Kafka; Dava romanında adalet sistemini, keyfi ve öngörülemez bir şekilde işlerken adaletin evrensel bir ilke olmaktan ziyade güç ilişkilerine bağlı olduğunu mu öne sürüyor?

Adaletin Keyfi Doğası

Kafka’nın Dava romanında, Josef K., bir sabah sebepsiz yere tutuklandığını öğrenir; ancak ne suçlandığı suç ne de yargı sürecinin işleyişi hakkında net bir bilgi verilir. Bu belirsizlik, adalet sisteminin keyfi ve öngörülemez doğasını ortaya koyar. Hukuk, evrensel bir ahlaki ilke veya rasyonel bir düzen olarak değil, bireyi kontrol eden, soyut ve anlaşılmaz bir güç mekanizması olarak işler. Bu tasvir, adaletin Kantçı anlamda evrensel bir kategoriden ziyade, Foucault’nun güç analitiğinde belirttiği gibi, toplumsal ilişkiler ağında şekillenen bir pratik olduğunu öne sürer. Adalet, Dava’da, hukukun üstünlüğü idealinden koparak, otoritenin manipülatif bir aracı haline gelir.

Adaletin Güç İlişkilerine Bağımlılığı

Kafka’nın adalet sistemi, güç ilişkilerinin bir yansıması olarak okunabilir. Roman boyunca, mahkeme sistemi, hiyerarşik bir yapı içinde işler; ancak bu hiyerarşi, şeffaf veya hesap verebilir değildir. Mahkeme memurları, avukatlar ve yargıçlar, görünmez bir otoritenin uzantılarıdır ve bu otorite, bireyin erişemeyeceği bir üst-düzeyde konumlanır. Bu, Weber’in bürokrasinin rasyonel ve impersonal doğasına dair analizine ters düşer; zira Kafka’nın bürokrasisi, rasyonel olmaktan çok, keyfi ve irrasyonel bir tahakküm biçimidir. Adalet, bu bağlamda, hukuk kurallarının nesnel bir uygulamasından ziyade, güç sahiplerinin (veya görünmez bir otoritenin) çıkarlarını koruyan bir araçtır.

Josef K.’nın mahkeme ile etkileşimleri, bu güç dinamiklerini açıkça gösterir. Örneğin, mahkeme salonundaki kaotik atmosfer, yargıçların düşük statülü memurlarla olan ilişkileri ve K.’nın suçunun belirsizliği, adaletin bireyi disipline etmek için kullanılan bir performans olduğunu düşündürür. Bu, Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu’nda tartıştığı panoptik kontrol mekanizmasına benzer: Birey, sürekli bir gözetim ve yargılama altında olduğunu bilir, ancak bu yargının kaynağı veya amacı belirsizdir. Adalet, böylece, bireyi itaatkâr bir özne haline getiren bir disiplin teknolojisi olarak işlev görür.

Evrensel Adalet İdeali ve Çöküşü

Evrensel adalet, Aydınlanma felsefesinde, akla dayalı, eşitlikçi ve nesnel bir hukuk düzeni olarak tasavvur edilir. Rousseau’nun toplumsal sözleşme teorisi veya Kant’ın kategorik imperatif ilkesi, adaletin evrensel ve ahlaki bir ilke olarak herkes için bağlayıcı olduğunu savunur. Ancak Kafka, Dava’da bu ideali tersyüz eder. Mahkeme, evrensel bir hukuk ilkesine dayanmaz; aksine, bireyleri keyfi bir şekilde suçlayan ve cezalandıran bir labirenttir. Bu, adaletin evrensel bir ilke olmaktan ziyade, tarihsel ve toplumsal güç ilişkilerinin bir ürünü olduğunu öne süren Nietzscheci bir perspektifi yankılar. Nietzsche, ahlak ve adalet gibi kavramların, güç isteyenlerin (will to power) bir kurgusu olduğunu savunur; Kafka’nın mahkemesi de bu kurgunun somut bir temsili gibidir.

K.’nın avukatı Huld veya rahip gibi figürler, adalet sisteminin bu keyfi doğasını pekiştirir. Huld, mahkemenin işleyişini açıklamak yerine, K.’yı sistemin karmaşıklığına teslim olmaya teşvik eder. Rahibin anlattığı “Kapıcı Efsanesi” ise, adaletin kapısına ulaşmanın imkânsızlığını ve bireyin bu kapı önünde sonsuz bir bekleyişe mahkûm olduğunu vurgular. Bu efsane, adaletin birey için erişilemez bir ideal olduğunu ve gerçekte güç sahiplerinin kontrolünde olduğunu sembolize eder.

Politik Felsefi Bağlam: Totaliterizm ve Modernite Eleştirisi

Kafka’nın adalet tasviri, modern politik sistemlere—özellikle bürokratik ve totaliter rejimlere—yönelik bir eleştiri olarak okunabilir. Dava, 20. yüzyılın başında, bireyin devlet karşısında artan çaresizliğini ve modern bürokrasinin yabancılaştırıcı etkilerini yansıtır. Hannah Arendt’in totaliterizm analizinde belirttiği gibi, totaliter sistemler, bireyi anlamadığı ve kontrol edemediği bir güç ağının içine hapseder. Kafka’nın mahkemesi, bu tür bir sistemin prototipi gibidir: Birey, suçunun ne olduğunu bilmeden yargılanır ve sistemin mantığını çözmeye çalıştıkça daha da çaresizleşir.

Ayrıca, Kafka’nın adalet sistemi, kapitalist modernitenin birey üzerindeki etkilerine de işaret eder. Josef K., bir banka memuru olarak, kapitalist çalışma düzeninin disiplinli bir öznesidir; ancak mahkeme süreci, onun bu düzen içindeki yerini sorgulamasına yol açar. Adaletin keyfi doğası, kapitalist sistemin bireyi hem ekonomik hem de hukuki olarak nasıl nesneleştirdiğini gösterir. Bu, Marx’ın yabancılaşma kavramıyla ilişkilendirilebilir: Birey, kendi emeğinin ve toplumsal ilişkilerinin kontrolünü kaybettiği gibi, adalet sistemi karşısında da bir yabancı haline gelir.

Bireysel Özgürlük ve Adaletin İmkânsızlığı

Kafka’nın adalet eleştirisi, bireysel özgürlük sorunsalını da merkeze alır. Liberal politik felsefe, bireyin özgürlüğünü hukukun üstünlüğü ile güvence altına almayı savunur. Ancak Dava’da, hukuk, özgürlüğü koruyan bir mekanizma olmaktan çok, bireyi baskılayan bir enstrümandır. K.’nın mahkemeye karşı mücadelesi, özgürlüğünü geri kazanma çabasıdır; ancak bu mücadele, sistemin labirentimsi yapısı karşısında başarısızlığa mahkûmdur. Bu, Camus’nün absürt felsefesine benzer bir varoluşsal boyutu ortaya çıkarır: Birey, anlam arayışında olduğu bir dünyada, anlamsız ve keyfi bir otoriteyle karşı karşıyadır.

K.’nın sonunda idam edilmesi, adaletin birey üzerindeki nihai tahakkümünü sembolize eder. İdam sahnesinde K.’nın “bir köpek gibi” öldüğünü söylemesi, bireyin sistem karşısında tamamen değersizleştirildiğini ve insanlık onurunun yok edildiğini vurgular. Bu, adaletin evrensel bir ilke olarak değil, güç ilişkilerinin bir sonucu olarak işlediğinin nihai kanıtıdır.

Kafka’nın Adalet Eleştirisinin Çağdaş Yansımaları

Kafka’nın Dava’daki adalet eleştirisi, adaletin evrensel bir ilke olmaktan ziyade, güç ilişkilerine bağımlı bir pratik olduğunu güçlü bir şekilde öne sürer. Mahkeme sistemi, bireyi disipline eden, gözetleyen ve cezalandıran bir mekanizma olarak, modern politik sistemlerin baskıcı potansiyelini açığa çıkarır. Bu eleştiri, yalnızca Kafka’nın yaşadığı dönemin bürokratik ve otoriter yapılarına değil, aynı zamanda günümüzün hukuk sistemlerine, gözetim toplumlarına ve bireyin devlet karşısında artan kırılganlığına da ışık tutar.

Kafka’nın adalet tasviri, politik felsefede devam eden bir soruyu yeniden gündeme getirir: Adalet, gerçekten evrensel ve nesnel bir ilke midir, yoksa tarihsel ve toplumsal güç dinamiklerinin bir ürünü müdür? Dava, bu soruya kesin bir yanıt vermez; ancak bireyin bu keyfi sistem karşısında çaresizliğini ve mücadele arzusunu vurgulayarak, adaletin politik doğasını sorgulamaya davet eder. Bu, hem bireysel özgürlük hem de toplumsal düzen arayışında, adaletin sınırlarını ve imkânlarını yeniden düşünmemizi gerektirir.