ALFRED ADLER: “Aşağılık duygusu, insanları durumlarını iyileştirmeye yönelten bir nedendir.”

Aşağılık ve Üstünlük Kompleksi

Bireysel psikolojinin bulgulamalarından biri olan “aşağılık kompleksi”, öyle görülüyor ki bütün dünyada bilinir duruma gelmiştir. Pek çok ekolden psikologların benimsedikleri bu deyimden, muayenehanelerinde hastalarını tedavi ederken yararlandıklarını görmekteyiz. Ne var ki bu deyimi (her zaman) doğru dürüst anladıklarından ya da kullandıklarından hiç de emin değilim. Örneğin, kendisinde aşağılık kompleksi bulunduğunu hastaya söylemek, tedavi çalışmalarımızda bizi hiç de ileriye götürecek bir davranış değildir; böyle davranmakla, kendisindeki aşağılık kompleksiyle nasıl başa çıkacağını hastaya göstermemiş, tersine kompleksi daha da derinleştirip güçlendirmiş oluruz.

Bizim yapacağımız, hastanın yaşam üslubunda dile gelen yılgınlığı teşhis etmek, özgüven duygusundan yoksun olduğu noktayı titizlikle saptayıp kendisini bu noktada gereken cesaretle donatmaktır. Bir nevrozluyu başka nevrozlulardan ayıran, kendisinde bir aşağılık kompleksi bulunup başkalarında bulunmayışı değildir. Bir nevrozluyu başka nevrozlulardan ayıran, onun yaşamın yararlı tarafında kalma gücünü hangi durumlarda göstermediği, onun kendi çaba ve etkinlikleri için belirlediği sınırlardır. Nasıl ki başı ağrıyan birine “Sizin başınız ağrıyor, bütün derdiniz bu” demekle ondaki baş ağrısını gideremezsek, nevrozlu kimseye de “Sizde aşağılık kompleksi var” demekle yılgınlığını pek ortadan kaldıramayız.

Çok sayıda nevrozlu, kendilerini yetersiz hissedip hissetmedikleri sorusuna “hayır” karşılığını verecektir. Hatta bazıları şöyle yanıtlayacaktır soruyu: “Tam tersi. Çevremdeki insanlardan üstün olduğumu pekâlâ görmekteyim.” Nevrozlu kimseye böyle bir soru yöneltmemizin bir gereği yoktur; onun yalnızca davranışını gözlemlemek bize yetecek, söz konusu kişinin önem ve değerine kendini inandırmak için ne gibi numaralara başvurduğunu davranışı bize gösterecektir. Örneğin, üstünlük taslayan biriyle karşılaştık mı, bu davranışıyla onun şöyle demek istediğini tahmin edebiliriz: “Başkaları beni görmezden geliyor. Ben de onlara kendimi kanıtlamak istiyorum.” Konuşurken var gücüyle ellerini kollarını oynatan birine rastladık mı, davranışından içinde şöyle bir duygunun yaşadığı sonucunu çıkarabiliriz: “Elimi kolumu oynatarak vurgulamazsam, sözlerimin hiçbir ağırlığı olmaz.” Başkalarından üstünmüş gibi davranan kişilerde bir aşağılık kompleksinin olabileceğini ve kompleksin pek büyük çabalarla gizli tutulmaya çalışıldığını düşünebiliriz. Boyunun fazla küçük olduğu tasası içinde yaşayan biri, boyunu büyük göstermek için parmaklarının ucuna basarak yürür adeta. Özellikle bu davranışı, boylarını birbirleriyle karşılaştıran çocuklarda bazen izleyebiliriz. Ötekilerden daha kısa olduğunu düşünen çocuk uzanıp gerinir, vücudunu dimdik tutmaya çalışır, boyunu olduğundan daha uzun göstermeye çaba harcar. “Boyunun yeterince uzun olmadığına inanıyor musun?” sorusunu yönelteceğimiz böyle bir çocuktan, boyunun kısalığını kabullenip bunu açıkça söylemesini pek bekleyemeyiz.

Dolayısıyla, güçlü bir aşağılık kompleksini içlerinde barındıran kimselerin mazlum, sakin, çekingen ve yumuşak başlı kimselermiş gibi bir görünüm sergileyeceği hiç de doğru değildir. Yetersizlik duygusu binlerce değişik kılıkta açığa vurabilir kendini. İlk kez hayvanat bahçesine götürülen üç çocuğa ilişkin bir anekdotu aktararak belki bunu somut şekilde anlatabilirim. Bir aslan kafesinin önüne geldiklerinde çocuklardan biri annelerinin arkasına saklanarak şöyle der: “Eve gitmek istiyorum.” Olduğu yerden kıpırdanamayan ikinci çocuk ise benzi sapsarı kesilip titreyerek: “Hiç korkmuyorum, ama hiç!” der. Aslana dik dik bakan üçüncü çocuk ise annesine dönüp: “Yüzüne tüküreyim mi şunun?” diye sorar. Gerçekte üç çocuğun üçü de aslan karşısında bir yetersizlik duygusuna kapılmış, ama her biri içindeki duyguyu başka biçimde, kendi yaşam üslubuna uygun olarak bunu dile getirmiştir.

Belli bir ölçüde hepimizde aşağılık duygusunun olduğunu söyleyebiliriz; çünkü hepimiz de canla başla düzeltmek, iyileştirmek istediğimiz konumlarda bulunuruz. Cesaretimizi yitirmemişsek, konumumuzu iyileştirip içimizdeki aşağılık duygularından dolaysız, gerçeğe uygun ve memnunluk verici bir şekilde kurtulmaya çalışırız. Hiç kimse yoktur ki bir aşağılık duygusuna uzun süre katlanabilsin; içindeki bu duygu bir gerilim durumuna sokar insanı, gerilim de onu bütün amansızlığıyla bir eylemde bulunmaya zorlar. Ama diyelim ki yılgınlığa kapılmış biridir bu insan; gereği gibi çaba harcaması halinde durumu düzeltebileceğine inanmamaktadır. Beri yandan, içindeki aşağılık duygularına da daha fazla katlanacak gücü kalmamıştır; bu duygulardan kurtulmak için savaşacak, ama bunu öyle yöntemler izleyerek yapacaktır ki, durumunda herhangi bir iyileşme sağlayamayacaktır. Amacı güçlüklerin üstesinden gelmektir; ama karşılaştığı engelleri yenmeye çalışacakken, bir üstünlük duygusuna kavuşana kadar kendisini uyutacak, bir esriklik durumuna sokacaktır. İçindeki aşağılık duyguları ise giderek güçlenecektir; çünkü bunların yol açtığı durum değişmeden sürüp gidecek, aşağılık duygularının meydan okuyuşu varlığını ileride de koruyacaktır. Bu durumda attığı her adım söz konusu kişiyi kendini daha çok aldatmaya yöneltecek, sorunları giderek artan bir dayatmayla onu ezip bunaltacaktır. Kendisini anlamadan böyle bir kişinin devinimlerini gözden geçirdik mi, bunlar durumu düzeltmeye yönelik değil de, rasgele devinimlermiş gibi bir izlenim bırakır üzerimizde. Ne var ki onun da herkes gibi karşılaştığı güçlüğün üstesinden gelmek için savaştığını, ama ortadaki nesnel koşulları değiştirebilme umudunu yitirdiğini kavrar kavramaz, tüm girişim ve çabalarında bir tutarlılığın varlığını hemen algılarız. Böyle bir kişi kendini güçsüz hissediyorsa, kendini güçlü hissedeceği durumlara sığınmaya çalışacaktır. Daha güçlü olmaya, durumu daha aklı başında değerlendirmeye değil, kendine daha güçlüymüş gibi bakabilmenin yolunu arayacaktır; ne var ki kendi kendini aldatmaya yönelik çabalarında yalnızca belirli ölçüde bir başarı elde edebilecektir. Meslek yaşamında karşılaştığı sorunların üstesinden gelecek gücü içinde hissetmedi mi, belki aile yaşamında zorba biri gibi davranıp önemli bir kişi olduğuna kendi kendini inandıracaktır. Böyle bir yol izleyerek kendini kandırabilirse de, içindeki aşağılık duyguları kaybolmayıp ileride de varlığını sürdürecektir. Eski durumun yarattığı aynı aşağılık duygularıdır bunlar, ruhsal yaşamının temelinde sürekli bir akıntı halinde yaşar giderler. Böyle bir durumda haklı olarak bir aşağılık kompleksinden söz edebiliriz.

Artık bir aşağılık kompleksinin tanımını yapmanın zamanı gelmiş bulunuyor. Aşağılık kompleksi, insanın yeterince uyum sağlayamadığı ya da üstesinden gelecek donanıma sahip olamadığı bir güçlük karşısında doğup çıkar ve karşılaşılan güçlüğün üstesinden gelinemeyeceği inancıyla kendini açığa vurur. Bu tanıma göre öfke bir aşağılık kompleksinin dışavurumu olabileceği gibi, gözyaşları ve kendini bağışlatmak istemeler de yine böyle bir kompleksin dışavurumu olabilir. Aşağılık duygusu organizmada bir gerilime yol açacağı için, böyle bir kimsede her zaman üstünlük duygusu doğrultusunda gerilimi giderici bir devinimle karşılaşılır, ancak sorunun çözümü doğrultusunda bir devinim değildir bu. Dolayısıyla, üstünlük duygusu sağlamaya yönelik devinim, yaşamın yararsız tarafında yer alır. Gerçek sorunun çözümü ileri bir tarihe ertelenir ya da rafa kaldırılır. Etkinlik alanı küçültülür giderek, başarı yönünde ilerlenecekken yenilgilerden kaçmaya çalışılır. Aşağılık kompleksini içinde barındıran kişi adeta duraksar, olduğu yerde dikilip kalır, hatta güçlükler karşısında geriler.

Böyle bir davranışı meydan korkusunda (agorafobi) açık seçik gözlemleyebiliriz. Bu belirti, şöyle bir inancın dışavurumudur: “Fazla ileriye gitmemeliyim. Bana aşina koşulların dışına çıkmamalıyım. Yaşam tehlikelerle doludur, bu tehlikelerle karşılaşmamaya bakmalıyım.” Böyle bir davranışa kesinlikle bağlı kalacak insan odadan dışarı adımını atmaz ya da bütün zamanını yatakta yatarak geçirir. Güçlükler önünde gerilemenin en belirgin dışavurumu intihar olayıdır. İntiharla, yaşamın güçlükleri karşısında pes edildiği açığa vurulur, durumu düzeltmek için elden hiçbir şey gelmediği inancı dile getirilir. İntiharın her zaman bir suçlama, bir öç alma anlamına geldiğini düşündük mü, bu eylemin temelinde bir üstünlük çaba ve eğiliminin yattığını anlayabiliriz. Canına kıyan herkesin, ölümünden sorumlu tutmak istediği biri vardır. İntihara kalkışan kişi şöyle söylemek ister adeta: “Ben insanlar arasında en ince duygulu, en hassas biriydim, ama sen alabildiğine zalim davrandın bana.”

Her nevrozlu etkinlik alanını şu ya da bu noktada sınırlar, içinde bulunduğu durumla olabildiğince yüz yüze gelmemeye çalışır. Üç temel yaşam sorunuyla kendisi arasına bir uzaklık koymaya çalışır, üstesinden geleceğine inandığı koşulların dışına çıkmamaya bakar. Bu davranışıyla kendisi için dar bir kulübe kurup çatar, kapısını kapar kulübenin, yaşamını rüzgârdan, güneş ışığından ve temiz havadan uzak bir ortamda geçirir. Övünüp caka satarak mı, yoksa ağlayıp sızlayarak mı çevresindekileri parmağına dolamak isteyeceği, gördüğü eğitime bağlıdır. Bunun için, daha önce deneyip de güttüğü amaçlara ulaşmada hepsinden etkili olduğuna inandığı bir yol seçecektir. Bazen seçtiği yöntemden memnun kalmayarak bir başka yöntem izlemeye koyulur. Hangi yöntemi seçerse seçsin, amaç aynıdır: Ciddi çalışmalarla durumu düzeltmek zorunda kalmaksızın bir üstünlük duygusuna ulaşmak. Çevresindekileri en etkili biçimde gözyaşlarıyla sus pus edeceğini anlayan yılgınlığa kapılmış bir çocuk, dokunsan ağlayacak biri olup çıkar zamanla; böyle bir çocukla ilerideki melankolik erişkin arasındaki yol ise fazla uzun ve dolambaçlı değildir. Benim “su gücü” diye nitelediğim gözyaşları ve sızlanmalar, toplumun rahatını kaçırmada ve başkalarını kendine kul köle yapmada son derece etkin bir araçtır. Gerek böylelerinde, gerek içlerinde suçluluk duygusu barındıran ürkek ve utangaç insanlarda aşağılık kompleksi, ruh yaşamının hemen üst yüzünde karşımıza çıkar; bu kişiler kendilerine bakacak güç ve yetenekten yoksunluklarını ağızlarıyla itiraf ederler. Genellikle saklayıp gizledikleri şey, alabildiğine yüksekte saptadıkları üstünlük amaçlarıdır, her ne pahasına olursa olsun herkesten öne geçme istekleridir. Pek övüngen bir çocuk üstünlük amacını ilk bakışta ele verir; ne var ki sözlerinden çok davranışlarına iyice dikkat ettik mi, açığa vurmayarak içinde sakladığı aşağılık duygusunu hemen görebiliriz.

Oedipus kompleksi denilen kompleks, gerçekte nevrozlunun “dar” kulübesini anlatan seçkin bir örnekten başka bir şey değildir.

Aile çevresi dışında sevgi sorunuyla yüz yüze gelmekten korkup çekinen bir insan, bu sorunun üstesinden gelecek gücü gösteremez. Etkinlik alanını aile çevresiyle sınırlı tutan bir kişinin cinsel eğilimlerinin de bu sınırlar dışına çıkamadığını görmek bizi şaşırtmayacaktır. İçlerindeki güvensizlik duygusuyla kendilerine en yakın birkaç kişi dışında başkalarına ilgi göstermeye yanaşmayan kimselerdir bunlar. Başkaları karşısında şimdiye kadar alıştıkları efendi rolünü oynayamayacaklarından korkarlar. Anneleri tarafından el bebek gül bebek büyütülen, her isteklerinin yerine getirilmesini başkalarından haklı olarak bekleyebilecekleri inancı içinde yetiştirilen, aile dışında ortaya koyacakları bağımsız çabalarla başkalarının ilgi ve sevgisini kazanmak diye bir şeyi asla yaşamamış bütün çocuklar, Oedipus kompleksinin kurbanlarıdır. Erişkin kimseler olduklarında da annelerinin eteklerine yapışıp bırakmazlar. Sevgide kendileriyle eşit haklara sahip bir arkadaş değil, hizmetlerine koşacak birini arar, destek ve yardımına en çok güvenecekleri kimse olarak da annelerini görürler. Yeter ki ortada kendisini şımarık büyütecek, başka insanlara ilgi duymasını sağlamaya yanaşmayacak bir anne, kendisine umursamazlık ve soğuklukla davranacak bir baba bulunsun, her çocukta bir Oedipus kompleksi yaratma olasılığı vardır.

Sınırlandırılmış devinim tablosu, bütün nevrozlarda karşımıza çıkar. Kekeme çocukların konuşma tarzında bunlardaki kararsız tutumu izleyebiliriz; içlerindeki az buçuk toplumsallık duygusu, kendilerini çevrelerindeki arkadaşlarla ilişki kurmaya yöneltir, beri yandan aşağılık duyguları ve bir girişimde bulunmakta duydukları korku toplumsallık duygusuyla çatışır, bu çatışma da konuşmalarında tökezlemelere yol açar. Okulda arkadaşlarından geri kalan çocuklar, otuzuna gelmiş, hatta otuzunu aşmışken hâlâ bir meslek edinemeyenler ya da evlenme işini bugünden yarına erteleyen erkek ve kadınlar, dönüp dolaşıp aynı davranışı yinelemekten kendilerini alamayan saplantı nevrozuna yakalanmış kişiler, uykusuzluk çeken, bir sonraki günde yapılacak işleri düşüne düşüne kahrolan insanlar, bunların hepsi de aşağılık kompleksine örnek gösterilecek kimselerdir; söz konusu kompleks, yaşamsal sorunların çözümünde ilerlemeler kaydetmekten kendilerini alıkoyar. Mastürbasyon, erken boşalma, iktidarsızlık ve sapıklık, karşı cinsle ilişki kurmada yetersizlik korkusundan doğup çıkmış kararsız bir yaşam üslubunun belirtileridir. “Neden bu yetersizlik korkusu?” diye soracak olursak, korkuya eşlik eden egemenlik amacını karşımızda buluruz. Soruya alacağımız yanıt ancak şu olabilir: “İnsan fazlasıyla büyük bir başarıya kavuşmayı amaç edinmiştir de ondan.”

Aşağılık duygusunun aslında patolojik nitelik taşımadığını söylemiştik. Aşağılık duygusu, insanları durumlarını iyileştirmeye yönelten bir nedendir. Örneğin, bilim dediğimiz şeyin de oluşumunu sağlayan biricik koşul, insanların kendi bilgisizliklerini acı bir şekilde duyumsamaları ve geleceği önceden görmeye olan büyük gereksinimleridir. Bilim, insanların durumlarını iyileştirmeye, evren konusunda daha çok bilgi edinip onu daha geniş çapta egemenlik altına almaya yönelik çabalarının bir sonucudur. Hatta bana öyle geliyor ki bütün uygarlığımızın temelinde aşağılık duyguları yatmaktadır. Bizim gezegeni dışarıdan gelip görecek tarafsız bir gözlemci, şu sonuca varacaktır kuşkusuz: “Bütün o toplumsal kurum ve kuruluşları, kendilerini güvence altına almaya yönelik girişimleri, evlerinin üzerinde yağmuru geçirmeyen çatıları, ısınmak için giydikleri giysileri, trafiği kolaylaştırmak için yapılmış yollarıyla bu insanlar yeryüzü sakinlerinin anlaşılan en güçsüzleridir.” Ve bir bakıma insanlar gerçekten de yeryüzündeki yaratıkların en güçsüzüdür. Örneğin, biz insanlarda bir aslanın ya da bir gorilin gücü bulunmaz, pek çok hayvan yaşamın güçlükleriyle başa çıkma konusunda bizlerden daha üstün bir donanım sahibidir. Kimi hayvanlar da vardır, kümeler oluşturarak, sürüler halinde bir araya gelerek güçsüzlüklerini gidermeye çalışır. Ama dünyanın hiçbir yerinde insanlardaki kadar değişik ve iyi örgütlenmiş toplumlara rastlanmaz. İnsan yavrusu hayli güçsüz konumdadır, büyüyünceye kadar pek çok yıl sürecek bir bakım ve korunmayı gereksinir. İnsan denilen varlığın yaşamının belli bir döneminde insan ailesinin en genç ve en güçsüz üyesini oluşturduğu, toplumun koruyuculuğundan yoksun insanların tümüyle çevrenin kaprislerine teslim olacağı düşünülürse, toplumsallık duygusuna sahip olacak şekilde yetiştirilmeyen bir çocuğun karamsarlığa ve aşağılık kompleksine kapılmaktan asla yakayı kurtaramayacağını anlamak zor değildir. Beri yandan, toplumla işbirliğine en çok eğilimli insanın karşısına bile yaşamın durmadan yeni sorunlar çıkaracağını da anlamıyor değilim. Hiç kimse çevresinde başlıca sözü geçen kişi konumunu ele geçirmeden, en son ve en kesin üstünlük amacına erişmiş sayılamaz. İnsanın ömrü pek kısa, kendisi ise pek güçsüzdür. Üç yaşam sorununda her zaman için daha zengin, daha doyurucu çözümlere ulaşma olanağı vardır. Bizler belli bir çözüme her seferinde biraz yaklaşabilir, elimize geçen şeyle asla yetinip rahatlayamayız. Her zaman savaş sürüp gider; ama savaşma ancak toplumla işbirliğine hazır insanlarda umut vaat eden, verimli, ortak durumumuzun gerçekte iyileştirilmesine yönelik nitelik taşır.

Sanırım hiç kimse, bizim en yüksek yaşam amacımıza kesinlikle erişemeyecek oluşumuzdan yakınmayacaktır. Tek bir kişinin ya da bütün insanlığın bundan böyle hiçbir güçlüğün kendilerini beklemediği bir aşamaya eriştiklerini kafamızda tasarladık mı, böyle bir durumda yaşamın pek sıkıcı olacağı duygusu ister istemez içimizde uyanacaktır. En yüksek yaşam amacına erişilmesi durumunda ileride gerçekleşecek her şey önceden görülebilecek, önceden hesaplanabilecektir. Bir sonraki şaşırtıcı olanakları beraberinde taşıyıp getiremeyecek, geleceğe yönelik merak dolu hiçbir beklenti söz konusu olamayacaktır. Yaşamın bizim için güzelliği, albenisi, her şeyden önce bir kesinliği içermeyişinden kaynaklanır. Her şeyden haberimiz olsa, her şeyi bilseydik, tüm tartışmalar, tüm keşifler sona ererdi. Bilim denilen şey ortadan kalkar, çevremizdeki evren üst üste iki kez anlatılmış bir öykü gibi bize sıkıcı gelmeye başlardı. Henüz ulaşılamamış amaçları düşündürüp gönlümüzü hoşnutlukla dolduran sanat ve din bir anlam taşımaktan çıkardı. Yaşam kaynağının o kadar kolay tüketilmezliği, bizim için büyük bir mutluluktur. İnsanların savaşımı asla sona ermez, her zaman karşımızda yeni sorunlar bulur ya da bunları icat eder, toplumsal çalışma ve başarıların yeni olanaklarını yaratabiliriz. Nevrozluların bu yoldaki çabaları başından beri sınırlıdır, ürettikleri çözümler düşük düzeyde, karşılaştıkları güçlükler yeterince büyüktür. Normal insan giderek daha doyurucu çözümlere ulaşıp, eski çözümleri geride bırakarak yeni sorunlar ve çözümlere yönelebilir. Böylece başkaları için yararlı işler yapacak yeteneğe kavuşur; geriden topallayarak yürüyüp gelmez ve diğer insanlar için bir yükümlülük oluşturmaz, kendisine özel ilgi gösterilmesini gereksinmez ya da böyle bir istekte bulunmaz, cesaret ve bağımsızlıkla ilerleyerek sorunlarını ruhundaki toplumsallık duygusuyla uyum içinde çözmeye çalışır.

Üstünlük amacı her insanda bir kişisellik ve biriciklik damgasını taşır, temelinde yaşama verilen anlam yatar ve bu anlam sözcüklerle dile getirilebilecek gibi değildir. İnsanın yaşam üslubu üzerine inşa edilmiştir bu anlam ve insanı kendisi tarafından yaratılmış bir ezgi gibi sarıp sarmalar. Hiç kimse yoktur ki, üstünlük amacını kesin olarak sözcüklere dökülebilecek gibi yaşam üslubunda açığa vurabilsin. Herkes bir belirsizlik içinde dile getirir onu, dolayısıyla bizler söz konusu kişinin bize sunduğu ipuçlarından yola koyularak bunun nasıl bir yaşam üslubu olduğunu saptamak zorundayız. Bir yaşam üslubunun anlaşılması, bir şiirin anlaşılmasına benzer. Şair, şiirinde sözcükler kullanır ister istemez; ama güttüğü niyetler, salt kullandığı sözcüklerden fazla bir şeydir. Niyetlerinden en büyük bölümü keşfedilmeyi ister bizden, satırların arasında okumamızı gerektirir.

Alabildiğine incelikli ve karmaşık bir yaratı ürünü olan yaşam üslubunda da durum aynıdır. Psikologlar da satırlar arasında okuma becerisini elde etmek, yaşamsal dışavurumların nasıl değerlendirileceğini öğrenmek zorundadır.

Başka türlü de olması düşünülemez. İnsan ilk dört ya da beş yaşına kadar kendine bir yaşam amacı saptar, böyle bir yaşam amacına da matematiksel bir yöntemle değil, karanlıkta el yordamıyla, yarı anlaşılmış duyguların yardımına başvurularak, ele geçirilecek ipuçlarından yola çıkılıp, açıklamalar peşinde körlemesine koşturularak ulaşılır. Üstünlük amacı da buna benzer biçimde el yordamıyla ve tahminlerle saptanır; yaşama susamış, dinamik bir eğilimdir bu amaç, harita ve coğrafya açısından belirlenmiş bir nokta değildir.

Alfred Adler
Yaşamın Anlam ve Amacı
Çevirmen: Kâmuran Şipal
Say yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir