlu sonuçlar alınamamaktadır. Yüksek okul ve üniversite gençlerinin boş zamanlarını değerlendirmesini sağlıyacak önder, rehber öğretmenlere de ihtiyacı vardır. Böylece toplumun zararlı akımlarından kendini uzaklaştırmış ve ders dışında kalan zamanlarını açık havada, kırda, dağda, denizde değerlendirmiş olacaktır. Gençlerin amatör ruhunu bozmadan spor kulüplerinde çalışmalarını da desteklemek gerekir. Hemen ilâve edelim ki, bugün bütün spor kulüplerimizde hâkim olan spor çeşidi futboldur. Diğer sporlar ikinci plnâda kalmaktadır. Ata sporlarımızın çoğu unutulmak üzeredir. Örnek olarak güreş, binicilik, okçuluk, cirit bunlar arasındadır. Sporu bilimsel metodlara göre ele alır ve iyi organize edebilirsek, dünya gençlik spor yarışmalarında da söz sahibi olacağımıza inanmaktayız. Böylece her dört yılda bir yapılagelmekte olan (‘Olympiad) larda Türkün gücünü ve başarısını dünya uluslarına tanıtmış oluruz. 2 ? Halk eiğtimi çalışmalarına paralel beden eğitimi faaliyetleri ne şekilde yürütülmeli ve organize edilmelidir? Yurttaşı sağlıklı, neşeli, enerjik ve her türlü sorumluluklardan korkmayan bir kişi olarak yetiştirebilirsek, onun iş gücü ve verimi de artmış olur. Bu itibarla Halk eğitimi çalışmalarına paralel olarak beden eğitimi faaliyetlerini de ele almak yerinde bir tedbir olur. Fikir ve beden işçilerinin bif haftalık yorgunluklarını giderecek dinlenmeye, eğlenmeye büyük ihtiyacı olduğu bilinen bir gerçektir. Toplumu faydalı alışkanlıklara götürecek, birlik ve beraberlik ruhunu aşılayabilecek, ona yön verecek teşkilâtı, müesseseleri, kurmak bir devlet işidir. Öz anlamını yitirmiş derneklerin yada kulüplerin ne üyesine ne de topluma bir faydası vardır. Tembellik yuvası halini alan (kahvehane) ler yürekler acısıdır. Boş zamanlarını öldürmek için bura- 215 lara giden kimselere ufak geziler tertipliyerek kıra, ormana, dağa, denize alıştırmak zor bir problem olmasa gerek… * Dünya uluslarmın hayranlıkla izlediği millî ve mahallî oyunlarımızı derlemek, ona bir yön vermek ve topluma intikal ettirmek bir teşkilât ve organizasyon işidir. Resmî spor teşekküllerimiz bu türlü faaliyetleri organize edemiyorsa yeni kuruluşlarla bu işin hal yolu aranmalıdır. Müessese kulüplerinin daha düzenli ve disiplinli işlemelerini temin, etmekle beraber her çeşit spor dalında amatör ruhunu kaybetmemek üzere, sporcular yetiştirmek verimli ve faydalı olur. 3 ? Beden eğitimi faaliyetlerini idare edecek ve uygulayacak rehber eleman ve uzmanlar nasıl yetiştirilmelidir? Memleketimizde ilk defa Orta dereceli okullara beden eğitimi öğretmeni yetiştirme fikrini ortaya koyan ve uygulayan Selim Sırrı Tarcan’dır. O, 1927-1928 ders yılında istanbul Çapa Öğretmen okulunda dokuzar aylık kısa devreli kurslar açarak memlekete ilk beden öğretimi öğretmenlerini yetiştirmiştir. Ayrıca bu öğretmenler içinden isveç’e giderek tahsilini tamamlamış olanlar, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne bağlı Beden Eğitimi bölümünde öğretici olarak görev almışlardır. 35 yıllık bir geçmişi olan bu bölümün yetiştirmiş olduğu uzman öğretmenlerin hizmetlerini şükranla anmak, bizim için, bir borçtur. 1500’e yaklaşan orta dereceli okullarımızda beden eğitimi derslerini doldurmaya kâfi gelmeyen beden eğitimi öğretmenlerine şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer taraftan Halk Eğitimi ile ilgili müessese, kulüp ve teşekküller, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğüne bağlı bölgelerde uzman ve teknik elemanların bulunamayışı, iyi niyetle de olsa, çabaların boşuna harcandığı kanısını ortaya koyar. O halde ön plânda, büyük şehirlerimizin bir kaçında bütün özellikleri taşıyan ve beden eğitimi konularında öğretici, eğitici elemanları yetitşiren ve bilimsel araştırmalar yapan Yüksek Beden Eğitimi müesseselerini kurmaya gitmektir. Bunun yanında kısa devreli kurs yada seminerler açarak antrenör, monitör ve spor idarecilerini de yetiştirmek, en kısa yollardan biridir. 4 ? Spor, oyun, saha ve tesislerini kurma, bakım ve idaresi nasıl olmalıdır? Her dereceli okullarımızda spor, oyun, saha ve tesisler, bugünün ihtiyacını karşılayamamaktadır. a) İLKOKULLARDA Resmî ilkokullarımızın (eski ve yeni yapılan) hiç birinde ne kapalı cimnastik salonu ne de yeter derecede oyun sahası vardır. Çocuğa okuma-yazma öğretme, kafasına bazı bilgiler doldurma amacı ile sınıflar yapılmış, 216 belkî de tasarruf maksadı ile, açık yada kapalı beden eiğtimi tesisleri esirgenmiştir, öğretimin uzun bir süresi kış ve yağmurlu havalara rasladığı düşünülmemiş, çocuğun hareket ve oyun ihtiyâcı -unutulmuştur. Gönül arzu eder ki, köyde olsun, şehirde olsun bir okulun plânı yapılırken önceden bir kapalı cimnastik salonu düşünülsün; ondan sonra da derslikler v.b. Bursa imkân görülmezse konferans, toplantı salonu okula ilâve edilsin. ; ‘ . \ : ? . . ; ? ; ; . ;. ” ? ? ‘ ? ? Cyun, cimnastik, spor araç ve gereçlerinin standart olarak aynı tip vb ölçüde yaptırılmasına da lüzum vardır.
b) ORTA DERECELİ OKULLARDA

Orta öğretim müesseselerindeki çocukların yaş devresi (12-18) arasındadır. ;BüIÛğ çağı ve. sonrası, çocukların fizik ve moral olarak eh tehlikeli ve kritik zamanlarıdır. O, teorik derslerin yükü altında ezilir, bunalır. Hareket etmek, oyun oynamak, yarışmak, gücünü denemek ister. Buna elverişli ortam bulamaz. Haftada bir 40 dakikalık beden eğitimi dersini sabırsızlıkla bekler. Okullarımızda bir cimnastik salonu, çeşitli oyun sahaları bulunmadığından, öğretmeni olsa bile, çocuk yine sınıfta pasif kalır. ,,1962 yılındatoplanan YIL M. Eğitim Şûrası dokümanlarından öğrendiğimize göre: 935 orta dereceli okulumuzda 50 tane kapalı cimnastik salonu (Bir kısmı nizamî ölçülere uygun değil), 50 tane de konferans salonu yada büyükçe bîr dersane bulunmaktadır. Orta dereceli okullarımız için daha 900 salona ihtiyaç gösterildiği belirtilmektedir. 1968-1969 ders yılma girerken yeni yapılan okulları ve bunun yanında yapılamayan spor tesislerini düşünürsek, beden eğitimi ve benzeri faaliyetlerinin ne hazin bir sonuca erdiğini kolayca öğrenebiliriz. Tesisler arasında yüzme havuzlarından bahsetmiyoruz. (Bütçe imkânları dışındadır.) (Geri kalmış ülkelerde bu lükstür) diye söz edenler bulunur belki Şu kadarını söyliyelim ki, Almanya’nın Bavyera bölgesinde bulunan halk okulu (Volksschule), ortaokul (Mittelschule) ve liselerin (Gymnasitıöı) yansından çoğunda kapalı ve sıcak su bulunan yüzme havuzlan mevcuttur. 3-7 yaşlanndâki anaokulu (Kindergarten) çocuklan bile bu tesislerden faydalanmaktadır. Aynca Münih ve Köln gibi büyük şehirlerde halka mahsus ondan fazla, kapalı ve açık yüzme havuzlan vardır.
c) YÜKSEK OKUL VE ÜNİVERSİTELERDE

Yüksek okul ve üniversite kademelerine ulaşan gençlerimizin spor faaliyetleri, tam bir başı boşluk içindedir. Gençler bir spor dalma meraklı ise, boş zamanlarında çalışabilecek bir lokal, salon veya saha bulmalan imkân 217 dışıdır, öğrenci Derneklerinin spora karşı ilgi ve çabası saman atevi gibidir. Oysa gençlerin spor yönünden en verimli çağı, olgunlaşması ve başardı rekorlara yönelmesi bu devreler içindedir. Kısaca, spor ve oyun yolu ile gençleri -arzulanan şekilde ve tam olaraksağhğmı koruyamadığımız, ahlakî bir eğitime yöneltemediğimiz, üstün nitelikte bir yurttaş yetiştiremediğimiz ve nihayet, Millî Eğitimin amaçlarına hizmet edemediğimiz gerçeği meydana çıkmaktadır.

BİLDİRİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR:
Ruhi Sel bildirisini okudu, tartışma başladı. Mithat KAÇAR, “Türk gibi kuvvetli sözünü söyleten atalarımıza lâyık kuşaklar yetiştirmenin sorumluluğunu taşıyoruz” diye başladı ve dedi ki: ? Fikri kadar bedeni de sağlam gençler yetiştirmek zorundayız. Bunun için lüks ve masraflı araçlar gerekmez. TÖS’ün öncülüğü ile gençlik kapalı salonlardan, kumara kaçan oyunlardan kurtarılmalıdır. TÖS spor kulüpleri kurmalı, yalnız futbolculukta değil, sporun bütün dallarında uluslararası yarışmalara katılacak, sporun centilmenlik yönüne değer verecek gençler yetiştirmelidir. Burhan BURSA, imam – Hatip okullarında şortla beden eğitimi yapıt masını, futbol oynanmasını dine aykırı sayan, bunu önlemek için müfredat programlarının değiştirilmesini dahi rahatça isteyebilen zihniyeti kınadı ve: ? Beden eğitimi öğretmeni azdır. Birçok Eğitim Enstitülerinde beden eğitimi bölümü yoktur. Beden eğitimi öğretmenliği cazip bir hale getirilmelidir. Bunun için beden eğitim öğretmenlerinin iş saatleri dışındaki çalışa malarının değerlendirilmesi gerekir. Saha, tesis ve araçları, bol miktarda ve devlet tarafından karşılanmalıdır, dedi ve 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayr ramı şenliklerinin daha düzenli olmasını istedi. Kemal EROL beden eğitimi öğretmeni bulunmaması yüzünden askeri okullara yazılmak için sınavda çocukların başarı sağlayamadıklarını anlattı: ? Bu yüzden imtihana giren 1600 öğrenciden 900 tanesi elendi. Bu ço* cuklar arasında üç öğretim yılında altı defa iftihar listesine girenler, adı Bakanlığa bildirilenler vardı. Ne olacak bu çocukların hali? diye sordu. Mehmet EMÎRALÎOĞLU bü durumdan öğretmenlerin de sorumlu olduğunu belirtti ve Şûra’nın okul yönetici ve beden eğitimi öğretmenlerine bir çağında bulunmasını önerdi. ! 218

BİLDİRİ: DÎN EĞİTİMİ
Bildiriyi Sunan:
Fehmi YAVUZ Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Şehircilik Enstitüsü

“Ben şehircilik hocasıyım, din eğitimi üzerinde Şûra’nıza bir bildiri sunmamı yadırgayabilirsiniz- Bunu düşünerek kısa bir açıklama yapmak gereğini duydum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım din adamları çevresinde geçti. Çok olaylara tanık oldum. Yurt ve ulus gerçeklerine, insanlığın tabiatında bulunan gelişme ve ilerleme isteklerine taban tabana zıt öyle görüşlerle karşılaştım ki, bunlar benliğimi tâ derinden yaraladı. Son politik gelişmelerde tehlikenin daha da azgınlaşarak ve alttan alta desteklenerek gene ortaya çıktığını gördüm. Devrimci Eğitim Şûrası’nda durumu deşmek istedim.” Din eğitimi Cumhuriyet dönemine kadar Türk toplumunda bütün öteki eğitim alanlarından üstün tutuluyordu. Son 100 – 150 yıl içinde Batı’daki örneklere göre açılan ve işletilen her dereceden eğitim kurumlan din eğitimine de geniş yer ayırmak zorunda idiler. Başka bir deyimle Cumhuriyete kadar eğitimin temel özelliği Dinî idi. Lâik Eğitim ise Din adamlarının kontrolü ve baskısı altında bunalıp kalmıştı. O dönemde bugünkü sınırlarımız içinde yaşayan Türk toplumunda hâkim durumda olan Din eğitimi mahalle mekteplerinde. Medreselerde görülürdü. Bugün ue bunlann özlemi içinde yaşayanlar bulunduğu için medreselerin, buralardan yetişen ulemanın (!), din adamlannm ne duruma gelmiş olduklarını bilmekte fayda vardır. Çünkü toplumun geri bırakılmasında, eğitim, adalet, sağlık, ekonomi, ticaret ve politika alanlarında… söz sahibi olan ve zamanın tek lider tipi olarak kabul edilen bu zümrenin rolü büyük olmuştur. VII. Yüzyılın ilk yansında ortaya çıkan, Müslümanlığın kısa bir sürede gelişerek Asya’nın ortalanna, Afrika’nın büyük bir kesimine, Avrupa’da Prenelere kadar gücünü tanıtmış olması onun canlılığını gösterir. Gerçekten Müslümanlık göçebelikten kurtulup tanm ekonomisine geçmek üzere olan 219 toplumlarda türlü sosyal, ekonomik, kültürel, hatta politik sorunlar hakkında çözüın yollan gösteriyor, inanç ve ibadetle yettinmiyordu. ^ tik îslâm Âlimleri ise her konuyu tartıışıyor, Çin ve Yunan kaynaklarından faydalanmasını biliyorlardı. Zengin olma amacı ile bazı maddeleri altun’a çevirmek için ilmisimya ile uğraşan, ölümsüzlüğe ulaşmak için hayat iksirini arayan alimler bugünün teçrubî ilimlerinin öncülrei idi. Alevilik, sünnilik çekişmeleri, post kaygalan, ehlisalip seferleri, Moğol istilâları, geniş alanlara dağılmış olma… gibi nedenler îslâm dünyasında birliği, devletlerin uzun ömürlü olmasını önlemiştir. XIV. Yüzyılın başlarında kurulan Osmanlı İmparatorluğu hızla gelişmiş ve en uzun ömürlü îslâm Devletlerinin başında yer almıştır. Bu İmparatorluğu da kuruluş ve yükselme dönemlerinde zamanın teknik gelişmesinden. Padişahlara yerinde karcı koyabilen, hür düşünceli ve geniş görüşlü alimlerden faydalandığı bilinmektedir. XVI. Yüzyıl Osmanlı imparatorluğunun ilerlemesinin sonu ve gerilemesinin başlangıcı olmuştur. Ayrıntılara girmeden yapılan yeni keşiflerin, kervan yollarının yerini Denizyollarının almasının, Atlantik kıyılarında biriken altım ve gümüşün yarattığı enflâsyonun gerilemede etkili olduğunu söylemek isteriz. Kendilerine ulema denilen Osmanlı din adanılan, işler bozuldukça, akla uygun çözüm yollan aramk, bulmak, dünyanın başka yerlerinde olup bitenlerden faydalanmak yerine, ebedî saadete ahrette kavuşulacağı, bu dünyanın fanî ve yalan olduğu, kadere nza göstermek, bol ibadetle Allahı memnun, etmek… görüşlerini savunmuşlar ve topluma benimsetmişlerdir. ‘? Din adamları sistemli bir biçimde fakirliği Övmüşler, dünyada kaybedilen hakların ahrette fazlasıyla elde edileceğini, zalimlerin orada şiddetle cezalandınlacağını,’ dünyaya değer vermenin günah olduğunu halka durmadan telkin etmişlerdir. Topluma, dünyada işine yarayacak hiçbir şey öğretilmemiş, din adamlan da çoğu zaman anlamını bilmeden öğrendikleri Arapça metinleri ömürleri boyunca tekrarlayıp durmuşlardır. Sürekli geçim sıkıntısı içinde bulunan, Devletten hiçbir çıkar sağlayamayan halkın baskı altında tutulabilmesi, Allah korkusu telkini, cehennem tehdidi ve cennet, vaadi ile gerçekleştirilmiştir. Dünyayı bırakıp ahretle uğraşmayı bir ideoloji haline getiren îmamı Gazali’dir. (Ölümü 1111) “ilim denilince herşeyden evvel din ilminin akla gelmesini, diğer bilim-, lere, küfre düşmemek için talip olunmamasını tavsiye eden bu zat îbnirüşt, Ibnisinâ gibi mütefekkirlerin, Aristo’nun ve Elfâtun gibi filozoflann bir numaralı düşmanıdır. îmamı Gazali’nin kitapları asırlarca bütün îslâm âlemine tesir etmiştir. Müsbet ilmin Şark’ta ölmesini bu kitaplar temin etmiştir.” (1) x ‘ – . (1) Sözer, Mehmet Şükrü: Kur’anda Müsbet İlim s. 51-52, Eşber Yayın- , lan San Matbaası, Ankara, 1964. ? £20 ??:?’ Medreselerin, buralarda yetişenlerin ne duruma getirildiğini, Osmanlı toplumundaki Müslüman olmayan azınlıklara gösterilen müsamahayı da bir İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesinin yazısmdan aldığımız şu parçadan’ izeyelim: ‘? ‘ . ‘ “Osmanlı İmparatorluğu başka dinden olan tebalanm, kendi dinî ayinlerini icra etmekte ve kendi inançlarına göre yaşamakta, tamamiyle serbest bıraktığı halde, İslâm olan tebalarmın, eski Islâmî gelenek v egöreneklere göre yaşamaya devam etmeleri için çabalamıştı. İmparatorluk İslâm olan tebalarmın
herşeyden önce İslâm cemaatı ruhuna göre yetiştirilme-
[?? , leri işine önem vermiş ve bu iş için kaygılanmıştı.
Ancak bu kaygı, son devirlerde bu insanları, değişen dünyanın
şartlarını kavramaktan aciz zavallı mahlûklar olarak şekillendirmekten
başka bir işe yaramamıştı. Çünkü her vakit aynı
kalan ve hele İmparatorluğun çöküş devrelerinde büsbütün bozulup
karışan bir öğretim sistemi, tarihin günden güne oluşmakta
ve değişmekte olan yeni devirlerinin gerçeklerine hiç bir
: :; şekilde uymamıştır. Eozuk bir iskolastik sisteme göre çalışan
eski eğitim ve öğretim kurumlan kendi akıllarını kullanabilecek
ve kendi kendine düşünebilecek şahsiyetler yetiştirmekten
uzaktır. , _
Bunlar ancak otoritelerin ve dinin boyunduruğu altında yaşamaya
kabiliyetli şahıslar yetiştiriyorlardı. Bu şahıslar kaabiliyte
ve değerlerinin gelişmesine engel olan bir takım kaide ve
örneklere göre yaşıyor, bunların dışına çıkmayı ise hiçbir şekilde
akıllarından geçirmiyorlardi. Çünkü onlara göre, bu kaidelerin
dışına çıkmak tehlikeli bir aleme atılmak, hatta günah
işlemek demektir.” (2).
Başka kaynaklar göstererek sözü uzatmak istemiyoruz. Özet olarak içtihat
kapısının kapanmasıyla, ardına kadar açılan hilei şeri’ye kapısı soysuzlaştıncı
etkisini her alanda göstermiş, yenilikler, bu arada eğitim bakımından
çok önemli bir araç olan matbaa uzun yılar memlekete sokulmamış,
medreseler birer asker kaçağı deposu haline getirilmiştir, diyeceğiz.
CUMHURİYETİN İLK YİRMİ YILI VE DİN EĞİTİMİ

? Cumhuriyeti kuranların, toplum üzerindeki etki bakımından nasıl bir
lider kadrosu ve eğitim düzeni devir aldıklarım yukarıda gördük. Ankara’yı
Devlet Merkezi yapanlar İstanbul’u da hilâfet merkezi olarak, bırakmışlardı.
(S) Birant, Kâmuran: Türk Düşüncesinde Avrupalılaşma Hareketleri, îlâ~
hiyet Fakültesi Dergisi, Cilt VI, 1-4 s. 97.
Başlangıçta politik güçten arınmış bir hilâfetin ülkede kalması uygun görül*
müş iken halifenin siyasî, idarî işlere karışması, türlü temsilciler kabul etmesi,
yedeksubaylarla kucaklaşıp ağlaşması… gibi olaylar Atatürk’ü kesin kararlar
almaya ve harekete geçmeye zorlamıştır.
3 Mart 1924’de, 6 saatte çıkarılan şu üç kanunla Türkiye Cumhuriyetinde
Lâikliğin sağlam temelleri atılmış oluyordu.
? Seriye ve Evkaf… Vekâletlerinin ilgasına dair kanun (No. 429)
~r Tevhidi Tedrisat Kanunu (No, 430)
? Hilâfetin İlgası ve Hanedanı Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti
Memaliki haricine çıkarılmasına dair kanun (No. 431).
Tevhidi Tedrisat Kanununun bir ve ikinci maddelerinde şu hükümleri buhıyoruz.
“Türkiye dahilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine
merbuttur.” (M. 1) “Seriye ve Evkaf Vekâleti veyahut Hususî Vakıflar
tarafmdan idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekâletine
devir ve raptedilmiştir.” (M.2).
Artık bundan sonra gerçek Lâik toplumun kurulup hızla gelişmesini sağlayacak
olan devrim kanunlarına, lâiklik prensibinin Anayasaya girmesine stra
gelmiş oluyordu. Medenî Kanun, yeni harf, şapka, günün 24 saate bölünmesi,
takvimde tarih başlangıcının değiştirilmesi… gibi kanunlar kısa aralıklarla
kabul edildi.
Devrimlerin arka arkaya yapıldığı dönemi içine alan, Cumhuriyetin ilk
20 yılında Devlet eliyle din adamı yetiştirilmemiştir. ^ç|feselerin kaldırılması,
başka yollardan din adamı yetiştirilmemesi, devrimleri benimseyen bir çok
vatandaşları da rahatsız etmiş ve: “hepsi iyi ama, şu din adamı yetiştirilmesi
işine de biraz önem verilse çok daha iyi olurdu…” biçiminde konuşanlar her
yerde görülmüştür.
Cumhuriyet idaresinin devraldığı eğitim kadrosuna yukarıda kısaca değindik.
Yeni din adamı yetiştirme işini yine bu kadroya, orta çağ zihniyetini
XX. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı toplumunda sürdürmüş olanlara bırakmakla,
başta Atatürk olmak üzere, istiklâl Savaşını kazananlar, topluma yeni
bir dünya görüşü getirme savaşını daha başlangıçta kaybetmezler mi idi?
istiklâl Svaşı sırasında sayılan iki düzineyi bulan Darül Hilâfetül Aliye
medreseleri’ açılmıştı. Adından da anlaşıldığı üzere, istanbul’da işgal Kuvvetlerinin
kontrolunda olan Saltanat idaresi, bu okulları Hilâfeti, tacını, tahtını
desteklemek, ayakta tutabilmek için açmıştı. Hilâfetin kaldırılması ile adlan
îmam ve Hatip Okuluna çevrilen bu kuruluşlar sonradan kapatıldı. Çünkü bu
okulları, ilk kuruluş amacına uygun olarak, eski zihniyetin devamını sağlamak
için birer araç ve direnme merkezi haline getirmek isteyenler buluıiabi
lirdi. Bugün bile kendisini bu türlü ümitlere kaptıranlar vardır. O günlerde
türlü direnme çabaları göstermiş olanların tutumunu Atatürk şöyle değerlendiriyor:
v “Rauf Beylerin, Vehip Paşalanri, Çerkez Ethem ve Reşitlerin,
Mülga Hilâfet ve Saltanat Hanedanı: mensuplarının, bütün
Türkiye düşmanlarının el ele vererek s aleyhimizdeki hararetli
say ve gayretleri din gayreti ile mi vukubülmaktadır? Hudutlarımıza
yapışık merkezlerle hâlâ Türkiye’yi mahvetmek için mukaddes
ihtilâl namı altında haydut çeteleri, suikast iertiplen
ile çılgınca aleyhimize çalışanların hakikaten maksatları mukaddes
midir? Buna inanmak için cidden kara cahil ve koyu gafil
olmak lâzımdır.” (3)
Atatürk’ün bu sözleri. Dr. Rıza Nur’un British Muzeum’a bıraktığı, plân vo
tasarılarını dile getiren, hatıraları hakkındaki yayından sonra daha derin bir
anlam kazanmaktadır. (4). Bu hatıralardan bazı örnekler verelim:
? Türkiye’nin resmî dini vardır. Bu da Müslümanlıktır.
? Eski yşzı iade edilecektir.
? Mustafa Kemal Paşa ıskat edilerek cezalandırılacaktır.
? Mustafa Kemal’in heykelleri kamilen imha ve bunları yapanlar
mes’ul edilecektir.
? Muhtelit mektepler ilga edilecektir.
? Hilâfetin yeniden tesisi hayatî bir ihtiyaçtır.
? Kadın sokaktan eve…
? Şehirler hariç olarak taahhüdü zevecata müsaade edilecektir.
(Bu hatıralarda tarım ve el tezgâhlan lehinde, büyük sanayi
aleyhinde sözlere de rastlıyoruz.)
İleride göreceğimiz gibi son 20 yılda: “dinsiz millet olmaz”, bize “aydıa
din adamı gerek” gibi sloganlarla kitlenin temiz duyguları harekete getirilmiştir.
Cumhuriyetten önceki günlerin özlemi içinde yaşayan bir gerici azınlık,
Anayasa’nın sağladığı özgürlük havasından faydalanmak, türlü partilere menr
sup politikacılarla işbirliği yapmak suretiyle, Atatürk’ün işaret ettiği tehlikeli
durumu Dr. Rıza Nur’un plânlarını canlandıracak bir ortama doğru toplumu
sürüklemek çabası içine düşmüşlerdir. Bütün bu nedenlerle Cumhuriyetin
ilk yirmi yılmda Din adamı yetiştirilmemesini yerinde bir davranış olarak,
görüyoruz.
(3) Büyük Nutuk, Cilt: S, s. 851.
‘?(4) Tüterigil, Cavit Orhan: Dr. Rıza Nur Üzerine, Güven Matbaası, Ankara,
1965.

DIN EĞİTİM BİLDİRİSİ İNCELENİYOR
“Kendilerine ulema denilen Osmanlı din adamları, işler
bozuldukça, akla uygun çözüm yollan aramak, bulmak,
dünyanın başka yerlerinde olup bitenlerden faydalanmak
yerine, ebedî saadete; ahrette kavuşulacağı, bu dünyanın
fanî ve yalan olduğu, kadere rıza göstermek, bol ibadetle
Allahı memnun etmek… görüşlerini savunmuşlar ve topluma
benimsetmişlerdir.
Din adamları sistemli bir biçimde fakirliği övmüşler,
dünyada kaybedilen hakların ahrette fazlasıyla elde edileceğini,
zalimlerin orada şiddetle cezalandırılacağını, dünyaya
değer vermenin günah olduğunu halka durmadan
telkin etmişlerdir. Topluma, dünyada işine yarayacak hiçbir
şey öğretilmemiş, din adamları da çoğu zaman anlamını
bilmeden öğrendikleri Arapça metinleri ömürleri boyunca
tekrarlayıp durmuşlardır.
Sürekli geçim sıkıntısı içinde bulunan, Devletten hiçbir
çıkar sağlayamayan halkın baskı altında tutunabilmèsi,
Allah korkusu telkini, cehennem tehdidi ve cennet vaadi
ile gerçekleştirilmiştir.”

CUMHURİYETİN SON YİRMİ YILINDA DİN EĞİTİMİ VE DÎN ADAMI YETİŞTİRİLMESİ

Çok partili düzenin getirdiği özgürlük ve her konuyu tartışabilmek ortamından
din eğitimi alanında da faydalanmak isteyenler çok oldu. Yüzyılların
kökleştirdiği alışkanlıkları yirmi yılda söküp atmak kolay olmazdı. Yine ei
altında din adamı yetiştirilmiş, Doğu’da bazı medreseler ağaların, şeyhlerin
yardımı ve koruması ile kapanmadan işletilmiştir. Ekonomik alanda özlenea
kalkınmanın gerçekleştirilememiş olması, 1929’da başlayan Cihan Ekonomik
bunalımının, geri bir tarıma dayanan Türk ekonomisini büyük ölçüde sarsması,
ikinci Cihan Savaşma girmemekle beraber .büyük bir orduyu beslemek
ve hazır bulundurmak zorunda kalmamız ve bu savaşın getirdiği öteki sıkıntılar
da Cumhuriyet döneminde yapılanları kötülemek isteyenlerin işini kolaylaştırıyordu.
Geri kalmış memleketlerde sorunları her yanı ile düşünerek tutumunu
belli etmek alışkanlığı kitlelerde yoktur. Onlar sloganlarla bir yandan öteki
yana sürüklenirler. Din eğitimi konusunda da durum böyle oldu. “Dinsiz mil»
îet olmaz”, “yarın ölülerimizi yıkayacak îmam bulamayacağız” gibi sloganlarla
politikacı kitleyi tahrike başladı. 1950’de seçimi kazanan DP’nin ilk çıkardığı
kanunlardan biri ile ezam Arapçaya çevirmesi sanki büyük bir olaydı.
?Kitle dinine kavuşuyor, memleket Müslüman Sadrazamların eline geçiyordu.
Bu akımlar arasında bir yandan din eğitimi verecek, din adamı yetiştirecek
yeni kuruluşlar savunulurken, öte yandan din adamlarının ve ağaların
köylerdeki çıkarını uygun görmedikleri Köy Enstitülerini yıkmak üzere
savaşlar veriliyordu. Köy Enstitüleri ayrı bir konuşmada ele alınacağından
biz ayrıntılara girmeden şunları söylemek istiyoruz :
Köy Enstitüleri, köyde yeni tip bir lider yetiştirmek ve köylüyü bu liderler
kanalıyla kalkındırmak hareketi diye tanımlanabilir. Köylü yüzyıllar
içinde sömürülmüş, tevekkül içinde yaşamış, bu dünyadan ümidini kesmiş
durumda idi. Din adamları köylünün sesini çıkarmamasını ve başına
gelene boyun eğmesini sağlamak için üzerlerine aldıkları görevi, yüzyıllar
içinde başarı ile sürdürmüşlerdi. îşte Köy Enstitüleri bu düzene eğitim yolu
ile son vermeyi amaç ediniyordu. Bundan rahatsız olanlar, türlü iftiralarda
bulunarak, olayları büyüterek, ilk günlerde alttan alta, çok partili döneme
girildikten sonra da, açıktan açığa Köy Enstitülerine karşı çıktılar, ve
sonunda onların kapanmasını sağladılar. Bugün köy ve köylü sorunlarını
anlamakta ve savunmakta Köy Enstitüsü çıkışlıların gösterdiği basan, yeniden
kurulduğu zaman bu müesseselerin yapacağı büyük hizmeti açıkça
göstermektedir. Toplumda bu anlayışa ve bilince ermiş kimselerin artması
gelecek için haklı bir güven vermektedir.
Çok partili dönemde din eğitimi de adım adım ilkokuldan başlayarak,
liselere kadar, zorunlu olmamak kaydıyla, uygulanmıştır. Burada zorunluluk
üzerinde önemle durmak gerekir. Din adamlarının, toplumun ağır baskısı
altında hemen her aile çocuğunun din dersi almasını, ister istemez kabullenmekte
ve iş kendiliğinden zorunluluk kazanmaktadır. Hilei şer’iye,
sureti haktan görünme yol ve yöntemlerini yüzyıllar içinde geliştirmiş ve
başarı ile uygulamış olan din adamlarının böyle bir sonucu elde etmesi güç
olmamıştır.
ilk ve orta öğretimin dışında kalan Kur’an Kurslarının sayısı bugün
40.000’in üstüne çıkmıştır. Yandan çoğu izins:z olan Kur’an kurslannda çocuklara,
elli yıl öncesi öğretilen şeyler, yine benzeri yol ve yöntemlerle öğretilmektedir.
Aydın din adamı ihtiyacını savunanlar umduklarından da çok basan elde
etmişlerdir. Bunlara göre Müslümanlık terakkiye mani değildir. Dinin
yanlış anlaşılması, bâtıl itikat (boş inanç) larla doldurulması sonucunda
Müslüman toplumlar geri kalmıştır. Eski saflığına kavuşturulursa, kalkınmayı
hızlandırmak, sol akımlarla savaşmak için dinden büyük ölçüde faydalanabiliriz.
Üstelik onlara göre lâik eğitim de bekleneni vermemiştir.
Memleketimizde din adaıriı bugün, alaylı, kendi kendini yetiştiren, yada
Kur’an kurslanndan çıkanlar dışında, Devlet eliyle şu üç kaynaktan yetişmektedir.
?İmam- Hatip Okulları
? Yüksek tslâm Enstitüleri
? İlahiyat Fakültesi
Din adamlannın eğitim durumu hakkında rakama dayanan ilk bilgiyi
Hıfzı Oğuz Bekata, Devlet Bakanı iken bir basın toplantısında vermiştir.
Buna göre o zaman sayısı 60 binin üstünde olan din adamından 55 bininin
hiç tahsili yoktur. Tahsili olanların durumu ise şöyledir : 370 yüksek, 417
lise, 1298 orta ve 3106 ilk. (5)
55 bin din adamının hiç eğitim görmemiş olması haberi kamu oyunu
yakından ilgilendirmiştir. Basın toplantısında bütün din adamlan için, durumlarına
göre, geliştirme kursları açılacağı, hazırlanmış olan Diyanet işleri
Teşkilât Kanunu tasansında türlü görevlere getirilecek din adamlan
için belli tahsil şartının bulunduğu da açıklanmıştır.
Bugüne kadar çok sayıda meslekiçi yetiştirme kursunun açıldığım biliyoruz.
Bu arada İmam – Hatip Okullarının sayısı artarak 84’ü bulmuştur.
(Birinci ve ikinci dönem) Dört yüksek islâm Enstitüsü açılmış ve Diyanet
işleri Başkanlığı Teşkilât Kanunu da meclisten geçmiştir. Ancak Bekata’-
nın 1962 ağustosunda verdiği rakamlarda, özellikle eğitim görmemiş olanlann
durumunda önemli bir değişiklik olduğunu sanmıyoruz.
İmam – Hatip ‘Okullan orta dereceli okullardır. Bunların kuruluş amaxi
cami görevlerini meslekinde ehil ve müsbet bilgi kazanmış kimselere vermektir.
[(5) 19-8-1962 tarihli Gazetelerin hemen hepsinde bu basın toplantısı hakkında
ayrıntılı bilgi vardır.]

1967 -1968 ders yılı birinci dönem imam – Hatip Okullarının sayısı
58, ikinci dönemin ise 26 dır. Buralarda okuyan öğrenci sayısı da sıra ile 25
bin 681 ve 3412 dir.
Yüksek İslâm Enstitülerinin başlıca kuruluş amacı îmam – Hatip okullarına
öğretmen yetiştirmektir. Bunların da sayısı 4 tür.
İlahiyat Fakültesi ise 1949 yılında Ankarad’a, din meselelerinin sağlam
ve İlmî esaslara göre incelenmesini sağlamak, meslekî bilgisi çok kuvvetli yeni
din adamları yetiştirmek üzere kurulmuştur.
DİN ADAMI YETİŞTİREN KURULUŞLAR,
ÖZELLİKLE İMAM-HATİP OKULLARI NE DURUMDADIR?

Bu başlık altında İmam – Hatip Okullarına ağırlık vermek gerekiyor
Çünkü bu okullar uygulayıcı din adamı, cami görevlisi din adamı ihtiyacını
karşılayacak ve Yüksek İslâm Enstitülerine öğrenci verecektir. VII. Millî
Eğitim Şûrası için hazırlanan Din ile ilgili Eğitim ve Öğretim Raporunda,
îmam – Hatip Okullarının yetersizlikleri hakkında bazı bilgiler verilmiştir.
Durumda önemli bir değişikliğin olmadığını kabul ederek, 7 yıl önce hazırlanmış
olan bu raporda işaret edilen yetersizliklerden bazılarını, bir öncelik
sırası gözetmeden, aşağıya alıyoruz :
? Maddî şartlar yetersizdir.
? Ders sayısı çok, müfredat programlan düzensizdir.
? Meslek ve kültür dersleri öğretmenleri arasında anlaşmazlık
ve sürtüşmeler olmaktadır.
? Talebe bazı hallerde sopa ile namaza zorlanmaktadır.
? Okula girmeden dinî eğitim görmemiş olanlardan pek çoğu,
dinî hizmetlerin icabettirdiği bilgiler bakımından çok defa istiskale
uğrayacak bir seviyede kalmaktadırlar. Bu durum bir
mektepli – alaylı mücadelesinin başlamasına yol açmıştır.
? Mezunlar çoğunlukla köylere gitmemekte, Diyanet İşleri kadrolarına
alınmamakta ve dinî işler dışında çalışmaktadırlar.
İyi yetişmiş olanlar İstanbul, Ankara, İzmir gibi yüksek tahsil
imkânı veren yerlerde toplanarak kendilerine en çok ihtiyaç
duyulan yerlere gitmemektedirler. Duydukları maddî ve
manevî huzursuzluk bu şekilde hareket etmelerini zarurî kılmaktadır.
Dinî hizmetlerde çalışanların yakın bir gelecekte
gerekli tedbirler alınmadığı takdirde bu kadrolardan ayrılmasını
tahmin, bir kehanet olmayacaktır.
? Çok defa aldıkları dinî kültürün noksanlığım idrak eden mezunlar
da vazifeye girmek şevk ve cesareti kalmamaktadır.
Bunların mesleğe girmemesinde, girenlerin de ayrılmasında
eski medrese geleneklerine uygun bir biçimde yetişmiş olan
alaylılardan gördükleri istiskal büyük ölçüde etkili olmaktadır.
(6)
İmam – Hatip Okulları öğrencilerinin pek çoğunun fakir, kimsesiz oldukları,
bazılarının da ailelerinin zoru yada baskısı altında bu okullara girdikleri
ayrı bir gerçektir. Gençler özgür düşünecek, davranacak duruma
geldikçe, çevrelerinde, ülkelerinde ve bütün dünyada olup bitenleri görüp
anlamaya başladıkça çaresizliğin, yada ailenin dikte ettiği yolu bırakarak
kendilerine yeni bir hayat plânı çizmek durumunda kalıyorlar. îmam – Hatip
okulu çıkışlıların başka mesleğe geçmek, Üniversitelere girmek istemelerinin
nedeni böyle özetlenebilir.
Ankara imam – Hatip Okulu Mezunları Cemiyetinin. VII. Millî Eğitim
Şûrası için hazırladığı broşürde de maddî ve manevî koşullardan yakmılmakta,
programların çok yüklü olduğu, öğretim kadrosunun yetersizliği ileri
sürülmekte, ıslâh çareleri gösterilmektedir. (7)
Memleketimizin eğitim sorunlarını bir arada inceleyen bir objektif belge
Türkiye Eğitim Komisyonu Millî Raporu’dur. (8) Bu raporda İmam –
Hatip Okullarının maddî ve manevî koşullarındaki, öğretim kadrosundaki
yetersizlik belirtildikten sonra, programlarda dinî eğitimle ilgili derslerin
ağır bastığı açıklanmaktadır. Rapora göre:
“Bugün bu okullarda dinle ilgili dersler ekseriyetle medrese
döküntüsü bir öğretim kadrosu elindedir. Bir öğretim müessesesinin
şahsiyeti, şüphesiz orada çalışan öğretim ve eğitim unsurlarının
şahsiyetinden meydana gelir. Medreseden şu veya bu
şekilde çıkmış bulunanlar ise, kendileriyle birlikte İmam – Hatip
Okullarına medrese ruhunu da getiriyorlar. Ancak medreseyi
yeni bir isim altında ihya etmeyi düşünenler için arzu edilebilecek
olan bu durum, hem bu çocukların gelecekte alacağı şekil,
hem de memleketin istikbali yönlerinden taşıdığı tehlikelerle mütenasip
bir önemle ele alınmalıdır.”
Aynı raporda İlahiyat Fakültesinden başka dinle ilgili herhangi bir yüksek
tahsil kurumunun açılmasının sakıncaları da şöyle özetlenmiştir:
“İlahiyat Fakültesi dışında, dinî öğretim yapan herhangi bir
yüksek okul açılması ise faydasından çok mahzurlarla dolu, tehlikeli
bir teşebbüs olacaktır. Bugün İmam – Hatip Okulu sevi-
(6) VII. Millî Eğitim Şûrası Raporları, Din İle İlgili Eğitim ve Öğretim Komitesi
Raporu, Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 1961.
(7) İmam – Hatip Okullarımız, Ankara, İmam – Hatip Okulu Mezunları
Cemiyeti Yayınları, No. 1, Ankara, Nur Matbaası, 1962.
(8) Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1960, s.112.
228
yesine dahi hitap edecek din öğretmeni bulunmazken, bu türlü
bir müesseseye Üniversite dışından seçilecek bir öğretmen kadrosunun
ne derece zayıf kalacağı meydandadır.”
Bu uyarmaya rağmen, Yüksek İslâm Enstitüleri kurulmuş ve sayılan
4’e yükselmiştir. Yenilerinin açılması için mahallî baskılar da sürüp gitmektedir.
Kur’an ve hafızlık kursları da özellikle son 20 yılda isteyen ailelerin çocuklarına
ibadet usullerini öğretmek, eski tip din adamı ve hafız yetiştirmek
için çabalarını arttırmışlardır. Bunların sayısı onbinleri bulmakta ve resmî
olanlar Diyanet İşlerinin izniyle çalışmaktadırlar. İzinli olanların yanında
çok sayıda kaçak kursların da açılıp işletildiği biliniyor.
Daha 1961 de 20 binden fazla izinsiz Kur’an kursu bulunduğu tahmin
edilmiştir. Bugün bu rakamın 40 bine yükseldiği söyleniyor. İzinli olan 6
bîn kadar kurstan 4 bini fahri, 2 bini de kadrolu öğretmenler tarafından
yürütülmektedir. Fahri öğretmenlerin hemen hepsi kursa devam eden çocuklardan,
eski mahalle mekteplerinde olduğu gibi haftalık ve hediyeler
alır, türlü dernekler tarafından desteklenirler.
HAFIZLIK VE EZBERCİLİK

Mısır’ın ünlü İslâm Medresesi Camiül Ezher’de profesör bulunan bir
zat Londra’da, kendisini hayret ve dehşet içinde bırakan bir gözlemini şöyle
anlatmıştı: “Bir kaç gün önce Afganistanlı bir gence rastladım. Kendisi
18-20 yaşlarında görünüyordu. Bütün Kur’anı manâsını anlamadan, baştan
sona kadar ezberlemiş, böyle şey olur mu? Acıdım? gence.”
Camiül Ezher profesörü H. ya bir Türk için bunun şaşılacak bir şey
olmadığını söyledim ve ekledim: “Bizde de manasını anlamadan Kur’aru
ezberlemek çok eski ve İslâmlığa bağlı bir gelenektir. Benim babam ve iki
dedem de hafızdı. Bugün binlerce genç bu yolun yolcusudur. Bunların arasında
bayanlar da bulunur.”
Manasını anlamadan Kur’anı ezberleyen Afganlı genç karşısında hayret
ve dehşete düşen bir Alman, bir Fransız, ya da Rus… olsa idi, belki bunu
çok görmez, Müslüman olmayan bir kimse hafızlığın İslâm âleminde na
büyük bir değer taşıdığını takdir edemez, der geçerdik. Bir Müslüman Mısırlı’mn,
hem de Camiül Ezher profesörünün duyduğu hayret ve dehşeti
bizim de fazlasıyla duymamız gerekmez mi?
Ana dili Arapça olmayan memleketlerde Kur’anı baştan sona kadar ezberleyenlerin
çok üstün bir mertebeye ulaştığı kabul edilir. Çocuklar bu
işe 8-10 yaşlarında başlar. Bitirenler de çoğunlukla 2-5 yılda hafız olurlar.
Bu ağır işin hafız olabilenler tarafından başarılması için kullanılan başlıca
metod şiddete, korkuya, zulüm derecesine yaran işkenceye, sabır ve tahamamüle dayanır.
Hafız olmanın güçlüğünü, buna çalışmış olan herkesten bol
bol dinleyebilirsiniz. Aralarında intihara teşebbüs edenler, evden, okuldan,
köyden, kentten kaçıp izini kaybetmek isteyenler… pek çok görülmüştür.
Hafızlık tamamlanıncaya kadar irili, ufaklı bazı törenler yapılır, sonunda
da büyük bir törenle (bazı yerlerde buna hafız düğünü) derler. Hafız
adayı, yada adayları jüri ve konuklar önünde dinlenir. Bu bir nevi bitirms
sınavı ve diploma töreni yerine geçer. Özellikle sesi güzel olanlar, hafızlığa
çalışırken de Ramazanlarda mukabele okur, öteki dini günlerde, cenaze ile
ilgili törenlerde görev almaya başlarlar. Bu fırsatlar kendilerine hem maddî
karşılık sağlar, hem de hafızlık, din adamlığı mesleği için bir çeşit hazırlık
ve staj yerine geçer. Şüphesiz her hafız din adamı olmayacağı gibi,
din adamı da hafız olmayabilir.
Gerek Kur’anın tümünü, gerekse yalnız bazı sure ve ayetleri ezberlemiş,
yada usulüne göre (tecvitle, makam ve mahariçle) yüzünden okumasını öğrenmiş
olanlar, din adamlığı mesleğine girerlerse, hayatlarının sonuna kadar
mânasını anlamadıkları ve çoğu zaman anlamaya lüzum görmedikleri bu
metinleri tekrar eder dururlar. Yüzyıllar boyunca sürüp giden bu geleneğin
olumsuz etkileri yalnız din alanında kalmamaktadır. Ezberciliğin bütün
eğitim müesseselerimizde bugün de önüne geçilememiş olmasının başlıca
nedenini burada aramak gerekir. Hemen bütün eğitim kurumlarımızda anlamak
yerine bellemekden söz edilir. İlkokulda, ortada ve lisede, yüksek öğrenimde,
genç dersini çoğu zaman beller ve nadiren anlar; bellediği yerlerden
soru çıkarsa sınavda başarı sağlar. Çünkü öğretmeni ve profesörü de
aynı ortam ve sosyal düzen içinde yetiştiği için bunu hoş görür.
Ezberciliğin eğitimimizin temel ilkeleri ile bağdaşamayacağı VII. Millî
Eğitim Şûrasında şöyle dile getirilmiştir:
“Eğitim sistemimiz tatbikatta büyük ölçüde ezberciliğe dayanmaktadır.
Bunun sonucu olarak dogmatik zihniyet kökleşmiştir.
Bu durumun sebeplerini ararken, başta Kur’anı Kerimin arapça
olarak okutulması karşımıza çıkar. Hele 600 sahife arapça
bir metnin mânasını anlamadan ezberlenmesinin ve ezberletilmesinin
çok itibarlı bir iş sayılması; büyük bir kitleye böyle
olduğunu kabul ettirmekte ısrar edilmesi; hafızların yalnız bu
vasfı ile çevrelerine nazaran kendilerine oldukça yüksek bir hayat
seviyesi sağlayabilmesi; bunun hükümetlerce desteklenmesi;
tesbit edilen ilkelerle bağdaşamaz. Bu durumun yarattığı menfî
tesirlerin sür’atle önlenmesini, tespit edilen ilkelerin gerçekleşmesi
için tabii bir şart olarak kabul etmekteyiz.” (9)
(9) VII. Millî Eğitim Şûrası, Çalışma Raporları, Konular ve Kararlar, 1.120-
İSİ.: Millî Eğitim Bakanlığı Yayını, 1962.
230
Sırf din açısından da hafızlık, kitap ve basım tekniğinin ilerlemesiyle
önemini tümden yitirmiştir. Eskiden elle yazılan Kur’an çok pahalı olduğundan
her evde, istenen her yerde bulundurulamıyordu. Kur’anın tahrif edilmesini,
unutulmasını önlemek için hafızlık teşvik edilmişti. 10 yıl kadar önce
bu konudaki görüşünü sorduğum, sonra Diyanet işleri Başkam olan bir
zat: “Bütün dünyada bir tane hafız bulunsa kâfidir” demişti.
Ne var ki Kur’anı satarak geçinenler, çıkarlarını onun arapça okutulup
ezberletilmesinde görenler bu işe devamda körü körüne ısrar ediyorlar. Bugün
bunlar hafızlık kalkar, Kur’an arapça yerine Türkçe okunur ve okutulursa
toplum üzerinde sürüp gelen baskılarının, kontrollannm büyük ölçüde
gevşeyeceğini pek iyi bilmektedirler. Yalnız bu alandaki davranışları bile,
bu kafada olanların, ilerlemek isteyen bir memleketin din adamlarına
düşen sorumlulukları kavrayıp yerine getirmekten ne kadar uzak olduklarını
gösterir.
Arapçayı mânasını anlamadan ezberleyip tekrarlamanın utandırıcı bir
örneği olan Kasidei Bürde’den aldığımız bazı parçalarla bu konuya son vorelim.
Bazı camilerimizin iç duvarlarını çep çevre süsleyen bu kaside de
arap şâiri Kâap bin Züheyir sevgilisi Suat ile bir dişi deveyi tasvir etmektedir.
(10)
? Suat uzaklara gitti, kalbim şimdi çok üzgün. Azat kabul etmeyen
bir köle gibi onun izinde.
? önden bakılınca ince belli, arkadan görünüşü tombul kalçalı
idi. Boyu ne uzun, ne de kısa idi.
? Görüştüğü zaman parlayan kar gibi beyaz dişleri, sanki her
zaman şarapla ıslanır.
? Suat şimdi öyle bir yerde akşamladı ki oraya ancak en asil
ve yörük dişi develerle varılabilir.
? Evet, şimdi onun bulunduğu yere varabilmek için pek iri cüsseli,
ılgar yürüyüşlü yorulmak bilmeyen develer gerektir.
? Hurma dalı gibi uzun tüylü kuyruğu memesinin üstünden
sarkmalı, meme uçlarmı incitmemelidir.
DİN ADINA SON YİRMİ YILDA ELDE ETTİKLERİ SONUÇLAR:

Din adamları ve onlar adına çalışanlar çok partili dönemde, Cumhuriyetin
ilk yirmi yılında kaybettiklerini hızla elde etmek için bekledikleri fırsatın
doğduğunu görerek derhal harekete geçmişlerdir. Çünkü bunlar arasında,
Cumhuriyetten önce memleketin sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik
{10) Tercüme Dergisi, Temmuz 1961, No. 75-76, s. 90-97.
231
her türlü problemi hakkında söz söylemeye yetkili aydın sayılırken, bir anda
statülerini ve kendilerine itibar, geçim imkânı sağlayan işlerini kaybetmeye
dayanamayanlar pek çoktu.
Cumhuriyetin ilk yirmi yılında belki mevzuat ve hükümetlerin tutumu
bu gibilerin serbest çalışmasına imkân bırakmamıştı. Yine de onlar yüzyıllar
içinde geliştirdikleri metodlarla, toplumun geriliğinden faydalanarak,
gerçekleştirilen devrimler, kendilerine yapılanlara karşı yerine ve zamanına
göre aktif yada pasif direnmede pek sıkıntı çekmemişlerdir. Çok partili dönemde
çıkan fırsattan faydalanmak için şu yolları tuttular:
? Cumhuriyetin ilk yirmi yılında olup bitenleri kötülediler. En
azından ilk günlerde devrimleri tutulan, benimsenen .ve benimsenmeyen
diye kümelere ayırmayı başardılar. Ve bu alanda
kendilerine partiler içinde ve dışında sözcüler kazandılar.
? Kendilerinin yerini almış olan, yada almak üzere yetiştirilen
aydınlan kötülemek, küçük düşürmek yolunu tuttular. Bunun
en tipik örneği Köy Enstitülerine karşı açtıkları savaştır.
Bunda da başarılı oldular.
? Din ihmal edildiği için kalkınmanın gerçekleştirilmediğini, var
ad edilenlerin yapılmadığını ispatlamaya çalıştılar. Bu alanda
hiç değilse tereddütler yarattılar.
? Yeni din adamı yetiştirilmesi için bazı müesseselerin kurulmasını
sağladılar.
? Okullara din dersi koydurdular. Sayısı onbinleri bulan İzinli
ve izinsiz Kur’an kursları açtırdılar.
-i- Dinle ilgili merasimlerden (cenaze merasimleri, mevlût ve
hacla ilgili olanlar…), minarelere konan hoparlörlerden, mehter
takımlarından faydalanarak gövde gösterisi yaptılar. Son
günlerde Şahlanış Mitinglerinden ve dinle hiç bir ilgisi bulunmyan,
yalnız bazı çevrelerin politik amaçlarına hizmet edeo
“Komünizme Karşı Birlik” namazlarından bu alanda faydalanmaya
çalışıyorlar.
? Türlü yayınlardan, radyodan ve filmlerden faydalandılar.
? Ezanı Arapçaya çevirttiler. Diyanet îşleri Başkanlığı Teşkilât
ve Kadro Kanunlarını çıkarttılar. Köy İmam ve Hatiplikleri
için, ihtiyaç karşılamncaya kadar her yıl 2000 kadro konmasını
sağladılar.
Bütün bu alanlarda, kendi hesaplarına, başlangıçta umduklarından daha
çok çıkar sağladıkları söylenebilir. Bu durum daha ileri sonuçlar elde etmek
îçin ümit ve cesaretlerini arttırmış görünüyor.

DİNİN KONTROL ALANINI NERELERE KADAR GENİŞLETMEK
İSTERLER:

Din adamları elli yıl öncesine kadar, ibadet dışında kalan, mutfak, çarşı,
tarla, devlet, askerlik, politika, eğitim, adalet… işlerini bile resmen kontrol
edebilecek durumda idiler. Lâikliğin kabulü ile büyük merkezlerde etkisini
kaybeden bu kontrol küçük kentlerde kasaba ve köylerde, resmî olmasa
da, geleneğe dayanarak sürdürülüyordu.
Çok partili dönem onlara toplumu kontrol bakımından yeni imkânlar
sağladı. Zaman zaman ve yer yer 50 yıl öncesine dönüş eğilimleri görülmektedir.
Başta Nurcular olmak üzere türlü gerici çevreler, toplum düzenini
din kurallarına, Kur’an hükümlerine göre yürütmek demek olan Şeriatçılık
peşindedirler. 1966 Sonbaharında Konya’da yapılan Müftüler Semineri
sonunda hazırlanan rapordan faydalanarak şimdilik ne istediklerini özetleyelim
(11).
? İlkokulun ilk sınıfından başlayarak Üniversitelerin son sınıfına
kadar devam etmek üzere her derecedeki okullara dinî
ve ahlâkî derslerin konulması,
? îlk ve orta okullardaki din derslerinin mutlaka halen mevcut
ehliyetli din bilginleri vasıtasıyla verilmesi,
? Dinî ve ahlâkî sahalarda muzır neşriyata son verilmesi,
? Film sansür heyetlerinde mutlaka bir Diyanet temsilcisinin
bulundurulması,
? îslâmî neşriyatın daha geniş ve daha tesirli bir şekilde bastırılıp
neşredilmesi ve en ucuz fiyatla satılması,
? Yabancı memleketlere ehliyetli din adamlarının gönderilmesi,
? Daha faydalı yayın ve telkinlerde bulunabilmesi için Diyanet
İşlerine bağlı bir radyo kurulması,
? îmam – Hatip mezunlarının bulunduktan yerlerde hem İmam
– Hatiplik, hem de öğretmenlik vazifesi yapmalarının temini,
? Müftü ve vaizlerin camilerin dışındaki topluluklarda da ahlâkî
ve dinî konferanslar verebilmesinin temini,
? Kadınlarımızın Garp taklitçiliğinden kurtarılarak, dinî, millî
adap ve ahlâka riayetlerinin sağlanması, ahlâk bozucu sinema
vs. yerlere gitmelerine mani olunması, açık saçık gezmelerinin
önlenmesi,
{11) 20 Eylül tarihli Yeni Gazeteden.
? Millî birliğimizi bozmak maksadıyla kasıtlı olarak çıkarılan
sünnîlik ve şîilik dâvalarına yer verilmemesi, I
? İşçi, memur ve talebelerin Cuma namazlarını rahatlıkla eda
edebilmeleri için, muayyen bir zamanın namaz vakti için ayrılması.
Diyanet İşleri Başkanlığının düzenlediği seminer sonunda hazırlanan rapordan
aldığımız örnekler bazı çevrelerin Lâikliğe PAYDOS demeye hazırlandığını
açıkça göstermektedir. Bütün bu örnekler Medrese zihniyeti taşıyanların
toplumu tam anlamıyla kontrol özlemlerini yansıtmıyor mu? Bunların
hepsini ayrı ayrı ele almak bizi çok uzaklara götüreceğinden, yalnız;
“Millî Birliğimizi bozmak maksadıyla kasıtlı olarak çıkarılan sünîlik ve şîilik
dâvalarına yer verilmemesi” gibi ilk bakışta çok masum görünen dileği
biraz eleştirelim.
Bir kere Diyanet İşleri Başkanlığı tümden sünnîlerin kontrolü altındadır.
Orada Alevîlerin yeri yoktur. Ayrıca objektif ölçülere göre, aranan nitelikleri
taşıyan har sünnî de Diyanet İşlerine giremez, girmiş olanlar varsa
orada barındırılmaz.
Diyanet İşleri yetkilileri personel politikalarını diledikleri yönde gerçekleştirmek
için 22.6.1965 gün ve 633 sayılş Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş
ve Görevleri Hakkında Kanun’un 22. maddesinde, özellikle parantez
içende yer alan şu hükümden faydalanmak yolunu tutmuşlardır: “Diyanet
İşleri Başkanı ile Kuruluşun bütün görevlileri (itikadı, ibadeti, tavır ve hareketlerinin
İslâm törelerine uygunluğu çevresince bilinir olduğu) ortak
niteliğinin bulunması…”
Söz konusu tutumu ile, Diyanet İşleri Başkanlığını önce kendi mensuplarını
dini bütün kimseler arasından seçecek ve kontrol alanını genişleterek
başta öğretmenler olmak üzere bütün kamu görevlilerini, bütün toplumu
dini bütün insanlar düzeyine ulaştıracaktır. Bu mantıkî sonucu doğrulayan
örneklere bugünden gazete sütunlarında sık sık rastlamaktayız.
Bu davranışta bir yen:lik yoktur. Osmanlı İdaresinin son günlerinde bile
gerici çevreler kamu görevlilerinin tümünü din adamlarının kontrolü altına
almanın özlemini taşımışlardır. Aşağıdaki belge bunu gösteriyor:
“… Diyanet ve ahlâkın esmiyyeti Osmaniye’de istihdam edilecek
olan zevatın tâyin ve terfilerinde marül’arz komisyonda
teşkili mütesavver olan menatıkı diniye ve ahlâkiye heyetleri tarafından
musaddak birer hüsnühal şahadetnamesi ibraz eylemeleri
ve bu heyetlere tezhibi ahlâk hususunda kavanin ve nizamat
ile salâhiyeti mahsusa itası hususları düşünülmekte…” (12)
(13) Ceridei İlmiye, Meşihatı İlmiyeî İslâmiye’nin Ceridei Râsmiyesidir.
1337 Zilkade, No. 48: s. 1503.
Bu Osmanlıca metni bugünkü dilimizle şöyle özetleyebiliriz: Osmanlı
toplumunda kamu görevi alacak olanlar, ya da terfi sırası gelenler her bölgede
din adamlarından kurulacak heyetlerden, dini bütün ve ahlâklı olduklarını
gösteren birer belge almak zorunda bırakılmalıdırlar. Söz konusu heyetlere,
kamu görevlilerinin ahlâklarını geliştirmek için kanunî yetkilerin
verilmesi de sağlanmalıdır.
Bazı çevrelerin toplumu kontrola hazırlanırken nasıl kendilerini kontrol
edemez duruma düştüklerini göstermek için yukarıda sözünü ettiğimiz Konya
Müftüler Semineri’nin kapanış oturumunda konuşan bir müftünün sözlerini
buraya almakta fayda görüyoruz. (13)
“Din adamları daima örnek ve fazilet sahibi insanlardır. Siyasetin
kirli elleri, kirli çamurları alet edilip de gayretlerinden
asla uzaklaştırılamaz. Biz partiler üstü, siyaset üstü, her türlü
şeylerin üstünde, dine hizmet eden fazilet örneği insanlar olarak
H. Muhammed Mustafa’nın veresesini kıyamete kadar götürmek
azminde ve kararındayız.
Bizden evvelki eslâfımız bütün varlıklarını İslâmiyet uğrunda
feda etmişler, islâmiyet bugüne kadar yaşamış, biz de İslâmiyet
uğrunda bütün varlığımızı feda etmeye hazırız. Ve evlâtlarımıza
bu mukaddes emaneti teslim edeceğiz. Damarlarımızda
akan bütün kanımız, Allah, Muhammed, Din diye akmaktadır.
Bizi bu yoldan döndürecek tek bir kuvvet yoktur. Bu azim, bu
gayret içerisinde vazifelerimizin basma atanıyoruz. Vazifelerimizin
ağırlığını idrak ediyoruz. Biz bekçiyiz. İslâmiystin bekçisiyiz.
Ne mutlu İslâmyetin bekçilerine.”
DÎNİN GERÇEK YERİ :

Olaylar bu yönlerde gelişirken bir de dinin gerçek yerine göz atalım.
Lâik bir devlette dinin gerçek yeri ferdî vicdanlardır. Bunun dışında kalan
toplum hayatı, insan haklarına, sosyoloji, hukuk, amme idaresi, siyaset ve
iktisat gibi bilimlerin verilerine dayanılarak hazırlanmış olan kanun ve kurallarla,
prensiplerle yürütülür. Bu gerçek yürürlükte bulunması gereken
İkinci Cumhuriyet Anayasası’nın 19. maddesinde şöyle dile getirilmiştir:
“Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Kamu düzenine veya genel ahlâka veya bu amaçlarla çıkarılan
kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî ayin ve törenler
serbesttir.
(13) Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, Cilt: V, Kasım 1966, Sayı 1, s. 320-321
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç
ve kanaatlarmı açıklamaya zorlanamaz. Kimse dinî inanç ve kanaatlarından
dolayı kınanamaz.
Din eğitim ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin
de kanunî temsilcilerinin isteğine bağlıdır.
Kimse, Devletin sosyal, iktisadî, siyasî veya hukukî temel
düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî
veya şahsî çıkar veya nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle
olursa olsun, dinî veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan
şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu yasak
dışına çıkan veya başkasını bu yolda kışkırtanlar kanuna görs
cezalandırılır; dernekler, yetkili mahkemec siyasî partiler, Anayasa
mahkemesince temelli kapatılır.”
SONUÇ: (MALİYETİ ÇOK YÜKSEK BİR DENEME)

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız böyle bir sonucun alınmasında
geçmişin özlemi içinde yaşayanlarla, sorumsuz politikacılar arasında yapılan
işbirliğinin (koalisyon’un) rolü büyük olmuştur, ilk günlerde iyi niyetli
bir çok vatandaşın benimsediği aydın din adamı yetiştirme dileğinin, çabasının
gerçekleşmemesi bu yargımızı ispatlamaya yeter. Bilindiği gibi politikacıların
hemen hepsi, varlıklı kişiler ve din adamlarının pek çoğu çocuklarını
din adamı yetiştiren okullara göndermezler. Onlar için en önemli olan
dini âlet ederek politik sonuç almak ve toplum üzerindeki kontrollanra
sürdürmektir.
Bu alanda önemli bir dönemece vardığımızı söylemek yerinde olacaktır.
Başka bir deyimle din adına toplumu kontrol etmek isteyenler çabalarını yoğunlaştırmışlardır.
Önceki yıllarda bütçe müzakereleri sırasında, gazstelerin
birinci sayfalarında dinle ilgili haberlere sık sık ver yerilir, Ayasofya’nın
yeniden cami olması, bazı ölülere Eyüp’te türbe yaptırılması gibi allerjik konular
tazelenir., di. Bu yıl çok değişik bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz.
Bütçe kabul edileli altı ayı geçtiği halde dinle ilgili olaylarda, haberlerde
bir gevşeme değil yoğunlaşma görüyoruz, ilericiler ve gericiler birbirlerini
kötülemek, kendlerini savunmak için dinden faydalanmaya devam ediyorlar.
Dinden faydalanarak toplumu kontrol altına almak isteyenler açısından
ıböyle bir yoğunlaştırmayı şu nedenlere bağlamak istiyoruz:
? Kendilerini yeteri kadar güçlenmiş sayabilirler,
? iktidarı kendi yanlarında görebilirler,
? Ordu’da moral eğitimi kanalıyla etkili olduklarını sanabilirler,
? Halkın uyanmasının, gerçekleri görecek duruma gelmesinin,
ilerici çevrelerin örgütlenmesinin… zamanla kendi güçlerini
azaltacağından endişe edebilirler,
? Hizbüttahrir, rabıtatül âlemi islâm gibi kökü dışarda bulunan
örgütlerin de bu çabalarda bir parmağının ve katkısının bulunabileceğini
gözden uzak tutmamak gerekir.
45 yıldan beri ortaçağ zihniyetini bırakarak kültürel, sosyal, ekonomik
alanlardaki kalkınmamızı düzenli kafalara sahip kimselerle (devlet adamları,
ilim ve sanat adamları, yazarlar, idareciler, iş adamları) gerçekleştirmek
yolundayız. Düzenli kafaya sahip olanlar dogmalara değil müsbet ilmin verilerine
dayanırlar ve araştırmaların, deneylerin, gözlemlerin sonuçlarını bekler,
tenkite, yeni fikirlere değer verirler, kendilerinin ve başkalarının hatalarından
ders alarak tutumlarını değiştirmesini ve metodlarmı geliştirmesini
bilirler.
Din savunucularının en çok dayandıkları ahlâkı koruma, aşırı sol ceryanlara
mukavemet gibi faydaları ise ilim bol bol sağlamaktadır. îlim ahlâksızlığı
ve dinsizliği savunmaz. Yalnız ahlâkın da öteki sosyal müesseseler
gibi sürekli bir oluşum içinde bulunduğunu kabul eder ve bütün dinlere eşit
değerler tanır.
Din adamlarının, Osmanlı imparatorluğunun gerileme devrinde dinin
yanlış anlama ve uygulamalara uğradığı, aslında saf dinin gerileme değil ilerleme
unsuru bulunduğu tezi de, buraya kadar yaptığımız açıklamalar karşısında
gücünü yitirmektedir. Bir kere son yirmi yılda inisiyatif hiç bir zaman
dini eski saflığına kavuşturmak, hurafelerden, yanlış uygulamalardan
kurtarmak isteyenlerin eline geçmemiştir. Aksine nurculuk gibi siyasî tehlikeler
bile yaratacak nitelikte olan akımlar özgürlük havasından faydalanarak
gelişmiş ve serpilmişlerdir.
öteyandan din adamlannın bütün güçler ve imkânlar ellerinde iken, yanlış
uygulanmalarla… dini bu duruma getirdikten, ortaçağ zihniyetini XX. yüzyılın
başına kadar sürdürerek toplumu geri bıraktıktan sonra, yeni bir şans
istemeleri ve bunu adım adım elde etme yolunda olmaları bize göre son
yirmi yılm maliyeti çok yüksek bir denemesi olmuştur. Daha açık söyleyelim
bu yoldan vicdan hürriyeti, lâiklik prensibi ağır ve tehlikeli yaralar almıştır
ve almaktadır. Bu durum çok muhtaç olduğumuz aydınların yetişme»
si, demokratik düzen içinde plânlı kalkınmamız için büyük tehlikeler hazırlamaktadır.
Din ve inançları için tolerans isteyenlerin, kendilerini yeteri kadar
güçlü görmeye başladıktan sonra, öteki inanç sahiplerini nasıl ezdiği,
yeni fikirlere kapılan nasıl kapadığı tarihte, özelikle kendi tarihimizde örnekleri
çok görülen bir gerçektir.
BİLDİRİ İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR:

Prof. Fehmi Yavuz, bildirisini sundu, tartışma başladı:
Söz alan eleştirmeciler yana ve karşıya, uzun uzun konuştular. Bunlardan
kimi bildirinin niteliğine dokundu, kimi düşünce ve önerilere katılmadi,
yeni görüşler ileri sürdü :
? Devrimciler teker teker hiçbir zaman dine karşı çık- ‘
mazlar. Devrimciler için din bir engel değildir. Din bir üst yapı kurumudur.
Alt yapı değiştiği zaman üst yapi kurumu olan din de kendiliğinden değişir.
Bunun için hiçbir endişeye lüzum yoktur. Ne varki kapitalizmin emperyalistleri
dini aydının ve halkın arasına kasten sokmaktadırlar.
? Atatürk 1925 yılında Samsun’da kendisine sorulan bir
soruya cevap verirken, millî ve dinî eğitime de değinmiştir. Atatürk, eğer
çocuğa vereceğiniz eğitim millî olmazsa kurtulamayız. Dinî eğitim millî olamaz.
Dinî eğitim gören 320 milyon müslüman vardır. Halleri bellidir. Bağımsızlıklarına
kavuşamamışlardır, demiştir. Bugünkü durum da bu değil
midir?
Bugün Türkiye’de din sahasında oynanan oyun, ben öyle sanıyorum ki,
belli bir azınlığın yapmış olduğu hareketleri nüfusumuzun % 80’inden saklamak
için bir tuzaktır. Bu bakımdan bugünkü niteliği ile din eğitimi sakıncalıdır,
hattâ tehlikelidir. Özellikle çağdaş bilimden yararlanmamış çocuklara
din eğitimi verilemez, telkinde bulunulamaz. Oysa mahallelerimizde arapça
yazılmış kitaplardan geçilmiyor. Bu Anayasa’nm 153. maddesinin 5. fıkrasıyla
pekiştirilen 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki
Kanuna aykırı değil mi? Bu durum bir anarşi yaratmıyor mu?
Bugünkü uygulanış biçimi ile din eğitimi Türk Devrimlerine aykırı tek
kurumdur.xKur’an Türkçeye çevrilip Türk harfleriyle yazılıp, Türk çocuğuna
neden öğretilmez? Neden çocuklarımızdan saklanır Kur’anın anlamı?
? Bugünkü İmam-Hatip okullarında ‘din adamı değ’l,
bir takım hurefelerle, saftalarla, dinde asla yeri olmayan batıl inançlarla
halkı uyuşturmak isteyen kişiler yetiştiriliyor. Bunlar memleketin dua ile
kurtulacağım iddia ediyorlar, “istiklâl Savaşını Mustafa Kemal, asker gücü
ve harp dehası ile değil, dua ile kazandı” diyorlar. Bugün din adamı diye geçinen
kişilerin çoğu üfürükle, muska ile, kurşun dökmele bu milleti ölümün
pençesinden kurtaracaklarına inanıyorlar. Kısacası bugünkü din okulları
din adamı yetiştirmek için değil, kompradorların saltanatını sürdürmek için
açılmıştır.
? Bir köydeki kur’an kursuna gittim. Duvarda ters çevrilmiş
bir levha gördüm. Çevirdim levhayı, Atatürk’ün resmi idi. Bu Atatürk
düşmanlığını gösteriyordu ve bu o köhne binada hergün tekrarlanıyordu.
? imam-Hatip okulannı bugün etkili kılan Emperyalist
Amerikancı – Bürokrat – Ağa ve Komprador dörtlüsünün ittifakıdır. Türkiye’-
de din adamı geçinen kimselerin büyük çoğunluğu emperyalizmin dolaylı olarak
emrinde kimselerdir. Durum bu olunca bizim din eğitimine paydos dememiz,
İmam-Hatip okullarını kapatmak istememiz boş lâflardır. Biz emperyalizmi,
komprador, burjuvaziyi ve bunun yanında Amerikan-bürokratağa
üçlüsünü yıkmadan hiçbir sonuç alamayız.
? öğretmen okulda yağmurun yağışını bilimsel yoldan,
öğretir, imam camide bu olayı tembel ve çalışkan meleklerin davranışlarıyla
anlatır. Bu ortam içinde din duygulan o hale gelmiştir ki, pazardan ıspanak,
satm alır gibi bir ticaret, bir alışveriş, bir geçim aracı olmuştur. Aydın kişi V3
din adamı çatışması bir patlama aşamasına gelmiştir. Bu durumu yaratanların
mutlaka bir art niyetleri olmalıdır. Bugünkü uygulama biçimiyle din eğiti
mi bir zümrenin ekmeğini lokma lokma azaltıyor, bir azınlığın ekmeğine kalın
kaim tereyağı sürüyor. Bu çıkar yol olamaz. Böylesine eğitim bir afyonduj*.
Ve bunun amacı, fakir halk tabakalarını, kompradorların kirli çıkarlarına
tutsak yapmak, alm terlerini onların keyiflerince kullanmaktır.
Sıtkı COŞKUN ? Şeriata dayalı, müsbet bilimleri reddeden okullardan
aydın din adamı çıkacağını hiç kimse iddia edemez. Bugün din adamlarının
yaptıkları propagandalar emperyalizmin, kapitalizmin hizmetindedir. Bunlar
beş parmağı örnek göstererek insanların eşit olamıyacağmı yaymaktadırlar.
İnsanların eşit olmadığı prensibi dine nasıl mal edilebilir?
Almanya’ya işçi gönderiyoruz. Bu işçilerin din eğitimi için de imam gönderiyoruz.
Bu imamlar bankalara para yatırmanın haram olduğunu anlatmaktadırlar.
Bu propgandayı yapanlar din adamları değil, emperyalizmin
uşaklığını yapan ajanlardır. Bu gerçek, raporda belirtilmelidir.
M. EMİRALÎOĞLU ? îmam-Hatip okulları ile yürütülen din eğitimi
gerçek anlamıyla bir avutmaca ve uyutmacadır. Ayrıca bu okulların yurttaşlık,
tarih ve coğrafya müfredat programları uygulamaları bilimsel gerçeklere,
yürürlükteki Millî Eğitim ilkelerine aykırıdır.
Din eğitimi halkı, sünnî, alevî ikiliğine düşürücü bir yön almıştır. Buralarda
okutulan çocuklara sinema, konferans ve açıkhava toplantısı bastırılmaktadır.
Ayrıca din eğitimine yöneltilenler daha ziyade fakir aile çocuklarıdır.
Bu ailelerin sömürülenler olduğunu da hatırlatmak isterim.
Muzaffer ERSOY ? Bugünkü din eğitimini katiyen tasvip etmiyorum.
Ancak bu durum bizim din eğitimine paydos dememizi gerektirir mi? Bunu
burada söylemek kolay. Ama gidin bakalım köyde bir de öğretmen olarak
söyleyin! Köylülerin karşısında bu geçerek söylenebilir mi? Köyde lâikiz dedik
miydi, “Demek ki siz de din eğitimini istemiyorsunuz” diye çıkacaklar
karşımıza. Bizi müdafaasız mı bırakacaksınız?
Bununla beraber bugünkü din ticaretini önlemek zorundayız. Türkiye
Cumhuriyetine yaraşır bir din eğitimi sistemi bulmalı ve onu uygulamalıyız.
Din eğitiminin reddi değil, düzeltilmesi söz konusudur.
Bekir ÖNDER ? Bugünkü din adamları, çağma sırtı dönük, kaderci şü-
Tdircü insan tipi yetiştirmektedirler. Bunlardan mütegallibe, ağa, komprador
ve dış sömürücüler yararlanmaktadır. Eğer bu dünyaya ahiret için çalışmak,
üzere gelmişsek bu âlemin ne mânâsı var? Neden doğrudan doğruya
ahirete gitmiyoruz. Bu iştş bir kandırmaca vardır.

Devrimci güçler bu akımın karşısına çıkmak zorundadırlar. Bunu yapmazsak
çocuklarımız bizi lanetleyeceklerdir.
Hüseyin HIZAL ? Halkın din duygularının istismarını kolaylaştıran birinci
sorun temelde yatan sosyal adaletsizliktir. Sosyal adalet sağlandığı zaman,
türlü bunalımlardan kurtulan halk, din inançlarını istismar edenlerden
de kurtulacaktır.
îhsan KILIÇ, gizli kur’an kurslarından, İbrahim KÜÇÜK, yobaz saldırılarından
yakındılar. Hüseyin OĞUZ, “eğitici din adamı” sorununu dile getirdi.
tsmet ERDEMOGLU, “Diyanet işleri Başkanlığı” Anayasa’nm 154. maddesiyle
kabul edilen bir kuruluş olduğunu belirtti ve devamla:
? Madde hükmüne göre bu Başkanlık “özel kanununda gösterilen görevleri”
yerine getirecektir. Bu özel kanunun ise Anayasa’nm 19. ve 20. maddelerindeki
ilkelerin dışına çıkamayacağı açıktır. Ne varki bu örgüte bağlı
görevliler yalnız 19. ve 20. Anayasa maddesine değil tüm devrim ilkelerine
karşı çıkmaktadırlar. Ama onlar bunu bir karşı çıkma saymıyorlar. Şu duruma
göre, karşı çıkılıp çıkılmadığını saptamak için, mahkemeye dâva mı açmak
gerekecektir?
Cemaletlin KILIÇ, ilkokula yeni yazılan çocuklardan birçoklarının
fişleri sağdan sola -ilâhi söyler gibi okumağa çalıştıklarını ve okurken sallandıklarını
anlattı, eskiye dönüş akımının yaygınlığına dikkati çekti.
İbrahim KARABIYIK ? Devrimci ve toplumcu bir yönetimde devlet,
dîne yatırım yapamaz. 1961 Anayasa’sının 19. maddesi bunu önerir. Devlet
bu Anayasa hükmü ile çelişkiye düşmektedir. Altmışın üstünde îmam- Hatip
okulu açmakla 50 binin üzerinde imama, Devlet bütçesinden aylık ödemekle
din inançları ayrı olan halkı birbirine düşman etmektedir. Yaratılan
ayrıcalık yer yer çarpışmalara dönüşmüştür.
Cahit BATMAZ, uzun açıklamalarında, “halkımızın gerçek din kurallarını
öğrenmemesi için, Kur’an cennet dilidir. Allahçadır. Türkçeye çevrilemez”
şeklinde uydurmacalara sapildığmdan yakınarak, şöyle demiştir:
? Dün de bugün de, din adamları halka pek olumsuz telkinlerde bulunmaktadırlar.
“Matbaa getirmek mi? Zinhar! Mürekkebinde domuz yağı vardır.
Merinos koyunu beslemek günahtır. Domuza benziyor” gibi telkinlerin
nereye varacağı ortadadır.
Din eğitimi, devrimci eğitime, sosyal, ekonomik, pozitif bilime her yönden
engeldir. Eğer din eğitimi şimdilik zorunlu görülüyorsa bunu kendi dilimizle
yapmak ve gerçeklerle çelişen din bilgilerini ayıklayarak öğretmeli;
yetişecek kuşaklarımıza imana bağlı düşünce tarzının olumsuzluğunu göstererek,
onların akıl çağına geçişlerini kolaylaştırmak gerekmektedir. Buna
aykırı eğitim yapan îmam-Hatip Okullarıyla, Yüksek islâm Enstitülerini
kapatmalıdır.
Prof. Dr. Muammer AKSOY, “Din işlerinde kullanılacak personeli yetiştirme
amacıyla kurulacak İmam – Hatip Okullarından alınan diplomaların
sadece din işlerinde çalışma olanağı sağlamalarını, mezunlarının dünya
işlerinde kullanılması bakımından bu diplomanın hiçbir değer taşımamasının
karara bağlanmasını” önermiş, Osman ŞAHİN, Nuri DEMÎROĞLU,
M. Hayri ÎNCÎ, Bekir ÇELÎKAG, Süleyman DÎNÇER ve Hüseyin ELÎBOL’unda
katıldığı önergeyi şöyle açıklamıştır:
“? Anayasamız, lâiklik ilkesini Devletin temel nitelikleri arasında yaymıştır.
Öğretim ve eğitim, lâik esaslara dayanacaktır. Yine Anayasa’nm 21.
maddesinin son fıkrası hükmü, öğretimin ve eğitimin çağdaş bilim ve eğitim
esaslarına uygun olmasını zorunlu kılmıştır. îmam-Hatip Okulları, gerek
eğitim metodlan, gerek orada öğretilen bilimler bakımından, ancak ve ancak
ibadet işlerinde ve kişinin ahret sorunlanna ilişkin hizmetlerde kullanılacak
personeli yetiştirme bakımından kabul edilebilir. Devletin bu okulları
kurma ve işletme amacı ile yaptığı masraflarda, sadece din işleri için lüzumlu
personelin yetişmesi bakımından söz konusu olabilir. Dünya işlerini görecek
kamu hizmetlerinde aranacak bilgiye sahip olmayan, eğitim metodlarının
ise -dünya işleri sözkonusu olduğu zaman- çağdaş bilim ve eğitim esasları
ile bağdaşmazlığı bulunan bu okullarda, dünya işleri için eleman yetiştirme
yolu tutulursa, bu davranışın Anayasa’ya aykırı düşeceği muhakkaktır.
Oysa iktidarın din işlerinde hizmet görecek personel sayısını çok aşacak miktarda
genci, îmam – Hatip ‘Okularında okutarak, bunlara dünya işlerinde
hizmet verme amacı güttüğü, îmam-Hatip Okullarının ve öğrencilerinin sayılarının
durmadan arttığından anlaşılmaktadır. Bu tutum Anayasa’nm yukarda
değindiğimiz esaslarına aykırı düştüğü gibi, dolaylı ve Anayasa’nm yukarda
değindiğimiz esaslarına aykırı düştüğü gibi, dolaylı ve Anayasa’nın
19. ve 57. maddelerine aykırı olarak, dinî hisleri, siyasî amaçlarla sömürme
hedefini de gütmektedir. Atatürk devrimlerini hiçe sayan ve böylece Anayasa’nm
başlagıcmdaki ilkelere de aykırı düşen bu davranışın, memleketin,
ilerlemesinde ne büyük bir darbe teşkil edeceği meydandadır.
Bu sebeplerle, imam-Hatip Okullarından alınan diplomanın sadece din işlerinde
çalışma yeteneği sağlamasını, mezunlarının dünya işlerinde kullanılması
bakımından bu diplomanın hiçbir değer taşımaması esasının, Devrimcî
Eğitim Şûrası’nda bir kararla görevlilere, kamu oyuna ve gelecek kuşaklara
duyurulması zorunludur.
Prof. Fehmi YAVUZ ? Bildiriyi hazırlarken, Şûra Düzenleme Komitesinin,
sonunda bir de öneriler yapmamı ve yöntemler göstermemi istediğini
biliyordum. Bu öneri ve yöntemlerin tartışma sonucunda kendiliğinden ortaya
atılacağını, kendiliğinden meydana çıkacağını umuyordum, öyle de oldu.
Söz alan bütün arkadaşlardan, tüm konuşmacılardan, kimileri bir heyuladan
çekinircesine bağnazlığa ödün verenler, güçlü sandıkları duygulara göz kırpanlar
olmuşsa da, kimileri din eğitiminin açık bir plân, önceden yapılmış şaşmaz
bir hesap çerçevesinde gayri millî ve sömürücü bir yön aldığını söylemişler,
korkunç örnekler vermişlerdir. Bu arada söz alan arkadaşların çoğu, bu olumsuz
yönelişin destekleyicilerinin, yurdumuza sızmış uluslararası emperyalizm
ve onların ortaklığını yapan kompradorlar olduğunu göstermişlerdir. . . ?
Din sömürücülüğü, din duygularını âlet ederek bir ulusun sosyal ekonomik,
siyasal bağımsızlığını yok etmek, doğu uluslarına yüzyıllar boyu uygulanan
bir taktiktir. Bunun için tarih boyunca türlü taktikler geliştirilmiştir.
Bugün de bu din sömürücülüğü, yeni sömürgeciliğin en güvendiği bir araç
olarak kullanılmaktadır. Bu kullanışı önlemenin tek yolu bu yuvalan kapatmaktır.
Imam-ı Gazali’den beri sürüp gelen yobazlaşmanın önüne başka türlü
geçilemez. Düzeltmeye, İslah etmeye kalktınız mı, iş mutlaka çıkmaza
saplanacaktır.
islâm dininde Tanrı ile insan arasına girecek, aracılık yapacak bir meslek
ycktur. Cenaze işleri için kısa süreli kurslarla yeteri kadar eleman yetiştirilebilir,
inancımı tekrar edeyim: Türk vatandaşlarından müslüman olmayanların
da dinleri üzerinde araştırma ve inceleme yapmak şartıyla ancak
İlahiyat Fakültesi kalabilir. Kur’an ve Hafız Kurslarından başlayarak îmam-
Hatip Okulları ve Yüksek islâm Enstitüleri kapatılmalıdır.
Genel Başkan Fakir BAYKURT ? Devrimci, herkesten çok gerçekçi olmak
zorundadır. Din bir üst yapı kurumu olarak temel ekonomik yapıya, yani
mülkiyet ve üretim ilişkilerine dayanır. Bu ilişkiler, geniş halk kütleleri
yararına değiştirilmedikç’e din sömürüsü devam eder. Biz din ile dinin politika
ve ticarette istismar edilmesini birbirinden ayırıp gericinin tanımını
doğru yapmak zorundayız. Dindar insan, çalışan insan, namaz kılan insan
“gerici” değildir. Gerici bugünkü düzenin değişmesini istemeyendir. Bizim
hasmımız dinin kendisi ve gerçek dindarlar değil, düzeni bugünkü sömürü
niteliği ile sürdürmek isteyenlerdir, onun değişmesine engel olanlardır.
Din eğitimi konusuna bu açıdan, ve aynı zamanda Anayasa’nm 19. maddesi
açısından bakalım. Anayasa’mız 157 maddedir. Bir de 19. maddesi vardır.
Oylamada bunların hepsine evet dedik. Bu Anayasa bütünüyle uygulandığı
zaman din inistismarı zorlaşır, o zaman eğitiminin de sakıncası kalmaz.

KOMİSYON RAPORU
BUGÜNKÜ EĞİTİM KURUMLARI VE YEN! KURUMLARA IHTIYAÇ
GİRİŞ:

Ulusal eğitimimizi gerçekleştiren bütün kurumların eleştirilmesi ve günün
olanaklarına uygun yeni kurumların saptanması Devrimci Eğitim Şura’mızın
en önemli görevlerinden biridir.
Komisyonumuz kısa süre içinde bu görevi en geniş şekilde başarabildiği
kanısında değildir. Bu bakımdan önerilerimizin Şûra sonunda kurulacak
bir “ihtisas ve Plânlama Komisyonu” nda ele alınarak son şeklinin verilmesini
öneririz.
Genellikle eğitim kurumlarımızın ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak olduğu
bir gerçektir. isteğe bağlı ilköğretim kurumlarından sayılan resmî anaokulumuz
hiç yok gibidir. İlkokullarımız bazan ikili, bazan üçlü öğretim
yaparlar.
“ilkokulu bitirmiş olup da henüz mecburî öğrenim çağında bulunan ve
?üst dereceli öğrenim kurumlarına gidemeyecek olanların genel bilgilerini
artırmak ve kendilerine iş ve üretim hayatında faydalı olacak bilgi ve maharetleri
kazandırmak” amacıyla “ilköğretim kurumları” ndan “Mecburi
planlar” arasında sayılan “Yetiştirici ve tamamlayıcı sınıflar ve kurslar”,
yönetmeliği ve müfredat programı hazırlandığı halde, hâlâ, hiçbir yerde
açılmamıştır.
Ortaokul ve liselerimizde de ikili öğretim hemen her yerde uygulanmaktadır.
Ve bu kurumlarda laboratuar, işlik ve kitaplık yok denecek kadar
azdır.
Teknik öğretim veren orta dereceli kurumların hem sayı, hem de dağılış
bakımından ihtiyacı karşılamaktan uzak olduğu görülmektedir. Bu okullardan
çıkanların iş gücünü değerlendirmek olanağından çoğu zaman yoksun
kaldığı da ayrı bir gerçektir.
Üniversitelerin ve yüksek okulların sayıca yetersizliği yanında büyük
birkaç şehrimizde toplanması, bu eğitimin topluma gereği gibi etkili olmasını
engellemektedir.
Yurdumuzda genellikle batıdan doğuya, kıyılardan içerilere, ovalardan
dağlık yerlere gidildikçe her derecedeki eğitim kurumları niceliğini ve niteliğini
adım adım yitirmektedir. Resmî eğitim kurumlarımızın dışında kollejlerin,
özel okularm da Ankara, İstanbul ve izmir gibi birkaç büyük merkezde
toplandığı göz önünde bulundurulursa eğitim kurumlarımızın yurt ölçüsünde
dağılışında büyük dengesizlik olduğu görülür. Plânlı çalışmalarla iktidarların
tutumu ise bu dengesizliği azaltacak değil, artıracak yöndedir.
Özet olarak bazı eğitim kurumlarımızın az eksikle ve başarıyla çalıştığı
kabul edilse bile, dağılışta görülen dengesizlikler yüzünden Anayasa’mızm
kabul ettiği fırsat eşitliğini sağlamaktan çok uzak bulunduğumuzu söyleyebiliriz.
Bu durum bizim çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmamızı engelleyen nedenlerin
başında gelmektedir.
HERKESE AÇIK GENEL EĞİTİM KURUMLARI
I. OKUL ÖNCESİ EGlTlM KURUMLARI

A) Bu konuda ivedilikle ele alınması gerekli girişimler:
I. Sosyal güvenliği olmadan çalışan annelerin bulunduğu semt
ve bölgeler öncelikle ele alınarak:
a ? Millî Eğitim Bakanlığınca bu semtlerdeki ilkokullarda yeterince
yuva sınıfı (ana sınıfı) kurulması,
ıb ? Her Kız Enstitüsünde bir çocuk yuvası bulunması,
c ? Belediye, Özel idare, Ticaret ve Sanayi Odaları ile işbirliği
yapılarak çalışan annelerin toplu bulunduğu semtlsrde çocuk yuvalan, çocuk
bahçeleri, oyun alanları ve çocuk yurtları meydana getirilmesi,
d ? Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Sosyal Hizmetler Genel
Müdürlüğü, Sosyal Sigortalar, İş Kanununun 61. maddesine göre kurulmuş
iş yerleri, işçi sendikaları, üretim ve satış kooperatiflerince çocuk yuvaları,
çocuk bahçeleri, emzirme odaları ve kreşler açılması,
B) İlerde yapılması gerekli girişimler:
I. Şimdilik diğer okullardan yararlanılarak kurulmasını önerdiğimiz
ana okulları yerine özel bina ve araçlarla donatılmış ana okulları
yapılması.
C) Bu kurumlarda çalışacak elemanlar :
I. Öncelikle Kız Enstitüsü mezunları ve Öğretmenlerden istekli
olanlar kurslarla bu görev için yetiştirilmelidir.
244
2. İlerde Kız Enstitülerinde ve Öğretmen Okullarında özel sımflar
açılarak okul öncesi eğitimcileri sağlanmalıdır.
D> Bu kurumlar için gerekli araçlar ve yayınlar Millî Eğitim Bakanlığı
tarafından verilmelidir.
II. İLKÖĞRETİM

İlköğretim kurumları öğrencileri bulundukları ortamı geliştirici, sorunlarını
çözebilecek güçte, etkin ibr varlık haline getirmeyi amaç edinmelidir.
öğretimin konusu, bulunulan çevrenin konu ve sorunları olmalıdır.
Bugünkü yurt sorunlarından uzak, ezberci, yaşantıyı etkilemeyen öğretime
son verilmelidir. Büyük kentlerden ve kentlerin fukara mahallelerinden başlanarak
yetiştirici ve tamamlayıcı sınıflar ve kurslar açılmalıdır.
1. Öğretim programlarından ezbere dayanan, uygulama olanağından
yoksun gereksiz bilgiler çıkarılmalı;
2. Okul çevre ve kurağı uygulamalı öğretime elverişli şekilde uygulama
bahçesi, işlik, müze, kitaplık, mutfakla donatılmalı. Dört duvardan ibaret
okul inşaatına son verilmeli;
3. Ders kitapları serbest basıma bırakılmamalı, tek kitap sistemine
dönülmeli;
4. Yardımcı kitaplar ve araçlar devlet tarafından bedava dağıtılmalı;
5. 222 sayılı kanunun 76. maddesi gereğince okul kitap ve kırtasiyelerinin
öğrencilere parasız olarak verilmesi sağlanmalı;
6. 222 sayılı İlköğretim Kanunundaki devam takiple ilgili hükümler
değiştirilerek bu iş ilköğretim kurulundan alınarak merkez idarî ve miüki
âmirlerine bırakılmalı;
7. İlköğretim kanunu gereğince öğretmenlere zorunlu kılman seminer
çalışmaları Harcırah Kanunu hükümlerine göre ücrete bağlanmalı;
8. İlkokul öğretmenlerinin görgü ve bilgilerini artırmak amacıyla
yurt içi ve yurt dışı gezi ve inceleme olanakları yaratılmalı;
9. Okullardaki beslenme eğitimi çevresel olanaklara bağlanmalı,
her okul çevresinde ilköğretim kurulları içerisinde beslenme birlikleri kurulmalı.
Dış kaynaklara dayalı beslenme işi sona erdirilmeli.

III. ORTAÖĞRETİM KURUMLARI
A) İlköğretmen Okulları:
Öğretmen adaylarının içine döneceği topluma yararlı bir fert olabilmesi
için öğretim programlan toplumun özelliklerine uygun ve gereklerini
karşılayacak şekilde düzenlenmelidir.
Programlarda:
a) Sosyal bilimler (felsefe, sosyoloji, yabancı dil dahil),
b) Fen bilgileri,
c) îş konulan,
d) Tarım konulan,
e) Güzel sanatlar, spor, folklor çalışmalan yer almalı, bu beş bölüme
eşit zaman aynlmalıdır.
Öğretim çalışmalan kuramsal bilgiler yanında gerçek iş, tanm, saoat
becerileri yönünden geliştirilmeli, öğretmen adaylannın yapıcı, üretmen,
halk sorunlanna eğilebilen ve çözme gücüne sahip kişiler olarak yetişmelerini
sağlayıcı yönde olmalıdır.
Okul, çevrenin sanat ve kültür kaynağı olacak şekilde düzenlenmelidir.
îş ve tanm çalışmalan çevre okullannın gereklerini karşılayacak şekilde
planlanmalıdır.
öğretmen Okulu öğretmenleri meslekte tecrübe sahibi, başardı kimseler
arasından seçilmelidir.
B) Öteki ortaöğretim kurumlan:
1 ? Bugünkü klâsik anlamda ortaokul ve lise açılmasına son
verilmelidir.
2 ? Yeni ortaöğretim kurumlan çok yönlü okullar şeklinde
kurulmalıdır.
Bu okullar:
a) Zorunlu kuramsal bilgiler yanında toplum hizmetlerinin gerektirdiği
şekilde belli süreden sonra teknik elemanlan yetiştirecek bölümlere
ayrılmalıdır.
b) Bu okullara devam eden öğrencilerin yeteneklerini saptayarak
öğrenim alanlarına yön verecek değerlendirme yoluna gidilmelidir.
c) Bu okulların mezunları öğrenimleri alanındaki üniversite ve
dîğer yüksek öğrenim kurumlarına girebilmelidirler.
d) Şimdiki ortaöğretim kurumlarının da. bu amaca yöneltilmeleri
gereklidir.
e) Bu okul mezunlarından kamu görevi almayanların branşlarına
uygun üretim araçlarıyla donatılarak çalışmaları sağlanmalıdır.
t) Eski köy enstitülerinden dönüşen bugünkü ilköğretmen okulları
çok yönlü okulların başlangıçta merkezi olabilirler.
g) Çok yönlü okulların bütün bölümlerinin birarada bulunmasının
mezunlarının ortak amaçlara yönelmelerini sağlayıcı bir önemi vardır.
h) Bu çok yönlü okulların ilk üç yıllık dönemleri Köy Bölge
Okulları şeklinde geliştirilmelidir. Köy bölge okul lan köylere kendi çevrelerinde
çalışacak teknik elemanlar yanmda ilköğretimin sekiz yıla çıkarılma
gereksinmesini de karşılıyacaktır.
ı) Köy bölge okulları mezunları yeteneklerine göre üst derecede
(başlangıçta sözü geçen çok yönlü okullara) devam edebilmelidirler.
i) Köy bölge okullarının ilk uygulamaları için bugün var olan
bölge okullarından yararlanılabilir.
j) Köy çocukları için eğitimde fırsat eşitliğini sağlamak amacıyla
köylük bölgelerin de gereksinmelerini karşılayacak sayıda yeni köy
bölge okulları hızla kurulmalı ve bunlar kesimlerinin, toplum kalkınması
hizmetlerini görmelidir.
C) Orta Dereceli Özel Okullar s
Orta dereceli özel okullar Anayasa’mızın 21. maddesiyle özel kanunlar
gereğince program ve öğretim yönünden sık sık dcnetlenmeli, önerilerimizdeki
ortaöğretim kurumlarıyla denk hale getirilmeli, ticarî kurumlar
olmaktan çıkarılmalıdır.
IV. ÖZEL EĞİTİM KURUMLARI

Özel eğitime muhtaç kimselerin (körler, sağırlar, dilsizler, zihni yetenekleri
yönünden ileri ve geri olanlar, bedenî arızalılar, uyumsuz çocuklar)
eğitimleri için mevcut öğretim kurumları geliştirilmeli ve sayıları yeter seviyeye
ulaştırılmalıdır. Bu okullara öğretmen yetiştirmek üzere bazı öğretmen
okullarında özel sınıflar açılmalıdır.

V. MÜZELER ve KÜTÜPHANELER
1. Yurdumuzun tarihî zenginliklerinin yurt dışına kaçırılması önlenmeli,
halkta sanat ve tarih bilincinin gerçekleşmesi için müzelerimizin
zenginleştirilmesi yanında il ve ilçelerimizde müzelern açılması, halkın müzelerden
faydalanması için gerekli tedbirlerin alınması sağlanmalıdır.
2. Halkın görgüsünü artırmak için gezici sergiler açılmalıdır.
3. Özgür bir öğrenme ve eğitim ortamının yaratılıp demokrasi bilincinin
genç kuşakların zihnine yerleştirilmesi için. Bakanlar Kurulunca
yapılan kitap yasaklama işleri, Anayasaya uygun ölçülere dayandınlmalıdır.
4. insanlık kültürünün gelişmesini sağlayan klâsiklerin çeviri çahşnialari
hızlandırılmalıdır.
5. îl, ilçe ve köy genel kitaplıklarının kurulmasının hızlandırılması
gereklidir.
VI. ÜNİVERSİTE VE YÜKSEK OKULLAR

1. Üniversiteler ve yüksek öğretim kurumlarının yurda dengeli bit
şekilde dağılması sağlanmalıdır. Bunun bölge plancılığı ilkejerine uygım.
yeni kültür ve bilim merkezlerinin, özellikle doğu illerinde kurulup gelişmesi
için üniversitelerden birer manivela gibi faydalanmak yoluna gidilmeli vskültürel
erozyonu önleyecek tedbirler alınmalıdır.
2. Orta dereceli okullara öğretmen yetiştiren yüksek okullar, özerk
bir kuruluş altında birleştirilmelidir.
3. Üniversiteler ve yüksek öğretim kurumlan seminerlerinin gereksinmelerini,
gerçeklerini araştırarak bölge kalkınmalarını sağlama çalışmalarında
etkin olmalıdır.
4. Bu kurumlar yurt gereksinmelerinin ölçüleri dikkate alınarak
belli plânlara göre kurulmalı ve eleman yetiştirilmelidir.
5. Yüksek öğrenim gençliğinin gereksinmelerini karşılayacak ölçüde
yurt, spor, eğlence ve benzeri tesisler kısa zamanda sağlanmalıdır.
6. Öğrenciler fakültelerinin yönetiminde ve programlarının hazırlanmasında
etkin rol almalıdır.
7. Fakültelerin öğretim üyeleri ve öğrencilerinin seminer,” araştırma
ve buna benzer çalışmaalnnda köy konularına özel yer ayrılmalıdır.
8. Üniversite ve yüksek okullarda her öğrenci öğrenim süresi içinde
üç aydan az olmamak koşuluyla köyde, köylünün içinde staj yapmalıdır.
9. Yüksek dereceli özel okullar Anayasa’mizm 120. maddesine aykırı
kuruluşlar olduklarından en kısa zamanda devletleştirilmelidirler.

VII. ULUSAL AMAÇLARA VARDIRICI ARAŞTIRMA VE UZMANLIK
KURUMLARI

Toplum olaylarının gelişmesinde kendine özgü koşullar vardır. Toplumları
belli aşamalardan geçirmek, geliştirip ilerletmek için, önceden saptanmış
amaçlara uygun, metodlu ve geniş araştırmalar yapılacak, bunların sonuçlan
isabetle değerlendirilecektir.
Günümüzün koşulları hiçbir sosyal olayın tesadüfe bırakılmamasını
öngörür. Bunun için türlü konularda araştırma ve incelemeler yapılması
zorunludur. Bu araştırma ve inceleme işi için özerk üniversitelerde çalışan
kuruluşlar bulunmaktadır. Bu kuruluşların görevlerini yaptığına inanmak
isteriz. Ancak bu tür çalışmaların sonuçlan kamu oyuna yansıtılmış, devlet
yönetiminde etkili olmuş görünmemektedir.
Araştırma kurumlarından umulan yaygın ve etkin hizmetleri sadece
üniversitelerden bekleyemeyiz. Üniversiteler dışında da özel girişimleri ile
araştırmalar yapan kişiler ve örgütler vardır. Bunlara metod tavsiye etmek,
örnekler göstermek, yapmakta ölduklan araştırmalan değerlendirmek gereği
ortadadır.
Komisyonumuz bu amaçla TÖS bünyesinde bir araştırma merkezi kurulmasını,
bu merkez aracılığı ile üniversite araştırmalannı izlemesini, kişisel
araştırmacılan desteklemesini önemle önerir.
VIII. ÇALIŞANLARIN ÇOCUKLARI İÇÎN KURUMLAR

Mevzuatımız içinde çalışan çocuklar için olduğu kadar, çalışanlann çocukları
için de yeterli hükümler vardır. Hazin olan, bu hükümlerin uygulanmaması
bir yana, hatıra bile getirilmemesidir. Bu durum doğan çocuklarından
binde 400 ünü 12 yaşından önce toprağa veren bir ulus için çok acıdır.
Meclislerin, icra organlarının, adalet mercilerinin uygulanmaması sorumluluğunu
taşıdığı kanunlar ortada durup dururken, yurtta yaygın ve yadırganmaz
hale gelen çocuk sefaleti, çocuk perişanlığı karşısında insanın
ızdırap duymaması olası değildir. Nüfusunun % 42 sini 18 yaşından küçük
olanların teşkil ettiği bir ulus buna en kısa zamanda son vermelidir.
IX. HALK EĞİTİMİ

Halk eğitiminin aşağıda belirtilen görevleri yapabilecek şekilde bir örgütlenme
kanunu en kısa zamanda çıkanlmalıdır:
î. Halk eğitimi örgütlerinin öncülüğünde ilkokullar aracılığıyla okuma
yazma eğitimi için Ulus Okulları çalışmalarına yeniden dönülerek ümmiliğin
giderilmesi mutlaka başanlmalıdır.
2. Gezici sanat kurslan yaygın hale getirilmeli, kurslan bitirenler gerekli
üretim araçlanyla donatılmalıdır.
3. Halk eğitimi çahşmalan için her derecedeki okulardan yararlananmalıdır.
Bu okullar okul sonrası eğitimi için çevrenin özelliklerine uygun kurslar
açmakla görevlendirilmelidir.
4. Halk eğitimi örgütü içerisinde kadın eğitimini özellikle ele alacak
programlar geliştirilmelidir.
5. Halk eğitimini örgütlerinde köy kooperatifçileri yetiştirme çalışmalarına
yer verilmelidir.
6. Halk eğitimi çalışmalarına katılan bütün resmî örgütler çalışmalarını
il halk eğitimi ile beraber planlanmalıdır.
7. Köy halk eğitimi çalışmalarının merkezi, “Köy Bölge Okulları” olmalıdır.
8. Halk Eğitimi örgütleri her derecedeki öğrenci, meslek örgütleri ve
halkevleriyle işbirliği yapmalıdırlar.
X. BEDEN EĞİTİMİ

Herşey göstermektedir ki okullarımızda uygulanan Beden Eğitimi de,
genel spor hareketleri gibi eğitsel amacını yitirmiş gibidir. Bazı okul yöneticilerinin
spor yapan öğrencilere karşı ayırıcı bir ilgi gösterdikleri gözden
kaçmamaktadır. Bu davranışın beden eğitimini amacından uzaklaştıran, yozlaştıran
bir etki yaptığı söylenebilir.
Beden eğitimi çalışmalarının daha düzenli yapılmasına, toplumsal amaçlara,
gençler arasında dostluk bağlarının kuvvetlendirilmesine yarar bir hale
getirilmesi gereğine inanıyoruz.
XI. DİN EĞİTİMİ

ikinci Dünya Savaşım izleyen günlerde, özellikle çok partili döneme girildikten
sonra, toplumumuzda aydın din adamı ihtiyacını savunanlar çoğalmış,
son 20 yılda din eğitimi yapan birçok kurumlar açılmıştır. Yalnız
izinli ve izinsiz çalışan Kur’an kurslarının sayısı, 40.000’i aşmış bulunmaktadır.
Son 20 yılın denemesi, aydın din adamı yetiştirme amacının gerçekleşmediğini
göstermektedir.
Şöyle ki, îmam – Hatip okulları, Yüksek islâm Enstitüleri 50 yıl öncesinin
özlemini taşıyan tutucu bir zümrenin etkisi ve kontrolü altına girmiştir.
Nurculuk gibi şeriatçılığa kadar varan öteki akımların güçlenmesi de
insiyatifin son 20 yılda gerici sınıfların elinde toplandığım, hiçbir zaman aydın
bir din adamı kitlesinin eline geçmediğini göstermektedir. Gelecekte,
bugünkü din adamı yetiştiren okulların, aydın din adamı yetiştirebileceği
umudunu beslemek ise, hayale kapılmak demektir.
Müslümanlıkta ruhban sınıfının bulunmadığı gerçeği yanında bugünkü
akımın çok yakın zamanda büyük mezhep çatışmalarına ve hattâ düşmanlıklara
sebep olacağı muhakkaktır. Buna’ karşı Şûramız görüşü doğrultusunda
kesin kararlar alınması zorunludur.
Rapor okundu oybirliği ile kabul edildi.

DEVRİMCİ EĞİTİM ŞURASI
İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ Sayfa(Bş-Bt):5-8

GENEL BAŞKAN FAKİR BAYKURT?UN DEVRİMCİ EĞİTİM ŞÜRASI?NI AÇIŞ KONUŞMASI Sayfa(Bş-Bt):15-28

KOMİSYON – 1 DEVRİMCİ EĞİTİMİN AMAÇLARI İLKELERİ YÖNTEMİ Sayfa(Bş-Bt):29-36

KOMİSYON – 2 GERİ KALMIŞ ÜLKELERİN EĞİTİMİ ÜZERİNDE EMPERYALİST ve KAPİTALİST ETKİLERİ Sayfa(Bş-Bt):37-115

KOMİSYON – 3 ANAYASADA EGlTİM İLKELERİ ve ÜLKEMİZDEKİ TEMEL ÇELİŞKİLER Sayfa(Bş-Bt):117-138

KOMİSYON – 4 BUGÜNKÜ EĞİTİM KURUMLARI ve YENİ KURUMLARA İHTİYAÇ Sayfa(Bş-Bt):139-250

KOMİSYON – 5 TÜRK TOPLUMUNUN KÜLTÜR ve SANAT SORUNLARI Sayfa(Bş-Bt):251-300

KOMİSYON – 6 TÜRK EĞITIMINDE ÖĞRENCI SORUNLARI Sayfa(Bş-Bt):301-366

KOMİSYON – 7 KÖY ENSTİTÜLERİ UYGULAMASINDAN ÇIKAN SONUÇLAR Sayfa(Bş-Bt):367-394

KOMİSYON – 8 EKONOMİK ve TEKNOLOJİK AÇIDAN DEVRİMCİ EĞİTİM Sayfa(Bş-Bt):395-422

KOMİSYON – 9 TÜRK EĞİTİMİNDE ÖĞRETMENİN YERl ve SORUNLARI Sayfa(Bş-Bt):423-474

KOMİSYON – 10 TÜRK EĞİTİMİNİN PLANLANMASI Sayfa(Bş-Bt):475-498

ŞÛRA BİLDİRİSİ Sayfa(Bş-Bt):499-502

TÜRKİYE ÖĞRETMENLER SENDİKASI GENEL BAŞKANI FAKİR BAYKURT?UN KAPANIŞ KONUŞMASI Sayfa(Bş-Bt):502-505

DEVRİMCİ EĞİTİM ŞÜRASI’NDAN NOTLAR Sayfa(Bş-Bt):507-508

ŞÜRA’YA KATILANLAR Sayfa(Bş-Bt):509-521

Exit mobile version