Suç ve Ceza – Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
1866 yılı Rusya’sını yansıtan ‘Suç ve Ceza” (Prestupleniye i nakazaniye), Dostoyevski?nin en büyük eserlerinden birisidir. Dostoyevski’nin ölümüne 15 yıl kala açlık ve sefalet içinde kaleme aldığı bu eser dönemin Rusya’sının sosyo-ekonomik yanlarını tümüyle ortaya koymakla beraber Dostoyevski’nin yaşam kavgasını da çeşitli yönlerden anlatmaktadır. Eserin başkarakteri Raskolnikov’un Petersburg’ta oturduğu semtin, Dostoyevski’nin semtiyle aynı olması ve hatta Raskolnikov’un, Dostoyevski’nin evine çok yakın bir yerde oturmuş olması, dolayısıyla Dostoyevski Raskolnikov’un nasıl yaşadığına birebir tanıktır.
Hatta romanın başkarakteri üzerinden geçmişte yaşadığı idamdan kurtuluşunun ardından hissettiği duyguları öğreniriz. Dostoyevski ve arkadaşları, Çar 1. Aleksandr tarafından “devleti yıkmaya çalıştığı” suçlamasıyla tutuklandı. İdama mahkûm edildiler. Kendisinin kurşuna dizilmesi hazırlıklarını izlemek onda derin etkiler bıraktı. Kendinden önce sıraya dizilenbeş kişi kurşuna dizildi ancak kendisiyle beraber diğer dört kişi idamdan son anda kurtuldu. Romanın karakteri Raskolnikov yürürken şöyle der: “Nerede okumuştum, hani bir idam mahkûmu ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: ‘Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmamda gerekse o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.’ Yeter ki yaşasındı, sırf yaşasın! Nasıl olursa olsun, ama yeter ki yaşasın!”
“Suç ve Ceza”nın konusu, Wiesbaden’deki bir otelin odasında düşer Dostoyevski’nin aklına. Parasızlıktan aç ve mahsur kaldığı o günleri şöyle yazar bir arkadaşına:
“Olay bu yıl içinde geçiyor… Küçük burjuva asıllı, üniversiteden kovulmuş, aşırı yoksulluk içinde yaşayan bir öğrenci… Bu sıkıntılı durumundan bir anda kurtulmaya karar veriyor… Gençliği yüzünden havada duran, bir takım ?tamamlanmamış? düşüncelerin etkisi altındadır ve yaşlı bir kocakarıyı öldürmeye karar vermiştir… Hiçbir işe yaramayan bu kadının yaşaması için bir neden bulamamaktadır… Öyleyse neden yaşamalı? Bu sorular genç adamın kafasını allak bullak ediyor…”
Yöneten ve yönetilenlerin iyice birbirinden ayrıldığı bu dönemde orta sınıf nerdeyse yok denecek kadar azdır. Eserdeki maddi ve manevi dünya arasındaki çelişmelerin başlıca noktasını da bu oluşturmaktadır. Dostoyevski bu çelişkileri de dikkate alarak kendisiyle ve çevresiyle uyuşmayan, toplumsal eşitsizliklere karşı büyük bir nefret duyan, dürüst, düşünen, aydın bir gencin çok yönlü bir portresini çizer. Suç ve Ceza’nın psikolojik analizinin tüm bu ayrıntılar içinde kendini bulmaya çalışan yüzü Raskolnikov dünyasında can bulmuştur. Okul masraflarını karşılayamayacak kadar fakir bir öğrencinin yaşayacağı binlerce mutluluğa, kendi yarattığı dünyasında alınan kararları sayesinde, bir kötülük yaparak erişmesi fikri ve bu kötülüğün de, kendince, kötülük olmadığını ileri sürerek eyleme geçirmesi üzerine oluşan kurgu güçlü karakterlerle pekiştirilmiştir.
Elbette olay bir tek Raskolnikov üzerinde dönmez. Raskolnikov’un çevresindekilerle birlikte yaşadıkları sayesinde ‘Erdem ve Yaşam’ Dostoyevski’nin güçlü kalemiyle analiz edilirken, paranın kazandıracağı saadet üzerinde de durulur. Her yolun Roma’ya çıkacağı kitabın başından beri belirlidir; ancak yaşamda ulaşılmak istenenin, erdeme kavuşmak için kullanılan araçların neler olacağının ve hatta tüm bunlardan ziyade, yaşamın amacının ne olması gerektiği son derece güçlü karakterlerle anlatılır.
Dostoyevski’nin erkek karakterlerinin güçlülüğü ve gerek içinde yaşadığı toplumu gerekse toplumun öğelerini güçlü analizi sayesinde kadın karakterlerinde de son derece iyi çizilmiştir. Öyle ki bazı bölümlerde yardımcı karakterler, baş karakterden daha ön plana geçebilmiş, esere soluk vererek akıcılık gücünü artırmıştır.
Suç Nedir? Ceza Nedir? Bir yandan bunları düşünürken diğer yandan da sevgiyi hissetmek, yaşam kavgası vermek, gelecek için çözümler üretmek nasıl olur? Amaca ulaşmak için her yol mubah mıdır? Soracak soru elbette çok. Ancak yalnızlığın etkisinde ?kendi için yaşama? tutkusu Raskolnikov?u iç dünyasında yüceleştirir ve hak, hukuk kavramlarının tamamını alt üst ederek çözümlemelerde bulunur. Fakat tasarladıkları altında boğulur ve tüm psikolojisi çöker.
Hem suç hem de ceza kavramlarıyla en fazla uğraşan, bunları yalnızca birer olgu olarak almakla kalmayıp, saikleri ve sonuçlarıyla didik didik eden Dostoyevski, özellikle “Suç ve Ceza”da; suç, hukukilik, yasallık, ahlak, vicdan azabı, pişmanlık, gurur incinmesi, ceza meseleleri hakkındaki görüşlerini karakteri Raskolnikov aracılığıyla ortaya serer.
Raskolnikov?un adı, Rusça ?bölünmüş? anlamına gelen raskolnik sözcüğünden türemedir; bu da karakterinin en önemli özelliğinin toplumdan yabancılaşma olması bakımından gayet uygundur. Gururu ve entellektüelliği, insanlığın büyük bir bölümünü aşağı görmesine; kendisini Napolyon, Likurgus, Solon, Muhammet gibi seçkin bir insan gurubunun üyesi addetmesi hasebiyle, toplumda geçerli olan kimi ahlaki standartlara uymakla yükümlü bulmamasına neden olmaktadır. Ancak, Alyona İvanova ve Lizaveta?yı öldürdükten sonra vicdan azabı Raskolnikov?u kavurur; bu da kendisinin Napolyon gibi gerçek ?üstün insan? grubunun bir üyesi olmadığına kanaat getirmesine sebep olur. Kurtuluşu, salt acı çekme yoluyla ve Sonya?ya duyduğu aşkla ulaştığı inançla mümkün olacaktır.
Dostoyevski, Suç ve Ceza?da suçu, bir hukuk düzeninin tanımladığı kapsamın dışında ele alır. Nihilist bir yaklaşımla işlediği suç Raskolnikov için suç addedilmez, bir parazit olarak gördüğü Alyana İvanova?yı balta ile katletmiş olmak, onun için aslında toplumu bu kirlilikten, yozluktan temizlemektir. Dolayısıyla, Dostoyevski?nin işlediği ceza yalnızca dönemin Rusya?sında geçerli olan ceza hukuku kuralları çerçevesinde cinayet suçuna biçilmiş sürgün ve hapis cezası ile kalmaz, Raskolnikov?un çektiği azap her ne kadar pişmanlıktan yoksun olsa da, işlediği suçun bir yaptırımı olarak belirir. O kadar ki, Raskolnikov?un üst üste gördüğü rüyalar, maruz kaldığı hayaller, John Locke?un ileri sürmüş olduğu bilginin deneyci kuramı çerçevesindeki bir önermesinin vücut bulmuş hali gibidir: dışsal etkenlerden kaynaklanmayan kimi düşünceler, bizzat dışsal etkenlerden kaynaklanan düşüncelerden çok daha güçlü olabilir; Raskolnikov?un işlemiş olduğu cinayetle bağıntılı sanrıları, bizzat bu eylemi algılamasından çok daha etkileyicidir. Bu durumu suçun yaptırımının bir parçası olarak işlemiş olan Dostoyevski, dolayısıyla, Suç ve Ceza?da katı bir biçimde doğal hukuk anlayışını savunur. Bu anlayış çerçevesinde hukuk salt belirli bir zamanda, belirli bir siyasal düzen içinde uygulanan ve o devlet yurttaşları tarafından uyulması zorunlu olan kurallar bütününden ibaret değildir; ahlak da bu sistemin dinamikleri arasında yer alır.
Romanın Kısa Özeti
Yoksul bir genç olan Raskolnikov başarılı olmasına rağmen hukuk fakültesini maddi sebeplerden ötürü yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Avrupa kaynaklı siyasi ve felsefi düşüncelerin etkisi altındadır.
Paranın, parayla ne yapılacağını bilmeyen, insanlık ailesine parazit olan aşağılık insanların elinde iken, toplumun gelişimine büyük katkılar sağlayabileceklerin para sıkıntısı çekmesinde bir yanlışlık olduğunu düşünmektedir ve insanlığı sıradan ve sıradan olmayan diye ikiye ayırır. Raskolnikov’a göre sıradan olmayan insanlar her hakka sahiptirler (insan öldürme dahil). Yapacakları şey insanların yararına olacağından amaçlarına ulaşmak için karşılarına çıkan engelleri aşmak yöntem nasıl olursa olsun onlara mübahtır. Kendisini sıradan olmayan insanlar grubunda düşünen, ancak ailesine ve Sonya’ya olan müthiş bağlılığını hesaba katmayan Raskolnikov, teoremi doğrultusunda yaşlı ve zengin bir tefeci kadını ve görgü tanığı bırakmamak için onun kız kardeşini kurban olarak seçer. Ancak kararını uygularken pek de rahat değildir Raskolnikov,?Kollarına müthiş bir dermansızlık gelmişti. Kollarının her geçen saniye gittikçe uyuşarak ağırlaştığını kendisi de fark ediyordu. Baltayı bırakıp düşürmekten korkuyordu?
(?)
?Ne yaptığının farkında olmadan, hemen hemen kendini zorlamadan, sanki bir makine gibi, baltanın tersini kadının kafasına indirdi. Bu sırada neredeyse dermansız gibiydi. Ama baltayı indirir indirmez gücü yerine geldi?
cümleleriyle canlandırılan suç sahnesi, 350 sayfalık romanın 140?ıncı sayfasında cereyan eder. Kadının parasını ve değerli eşyalarını alır; ancak bunları harcayamayacağı için gidip bir evin avlusundaki bir taşın altına saklar, hiçbir zaman da geri dönüp onları alamaz. Dostovevski, kimsenin kendisini görmediğini ve geride bir iz kalmadığını bildiği halde, Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşer. İnsanlığını, masumiyetini yitirmiştir. Ceza, yalnız kendisine verilmemiştir, ailesi de etkilenir Raskolnikov?un günahından. ?Katilin cinayet mahalline dönmesi? kuralına uygun olarak, yakalanmayı ve rahatlamayı; arınmayı isteyen genç adam, öldürdüğü tefeci kadının evine gelir, komiserle tanışır ve soruşturmanın baş şüphelisi olur. Komiser Porfiry Petroviç, zeki bir adamdır ve katil olduğunu anlamıştır. Roskolnikov ona bir fırsat tanımak, itiraf ederek ruhunu yüceltmesini sağlamak ister. Marmeladov ile tanışması, Sonya?nın başından geçen olaylar ve vicdanı onu yeni düşünceleriyle hesaplaşmaya iter. Raskolnikov?u rahatsız eden soru şimdi de şudur:
“O yalnızca zayıf olduğu için mi, yoksa ahlâkdışı üstün insan durumunda en yüksek tatmini bulmasını imkânsız kılan insanlıktaki dinsel bir öz yüzünden mi başarısız olmuştur?”
Evet, bu o dönemin Alman felsefesinin, hatta Nietzsche?nin bile bir kez daha etraflıca cevabını aradığı sorudur aynı zamanda. Artık ikiye bölünen Raskolnikov bazen kendisinin, bazen de öldürdüğü kocakarının avukatlığını yapar içinde. Kafasını bir duruşma yeri haline gelir. Kendisiyle hesaplaşmaktan bitap düşer. Korkunç bir haldedir. Uyku ile uyanıklık arasında, yüzündeki o çarpık, tuhaf gülümsemesiyle sayıklar buluruz hep onu. İnsan aklının ufuk çizgisiyle çizilmiş sınırı olabilir mi bu? Geçirdiği bir sıtma nöbeti anında şöyle düşünür Raskolnikov:
“Bir insanı öldürmedim ben, bir prensibi öldürdüm! Öldürmesine öldürdüm ama onu aşıp öte yana geçmedim, bu yanda kaldım gene…” Prensibi de öldürmekle duvarı aşıp, sınırın öte yanına geçebilecek miydi Raskolnikov? Bundan şüphe duyduğuna eminiz. Duvar aşıldıktan sonra belki daha kötü olacak her şey.
Raskolnikov, annesinin dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği ve kendisine yolladığı parayı at arabasının altında can veren Marmeladov adındaki sarhoşun cenaze masraflarını karşılaması için onun dul karısı Katerina İvanovna?ya verip odasına gelir:
“Hiç hakkım yoktu buna,” der kızkardeşine, “Hele sizin bu parayı nasıl elde ettiğinizi biliyorken…”Acı acı gülümser ve ekler: “Birine yardım edebilmem için önce buna hakkım olması gerekir. Öyle değil mi Dünya?” Kızkardeşi “Hayır, öyle değil!” diye karşılık verince şaşırır Raskolnikov, “Vay canına! Demek sen de öyle düşünüyorsun ha!..” diye mırıldanır.
“Sonunda öylesine ileri gideceksin ki Dünya, o çizgiyi aşmazsan mutsuz olacaksın, aşarsan belki daha mutsuz…”
Ailesi tarafından fahişeliği zorlanan temiz kalpli Sonia?ya aşkını itiraf eden Roskolnikov, uzun süren bir iç hesaplaşma sonucu kendisinin sıradan olmayan insanlar gurubuna ait olmayacağını düşünür ve suçunu itiraf eder. Sibirya?ya sürgün edilen Roskolnikov, yanında Sonia ile birlikte yola çıkarken henüz pişman olmamış, ruhu tam anlamıyla temizlenmemiştir. ?Ama burada, yeni bir hikâye, bir adamın derece derece yenileşmesinin, yavaş yavaş yeniden hayat buluşunun, bir dünyadan bir başka dünyaya geçişinin, şu ana kadar hiç bilmediği yeni bir gerçekle tanışmasının hikâyesi başlıyor? diye bitirir romanın Dostovyevski.
Kitaptan bölümler
(…)
“Sendeki şu dünkü toplantıdan beri,” dedi Razumihin’e gülümseyerek, “başım çatlıyor” Her yanım da kırılıyor sanki” Konuşması, tavrı bütünüyle değişmiş gibiydi.
“Nasıl, ilginç miydi bari” Dün tartışmanın en ateşli yerinde ayrılmıştım sizden. Sonuçta kim kazandı?”
“Tabii, hiç kimse. Yüzyıllık sorunlardı tartıştığımız” Havaya yumruk salladık durduk?”
“Dün tartıştıkları neydi biliyor musun, Rodya” Suç var mıdır, yok mudur? Bir araba laf ettiler bu konuda!”
“Şaşılacak ne var bunda?? dedi Raskolnikov dalgın dalgın. “Bilinen, sıradan bir toplumsal sorun.”
Porfiriy:
“Konu pek böyle konmamıştı ortaya?, dedi.
Her zaman olduğu gibi hemen ateşlenen Razumihin, Porfiriy”i onaylamakta acele ederek:
“Evet, doğru, konu pek böyle konmamıştı ortaya,? dedi. ?Şimdi Rodion, dinle ve düşüncelerini söyle bana. Dün anamdan emdiğim süt burnumdan geldi bu baylara laf anlatacağım diye; seni bekledim durdum. Geleceğini onlara da söylemiştim? Sosyalistlerin görüşlerinin tartışılmasından başladı her şey. Bilinen görüş, suç, toplumsal düzenin bozukluklarına karşı bir protestodur. Tamam! Bundan başka hiçbir neden kabul edilmiyor!?
“Yalan söyleme!” diye bağırdı Porfiriy Petroviç, canlanmış gibiydi. Razumihin?e bakarak ikide bir gülüyor, böylece de onu büsbütün çileden çıkarıyordu.
Razumihin taşkın bir heyecanla Porfiri?nin sözünü keserek:
“Hiçbir neden kabul edilmiyor!” dedi. “Yalan söylemiyorum!?” Sana onların kitaplarını gösterebilirim: Onlara göre her aksaklık, çevrenin bozukluğundan kaynaklanıyor, hepsi bu! En sevdikleri laf, bu! Yani eğer toplumsal düzen yoluna konulacak olursa, bir anda bütün suçlar yok oluverecek; çünkü ortada protesto edecek bir şey kalmayacak. Ve herkes bir anda dürüst olacak? Doğa diye bir şey hiç hesaba katılmıyor, yok sanki böyle bir şey! Doğa, kapı dışarı! Onlara göre, tarihsel olarak, canlı bir biçimde gelişen ve önünde sonunda düzenli bir toplumsal yapıyı sağlayan insanlık yoktur: Tam tersine, tarihsel gelişmeden ve canlı süreçlerden önce bütün insanlığı düzenleyen, bütün insanlığı bir anda dürüst, kusursuz bir hale getiren, matematik bir kafadan doğma bir toplumsal düzen vardır. Onların tarihten bu kadar nefret etmelerinin ve onu ?rezillikler ve aptallıklar yığını? olarak nitelemelerinin nedeni budur. Böylece her şeyi aynı saçmalıkla açıklama olanağı elde ediyorlar! Yaşamın canlı akışında nefret etmeleri de bu yüzden. Canlı varlığa ne gerek var! Canlı varlık yaşam için gereklidir, canlı varlık makinelere boyun eğmez, canlı varlık kuşkucudur, canlı varlık gericidir! Berikinde ise bir ölü kokusu var, istersen kauçuktan da yapabilirsin böylesini; buna karşılık cansızdır, iradesizdir, köle ruhludur, başkaldırmaz! Böylece sonunda her şeyi tuğla istifine, falansterde (Fransız ütopyacı sosyalist Fourier?nin düşlediği topluluk ve bu topluluk üyelerinin üzerinde yaşadığı dört yüz hektarlık toprak parçası) koridor ve odaların yerleştirilmesine getirip dayıyorlar! Falanster hazır ama siz falanster için hazır mısınız? Hayır, sizin doğanız henüz falanster için hazır değil; o yaşamak istiyor, yaşam sürecini henüz tamamlamamış? Mezar için henüz zaman erken! Yalnızca mantıkla doğayı aşıp geçemezsin! Mantığın önceden yalnız üç durumu kestirebilir; oysa bunlar yaşamda milyonlarcadır. Bu milyonlarca duruma boşvermek ve her şeyi konfor sorununa indirgemek! Bu, sorunun en kolay çözüm yoludur! Ve insanı baştan çıkartacak kadar gözkamaştırıcı bir çözüm! Fazlasını düşünmek bile gereksizdir! Evet, en önemlisi de: Düşünmek gereksiz! Yaşamın onca gizi, iki kitap forması içine sığdırılmış!?
Porfiri gülümseyerek:
“Amma yırtındın yahu!” dedi. ?Bağlayın şunu, yoksa susmayacak! Raskolnikov?a döndü. Düşünebiliyor musunuz, dün gece de böyle? Bir odada altı kafadan ses? Üstelik herkes bol bol punç içmiş” Hayır, dostum, sözlerin birer palavra! ?Çevre?, suç işlemede çok önemlidir; bunu sana kanıtlayabilirim.”
“Önemli olduğunu ben de biliyorum ama sen bana söyle bakalım: Kırk yaşında bir herif on yaşında bir kızı kirletirse, bu işi çevrenin zoruyla mı yapmış olur?”
Porfiriy büyük bir ciddiyetle:
?Evet,? dedi, ?hem de tam anlamıyla çevrenin zoruyla yapmış olur. Kıza karşı işlenen bu suç, çok ama çok büyük ölçüde ?çevre?yle ilişkilidir.?
Razumihin öfkeden kuduracak gibiydi:
“İster misin,? dedi, ?senin beyaz kirpikli oluşunun, ?İvan Vekiliy? çan kulesinin seksen metre yüksekliğinde olmasından ama yalnız ve yalnız bundan ileri geldiğini kanıtlayayım mı sana? Üstelik de bunu sana apaçık bir şekilde, büyük bir doğrulukla, ilerici, hatta liberal bir ağızla kanıtlayıvereyim? Nasıl, bahse var mısın?
“Varım! Dinleyelim bakalım, nasıl kanıtlayacaksın!”
Razumihin yerinden fırladı, elini kolunu sallayarak:
?İşin gücün rol yapmak, kendini olduğundan başka göstermek!? diye bağırdı. ?Konuşmaya değer mi senin gibi bir adamla! Sen onu bilmezsin daha. Rodion, mahsus böyle yapar o! Dün gece de sırf adamları maskara etmek için onlardan yanaymış gibi göründü. Neler söylemeli yarabbi! Bu böyle konuşuyor diye ötekiler de nasıl seviniyorlardı!… Hem de girdiği rolü bir iki hafta sürdürür!.. Geçen yıl bizi papaz olacağına inandırmıştı; tam iki ay papazlık türküsü söyledi durdu. Geçenlerde de evleneceği masalını uydurdu, sözde, nikâh için bütün hazırlıklar tamammış? Kendine yeni bir elbise bile diktirdi. Biz de kendisini kutlamaya başladık, oysa ortada ne gelin vardı, ne bir şey!..?
?Gene yalan söyledin? Ben elbiseyi daha önce diktirmiştim. Zaten yeni elbise esinledi bana sizi işletmeyi??
?Gerçekten de kendinizi olmadığınız gibi gösterir, böyle şeyler yapar mısınız? diye sordu.
?Yapmam diye mi düşünüyorsunuz? Durun hele size de bir numara yapayım da görün, hah-hah-ha! Hayır, ben size şimdi gerçekleri söyleyeceğim bütün bu konuştuğumuz şeyler, suç, çevre, küçük kız? Bana sizin bir yazınızı hatırlattı aslında, her zaman ilgimi çekmiştir o yazınız benim. ?Suçlar Üstüne?? Ya da? Durun bakayım, nasıldı?.. Neyse başlığını hazırlamıyorum iki ay kadar önce ?Periodiçeskaya Reç? gazetesinde okumak zevkini tatmıştım.?
Raskolnikov şaşırmıştı:
?Benim bir yazım mı?? Periodiseçkaya Geç?de? gerçekten de altı ay önce üniversiteden ayrıldığımda, bir kitap üzerine bir yazı yazmıştım, ama yazımı ?Periodiçeskaya Reç?e değil, ?Yejenedelnaya Reç?e vermiştim.?
?Ama ?Periodiçeskaya Reç? de çıktı.?
?Doğru, ?Yejenedelnaya Reç? yayına son verdi ve ?Periodiçeskaya Reç?ile birleşti. Yazınız da bundan dolayı, iki ay önce ?Periodiçeskaya Reç?de yayımlandı. Demek bilmiyordunuz??
Raskolnikov gerçekten bilmiyordu.
?Gidip kendilerinden yazının parasını isteyebilirsiniz! Doğrusu şaşılası bir insansınız! Öylesine kabuğunuza çekilmişsiniz ki, sizi doğrudan ilgilendiren şeylerden bile haberiniz yok. Bu bir gerçek!?
Razumihin bağırdı:
?Bravo, Rodya! Bundan benim de haberim yoktu! Bugün hemen bir okuma odası gidip gazetenin o sayısını arayacağım! İki ay önce mi dedin? Tarihini biliyor musun? Neyse, arar bulurum! Şu işe bak! Söylemez de!?
?Peki siz yazının benim olduğunu nasıl anladınız? İmza yerine adımın başharfleri vardı!?
?Bir rastlantı sonucu öğrendim: Hem de bugünlered? Gazetenin yazıişleri müdürü arkadaşımdır? Yazı beni çok ilgilendirmişti??
?Yanlış hatırlamıyorsam, suç sürecinde suçlunun psikolojik durumunu incelemiştim.?
?Evet. Ve, suçu gerçekleştirme anında suçlunun hasta olduğunu savunuyordunuz. Doğrusu çok ama çok özgün bir düşünce? Ama biliyor musunuz, beni, yazınızın bu bölümü değil de, sonlara doğru ileri sürdüğünüz ama ne yazık ki üstü kapalı olarak, anıştırma biçiminde ileri sürdüğünüz, bir düşünce daha çok ilgimi çekti? Kısacası, hatırlıyorsanız, yazınızda ima yollu, her tür suçu, her tür cinayeti işleyebilecek? İşleyebilecek değil de, işlemeye hakları olan birtakım insanlardan ve bunlar için yasa ve benzeri engellerin bulunmadığından sözediyorsunuz??
Raskolnikov, düşüncelerinin art niyetle ve zorlamalı bir biçimde çarpıtılmasına gülümsedi.
?Nasıl? Bu da ne demek?? diye sordu. ?Suç işleme hakkı mı? Yoksa yine ?çevrenin bozukluğundan? mı!?
?Hayır, bu kez çevreyle hiçbir ilgisi yok işin,? dedi Porfiriy. ?Sorun şu ki, Rodion Romanoviç?in yazısında insanlar ?olağanüstüler? ve ?sıradan olanlar? diye ikiye ayrılıyor. Sıradan insanlar uysal, söz dinler kişiler olarak yaşarlar ve yasaları çiğneme hakları yoktur, çünkü onlar, adları üstünde, sıradan insanlardır. Yanılmıyorsam böyleydi..??
Razumihin, şaşkınlık içinde :
?Ama nasıl olur? Hayır olamaz!? diye söylendi.
Raskolnikov yine gülümsedi. Sözü nereye getireceklerini hemen anlamıştı. Yazısını hatırlıyordu. Meydan okumayı kabul etti. Sakin, alçakgönüllü:
?Yazımda ileri sürdüklerim sizin söylediğiniz gibi değildi,? dedi. ?Yine de itiraf edeyim ki, düşüncelerimi doğur, hatta tümüyle doğru bir biçimde özetlediniz (Tümüyle doğru olduğunu kabul etmesi hoşuna gitti.). Aramızdaki biricik fark, benim, sizin söylediğiniz gibi, olağanüstü insanların her zaman, her türlü rezilliği ille de yapabileceklerini, yapmak zorunda olduklarını söylememiş olmamdır. Sanırım, öylesi bir yazının yayımlanmasına zaten izin vermezlerdi. Ben yalnızca ?olağanüstü? insanın ülkülerinin gerçekleşmesi gerekiyorsa (yalnızca bu koşulla: Ülkülerinin gerçekleşmesi için gerekiyorsa? Kaldı ki, bunlar tüm insanlık için de kurtarıcı birtakım ülküler olabilirler) bazı engelleri aşmaya kendinde bir hak bulabileceğini (resmi olmayan bir haktır bu) ima etmiştim. Demin yazımın pek açık olmadığını buyurdunuz! Elimden geldiğince onu size açmaya hazırım. Sizin istediğinizin de bu olduğunu söylersem, sanırım yanılmış olmam. Buyurun öyleyse. Kepler ya da Newton?un buluşlarını, çeşitli kombinezonlar yüzünden bu buluşların açığa çıkmasına engel olan, bunların yolunu tıkayan bir, on, yüz ya da daha çok kişinin hayatları feda edilmeden insanlık öğrenemeyecekti diyelim. Bu durumda bence, Newton?un buluşunu tüm insanlığa iletebilmek için bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bu onun için bir zorunluluktu. Bundan hiçbir zaman Newton?un önüne geleni asıp kesmeye, ya da hergün çarşı pazarda hırsızlık etmeye hakkı olduğu sonucu çıkmaz. Daha sonra, hatırımda yanlış kalmadıysa, bu görüşümü şöyle geliştiriyordum: En eskilerden başlayıp, Likürg, Solon, Muhammed, Napolyon ve sonrakilerle sürüp giden insanlığın tüm kurucularının, yasa koyucularının, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnızca yeni yasalar koyduklarını, böylece de, toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnedikleri için, ayrıcasız hepsi birer suçluydular. Doğaldır ki bunların hepsi amaçlarına yardımcı olacağına inandıkları anda kan dökmede (hatta bazen eski yasalara bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan, tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede) duraksamamışlardır. Hatta çok ilginçtir: Bu iyiliksever, bu kurucu, yasa koyucu insanların çoğu büyük birer kandökücülerdir. Kısacası ben buradan şu sonuca varıyorum: Büyükler bir yana, toplum içinde birazcık sivrilen, yani topluma söylenecek birazcık yeni bir şeyleri bulunanlar, doğaları gereği, tabi kimi az, kimi çok birer suçlu olmak zorundadırlar. Tersi durumda zaten sivrilmelerine olanak yoktur; öte yandan sürünün içinde kalmayı da yine doğaları gereği kabul edemezler, ki bence de kabul etmemek zorundadırlar. Kısacası, gördüğünüz gibi, buraya kadar söylediklerimde yeni hiçbir şey yok. Binlerce kez tekrarlanmış, yazılıp söylenmiş şeyler bunlar. Benim insanları olağanüstüler ve sıradan olanlar diye bölümlememe gelince, bunun biraz keyfi bir bölümleme olduğunu itiraf ederim; çünkü ben zaten kesin sayılar üzerinde durmuyorum. Ben öne sürdüğüm ana düşünceme inanıyorum. Bu ana düşüncenin özü şudur: İnsanlar doğa yasaları gereğince, genellikle iki bölüme ayrılırlar: Aşağılar (sıradanlar), ki bunların biricik görevleri, kendileri gibi olanların çoğalmalarını sağlamak, bu işin aracı olmaktır; ve kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve dehasında olanlar. Doğaldır ki, bu arada sınırsız sayıda alt bölümleme yapılabilir. Ama bu iki ana bölümün ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinciler, yani kendileri gibi olanların çoğalmasına araç olanlar, doğaları gereği tutucudurlar, uysaldırlar, boyuneğerek yaşarlar ve boyuneğmeyi severler. Bence de bunlar uysal ve boyuneğici olmak zorundadırlar, çünkü bu onların görevleridir ve burada onlar için aşağılatıcı bir durum sözkonusu değildir. İkinci bölümdekilerse, sürekli olarak yasaları çiğnerler, yıkıcıdırlar, ya da yeteneklerine bağlı olarak, yıkıcılığa yatkındırlar. Bunların işledikleri suçlar, doğaldır ki, son derece çeşitli ve görelidir; ama büyük çoğunluğu, birbirinden apayrı nedenler ileri sürerek, daha iyi şeyler adına şimdinin yıkılmasını isterler. Bunların ülkülerini gerçekleştirmeleri için, cesetlerin, kan göllerinin üzerinden atlamaları gerekse, bence, kendilerine bu izni, vicdan rahatlığıyla verebilirler; tabi bu söz konusu ülkünün ne olduğuna, boyutlarının ne olduğuna bağlı olan bir şeydir, bu noktaya dikkatinizi çekerim. Yazımdaki suç işleme hakkını ve ben bu bağlamda ele aldım. (Hatırlarsanız, hukuksal bir sorunun tartışması olarak girilmiştir konuya.) Aslında fazla telaşlanacak bir durum yok ortada: İkinci bölümdekilerin kendilerine tanıdıkları hakkı, yığın hiçbir zaman onlara tanımamıştır. Onları en ağır biçimde cezalandırmış, boyunlarını vurdurmuştur (az ya da çok); bunu yaparken de, tümüyle haklı olarak, kendi tutucu görevlerini yerine getirmiştir. Bununla birlikte, sonraki kuşaklarda aynı yığın, başları vurulan bu insanların heykellerini dikmiş ve onlara tapınmıştır (az ya da çok). Birinci bölümdekiler hep bugünün, ikinci bölümdekilerse hep yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca çoğaltırlar; ikinciler dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru yöneltirler. Her iki bölümdekiler de tümüyle eşit yaşama hakkına sahiptirler. Tek kelimeyle her iki yanın da hakları birbirine eşittir? Ve? Vive la guerre eternelle (Fransızca: Yaşasın öncesiz ve sonrasız savaş), tabii Yeni Kudüs?e kadar!?
?O zaman siz Yeni Kudüs?e inanıyorsunuz??
?İnanıyorum,? dedi Raskolnikov tok bir sesle. ?İnanıyorum? derken de, uzun konuşması süresince de, halı üzerinde bir noktaya gözlerini dikmiş, başını hiç kaldırmamıştı.
?Tanrıya? Tanrıya da inanıyor musunuz? Merakımı bağışlayın.?
?İnanıyorum,? dedi Raskolnikov, başını kaldırıp Porfiri?ye bakarak.
?Peki, ya Lazare?nin (Lazare: Tevrat?ta en yoksul kişi olarak nitelenen kişi) dirilişine??
?Buna da inanıyorum. Niçin soruyorsunuz bana bunları??
?Gerçekten inanıyor musunuz??
?Evet, gerçekten inanıyorum.?
?Demek öyle? Merakım için bağışlayın. Şimdi izin verirseniz, deminki konuya dönüyorum? Her zaman da boyunları vurulmaz onların, hatta kimileri tam tersine??
?? yaşarken zafer tacı giyerler? Bu doğru, kimileri ölmeden amaçlarına kavuşur, o zaman da??
?? onlar kelle kesmeye başlarlar??
?Eğer gerekiyorsa? Ve biliyor musunuz, çoğu kez de bu gerekmiştir. Aslında oldukça ince bir espriye dayanıyor düşünceniz.?
?Teşekkür ederim. Yalnız bana şunu söyleyebilir misiniz: Bu olağanüstüleri, olağanüstü olmayanlardan nasıl ayıracağız? Doğuştan birtakım belirtileri falan mı var? Demek istediğim, biraz daha açıklık, yani dıştan ayırt etmeyi sağlayacak bir belirginlik gerek: Pratik ve iyiniyetli bir insan olarak bu doğal endişemi bağışlayın ama özel bir giysi, ne bileyim, bir üniforma, ya da rozet gibi bir şey taşımaz mı bunlar? Çünkü, eğer bir yanlışlık olur da, bu bölümden birisi, kendisinin aslında öteki bölümden olduğunu sanır ve sizi demin gözkamaştırıcı biçimde açıkladığınız gibi ?bütün engelleri kaldırmaya? kalkarsa? Kabul edin ki, o zaman??
?Oo, bu sık sık olur! Doğrusu bu düşüncenizde deminkinden de ince bir espri var??
?Teşekkür ederim.?
?Rica ederim. Yalnız unutmamak gerekir ki, böylesi yanlışlıklar yalnız birinci bölümdekiler, yani benim ?sıradanlar? dediklerim (sanırım) pek başarılı değilim bu adlandırmada) tarafımdan yapılabilir? Boyuneğmeye doğuştan yatkın olmalarına rağmen, doğanın, ineklerinden bile esirgemediği bazı cilveleriyle, bunlardan birçoğu kendilerini öncü, ?yıkıcı? gibi görmeyi severler ve ?yeni söz? söyleme hevesine kapılırlar. Üstelik bunu da büyük bir içtenlikle yaparlar. Gerçek yenileri çoğu kez fark edemezler bile, hatta onları geri ve aşağılık şeyler düşünen insanlar olarak küçümserler. Ama burada bence ciddi bir tehlike sözkonusu değildir. Sizin de, doğrusu, telaşlanmanızı gerektirecek bir neden yok. Çünkü bunlar hiçbir zaman ileri gidemezler. Kapıldıkları hevesten dolayı ve kendilerine kim olduklarını hatırlatmak için, kuşkusuz bunları kırbaçlamak da mümkündür, ama daha ileri gitmemek gerekir. Hatta kırbaçlama için özel birine de gerek yok burada, onlar kendi kendilerine yaparlar bu işi, çünkü son derece dürüsttürler, hatta bu hizmeti birbirlerinden esirgemeyenler de vardır aralarında; kimileriyse kendisine verilecek cezayı başkasına bırakmaz, bu işi kendi elceğiziyle yapar? Kendilerini çeşitli biçimlerde açık itiraflara zorlarlar? Güzel ve ibret verici bir tablodur bu? Kısacası, telaşlanmanızı gerektirecek bir durum yok? Bu işin böylesi yasaları var.?
?Doğrusu, hiç değilse işin bu yönünden yüreğime su serptiniz? Gelin görün ki telaşlanmayı gerektirecek bir başka nokta daha var: Söyler misiniz lütfen, kendilerinde başkalarını boğazlamak hakkını gören şu ?olağanüstüler? pek mi çoktur? Ben, kuşkusuz, bunların önünde saygıyla eğilmeye hazırım ama siz de kabul edersiniz ki, eğer bunların sayısı fazlaysa, bu dehşet verici bir şeydir, öyle değil mi??
?Ah, bu bakımdan da kaygılanmanızı gerektirecek bir durum yok. Genel olarak yeni düşünceleri olan, hatta yeni denebilecek bir şeyler söyleme yeteneğinde olan insanlar pek seyrek doğarlar, hatta şaşılacak kadar seyrek doğarlar. Bilinen bir şey varsa o da, bir doğa yasasıyla hiç yanlışsız ve kesin olarak belirlenmiş olmasıdır. Kuşkusuz, sözünü ettiğim bu doğa yasasının nasıl bir yasa olduğunu biz şimdilik bilmiyoruz ama ben bunun varlığına ve sonraları nasıl bir şey olduğunun anlaşılıp herkes tarafından kabul edileceğine inanıyorum. Yeryüzünde milyonlarca insan, bizim için hâlâ bir giz olan birtakım süreçlerle ve birtakım çabalarla, cins ve türlerin birbirleriyle çaprazlanmasını sağlayarak, binde bir olsun özgün ve yaratıcı bir insan dünyaya getirebilmek amacıyla, yalnızca böyle bir amacın aracı olabilmek amacıyla, yalnızca böyle bir amacın aracı olarak yaşıyorlar. Daha yüksek nitelikleri taşıyan bir insan için bu oran on binde birdir. (Sayıları örnek olsun diye veriyorum.) Daha da yükseği ise ancak yüz binde bir gerçekleşebilir. Dahiler milyonda bir yetişir; insanlığın olgunlaşmasını sağlayan büyük dehalar için ise yeryüzünde belki de binlerce milyon insanın gelip geçmesi gerekmektedir. Kısacası ben bütün bu sürecin geçtiği imbiğe bakmadım? Ama bu işlerin belli bir yasasının olması gerektiği hiç kuşkusuzdur. Burada rastlantı sözkonusu olamaz!?
Razumihin sonunda dayanamadı ve:
?Ne yapıyorsunuz yahu? Şaka mı ediyorsunuz siz?? diye bağırdı. ?Yoksa birbirinizle dalga mı geçiyorsunuz? Oturmuşlar, birbirleriyle alay ediyorlar! Rodya, sen ciddi misin?
Raskolnikov dönüp Razumihin?e baktı; yüzü solgun ve üzüntülü gibiydi. Bu durgun, üzüntülü yüzün karşısında, Porfiri?nin gizlemeye bile çalışmadığı ve insanın sinirlerine dokunan terbiyesiz, alaycı yüzü, Razumihin?in pek tuhafına gitti.
?Kardeş, bunları söylerken eğer ciddi idiysen, yani bütün bu dediklerinin hiç de yeni şeyler olmadıklarını, daha önce binlerce kez okuduğumuz ve dinlediğimiz şeylere benzediklerini söylerken ciddi idiysen, bunda haklısın! Ama söylediklerin içinde gerçekten özgün olan ve gerçekten de sana ait olan şey, bunu dehşetle söylüyorum, vicdan sesine uyularak kan dökülmesine izin vermendir? Hem de, beni bağışla, nasıl bir kör inançla..! Senin yazının ana düşüncesi de, sanırım, bu. Hem bu vicdan sesine uyarak kan dökme, bence resmi yolla, yani yasal olarak kan dökmekten daha korkunç bir şey!?
?Tümüyle katılıyorum,? dedi Porfiriy, ?böylesi çok daha korkunç!?
?Hayır,? diye devam etti Razumihin, ?yazında biraz fazla coşmuş ve ileri gitmiştin! Bir yanlışlık var bu işte. Okuyacağım yazını? Fazla coşmuş ve kendi coşkunluğuna kapılıp gitmişsin! Sen böyle düşünüyor olamazsın! Bulup okuyacağım yazını??
?Yazıda bunların hiçbiri yok,? dedi Raskolnikov, ?yalnızca birtakım imalar var.?
?Porfiri yerinde duramıyordu:
?Evet? Evet? Suç olayına nasıl baktığınız konusunda hemen hemen aydınlanmış bulunuyorum? Yakanıza yapışıp kaldığım için beni bağışlayın, sizi rahatsız ettiğim için utanç duyuyorum? Demin, bölümleri birbirine karıştırma yanlışı konusunda beni tümüyle yatıştırdınız? Ama beni hâlâ kaygılandıran bazı pratik noktalar var. Diyelim, bir adam, ya da bir delikanlı, günün birinde kendini, tabi geleceğin Likürg?ü ya da Muhammed?i gibi görmeye başlarsa, yallah deyip önündeki engelleri kaldırmaya girişecektir? Kuşkusuz, uzun bir savaş bulunmaktadır önünde. Savaş içinse paraya gerek vardır. Bu kez de, hadi bakalım, savaş için para bulma işine girişecektir? Öyle değil mi??
Zamyotov köşesinde kikirdedi, Raskolnikov o yana bakmadı bile:
?Bu tür olayların gerçekten de olabileceğini kabul etmek zorundayım,? dedi. ?Aptallar ve ün peşinde koşanlar bu tuzağa düşebilirler? Özellikle de gençler??
?Gördünüz mü? Öyleyse???
?Öyleyse?? dedi Raskolnikov, gülümseyerek, ?bunun suçlusu herhalde ben değilim. Bugüne dek böyleydi, bundan sonra da böyle olacak. Arkadaş (başıyla Razumihin?i gösterid) az önce benim kan dökülmesine izin verdiğimi söylüyordu. Veriyorsam ne olmuş? Toplum sürgünlerle, hapishanelerle, sorgu yargıçlarıyla, kürek cezalarıyla, esaslı bir şekilde güven altına alınmış değil midir? Ne diye kaygılanıyorsunuz? Arayın hırsızı!..?
?Ya bulursak??
?Pahalıya ödetin.?
?Akla uygun. Peki ya vicdan??
?Size ne vicdandan??
?Öylesine, insanca bir duyguyla sordum.?
?Vicdani olan, hatasının da bilincindeyse, varsın acı çeksin. Bu kürek cezasına ek olarak ona ikinci bir cezadır.?
Razumihin kaşlarını çatarak:
?Peki ya gerçekten dahi olanlar,? dedi, ?hani şu kendilerine başkalarını boğazlama hakkı verenler..? Onların acı çekmemeleri gerekiyor, değil mi? Hatta döktükleri kan için bile…?
?Gereklilik de nereden çıktı? Burada ne buyruk, ne yasak sözkonusu. Kurbanına acıyorsa, varsın acı çeksin? Acı ve üzüntü, engin bir bilinç ve derin bir yürek için her zaman zorunludur.? Birden, birbiriyle konuşur gibi değil de, yüksek sesle düşünür gibi ekledi: ?Bence, gerçekten büyük insanlar, büyük acılar çekmek zorundadırlar.?
Gözlerini kaldırdı, herkesin yüzüne dalgın dalgın baktı, gülümseyip şapkasını aldı, buraya geldiği zamanki durumuna göre şimdi çok daha sakindi; bunu kendi de duyumsuyordu. Herkes ayağa kalktı.
?Vallahi ister sövün, ister kızın ama aklıma takılan küçük bir soruyu daha sormaktan kendimi alamayacağım (biliyorum, sizi çok rahatsız ettim) ama aklıma gelen küçük bir düşünce var, hani unutmamak için??
Raskolnikov yüzü soluk ve ciddi ayakta bekliyordu.
?Buyrun, söyleyin bakalım küçük düşüncenizi,? dedi.
?Doğrusu, bunu size en açık biçimde nasıl söyleyebileceğimi ben de bilmiyorum? Bu küçük düşüncem biraz fazla psikolojik? Yani pek ele avuca gelir bir şey değil? Sizin? Şu yazınızı yazarken? Yani kendinizi bir damlacık olsun? Heh-he! Yeni bir söz söyleyen şu ?olağanüstü? insanlardan biri saymamış olmanız mümkün değildi herhalde? Yani sizin anladığınız anlamda?..?
Raskolnikov nefretle:
?Çok mümkün,? dedi.
Razumihin şöyle bir kımıldandı.
Porfiri devam etti:
?Çok mümkün olduğuna göre, gündelik bir başarısızlığınız nedeniyle, ya da herhangi bir sıkıntınızı gidermek için, ya da ne bileyim, insanlığa yararlı bir hizmette bulunmak için, önünüze çıkan engelleri aşar mısınız??
Porfiri bunları söyledikten sonra, tıpkı az önce yaptığı gibi, birden ona sanki sol gözünü kırparak belli belirsiz güldü.
Raskolnikov meydan okurcasına ve aşağılayarak:
?Böyle bir şey yapsam, herhalde size söylemezdim,? dedi.
?Hayır, ben yalnızca? Hani yazınızı edebi bakımdan daha iyi değerlendirebilmek için sordum bunu??
Raskolnikov tiksintiyle, ?Tuh, böylesi apaçık ve böylesine utanmazca!? diye düşündü. Sonra kupkuru bir sesle:
?Belirtmeme izin verin,? dedi, ?ben kendimi ne Muhammed, ne de Napolyon sayıyorum? Ve ne de bunlara benzer biri? Bu duruma göre de, onların yerinde olmadan, onlar gibi olsaydım nasıl davranırdım, şeklinde bir soruya, sizin için doyurucu olabilecek bir karşılık veremem.?
Porfiriy birden aşırı bir senli benlilikle:
?Geçin efendim,? dedi, ?bugün bizde, Rusya?da kendini Napolyon saymayan mı var ki??
?Porfiri?nin bu kez ses tonunda, söyleyiş biçiminde bile apaçık bir şeyler vardı.
?Geçen, hatta bizim Alyona İvanovya?yı baltayla halleden de sakın şu geleceğin Napolyon?larından biri olmasın?..?
Köşesinde oturmakta olan Zamyotov ağzından kaçırmıştı bu sözleri.
Raskolnikov, bakışlarını Porfiri?ye dikmiş, hiçbir şey söylemeden öylece duruyordu. Razumihin?in yüzü karardıkça kararmıştı. Zaten bir süredir bir şeyler sezinlemekteydi. Çevresine öfkeyle bakıyordu. Bu ağır sessizlik bir dakika kadar sürdü. Raskolnikov gitmeye davrandı.
Porfiriy aşırı incelikle elini uzattı, sevecenlikle:
?Gidiyor musunuz?? dedi, ?Tanıştığımıza çok, çok sevindim. Ricanız konusunda içiniz rahat olsun. Anlattığım gibi bir şeyler yazıverin. Ya da, daha iyisi, doğrudan bana gelin? Bugünlerde… Hatta, isterseniz yarın? Herhalde saat on bir gibi orada olurum. Herşeyi yoluna koyarız? Konuşuruz da? Orada en son bulunanlardan birisiniz, belki de bir şeyler söyleyebilirsiniz??
Raskolnikov sert bir sesle:
?Demek,? dedi, ?kurallara uygun bir biçimde, ve resmen sorguya çekmek istiyorsunuz beni??
?Bunu da nereden çıkardınız? Şimdilik böyle bir şeye hiç gerek yok. Sanırım yanlış anladınız beni. Ben yalnızca bu fırsatı kaçırmamak için? Ve? Ve rehin sahiplerinin hepsiyle konuşmuş bulunuyorum? Bunların kiminden çeşitli kanıtlar elde ettim? Sizse sonuncu kişisiniz?? Birden aklına gelen bir şeye sevinerek Razumihin?e döndü. ?Yeri gelmişken? Şu Nikoloşka yüzünden başımın etini yemiştin! Sanki ben bilmiyor muyum, -Raskolnikov?a döndü- bu çocuğun hiçbir suçu olmadığını? Ama elden ne gelir? Mitka?yı da epey rahatsız etmemiz gerekti? Aslında sorun şu, yani bu işin can alıcı noktası: Siz o gün merdivenlerden çıkarken? Bir dakika, saat sekizde oradaydınız siz değil mi??
?Evet, sekizde,? dedi Raskolnikov, der demez de bunu söylemeyebileceğini düşünerek canı sıkıldı.
?Evet, saat sekizde açık bir daire vardı, hatırladınız mı? Burada çalışan iki işçiyi bari siz görmüş olsaydınız, hiç değilse birini? Orada boya yapıyorlardı, hiç gözünüze çarpmadı mı? Bu onlar için çok ama çok önemlidir!..?
Raskolnikov belleğini yokluyormuş gibi ağır ağır:
?Boyacılar mı? Hayır görmedim,? dedi. Müthiş bir gerginlik içindeydi; soruda gizli tuzağın ne olduğunu bir an önce anlayabilmek için sanki ölümcül bir acı çekiyordu; bir yanlışlık yapmamak için tümden dikkat kesilmişti. ?Sonra kapısı açık bir daireye de gözüm çarpmadı? Ama dördüncü katta? (tuzağın ne olduğunu anlamıştı, zafer kazanmışçasına sürdürdü sözlerini) bir memur taşınıyordu? Hatırlıyorum? Tam Alyona İvanovna?nın karşısındaki daireden? Çok iyi hatırlıyorum? Hatta hamallar divan gibi bir şey taşıyorlardı ve beni duvara sıkıştırmışlardı? Boyacılara gelince? Hayır, orada boya yapan birilerini görmedim ben? Hatta? Kapısı açık bir daire de, sanırsam, yoktu? Evet, evet, yoktu??
Birden kendine gelen ve işin ne olduğunu anlayan Razumihin, Porfiri?ye:
?Ne yapıyorsun yahu sen?? diye bağırdı. ?Boyacılar cinayetin işlendiği gün oradaydılar. Raskolnikova?sa cinayetten üç gün önce oradaydı. Sen ne soruyorsun, ha??
?Tuu, günleri karıştırmışım!? dedi Porfiriy eliyle alnına vurarak. ?Hay Allah bu iş bende kafa falan bırakmadı!? Raskolnikov?a döndü ve özür dilercesine. ?Saat sekiz sularında boyacıları birilerinin orada görmesi bizim için çok önemli,? dedi. ?Buna sizin tanıklık edebileceğinizi sanmıştım? Oysa günleri karıştırmışım!?
Razumihin, yüzü bir karış:
?İnsan böyle konularda dikkatli olmalı,? dedi.
Bu son sözler antrede söylenmişti. Porfiriy Petroviç, büyük bir incelikle onları kapıya kadar geçirdi? İkisi karanlık, asık bir yüzle çıktılar sokağa ve birkaç adım hiç konuşmadan yürüdüler. Raskolnikov derin bir soluk aldı? (*) SUÇ ve CEZA Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ Çeviren; Mazlum BEYHAN Öteki Yayınevi (II Cilt) Ağustos 1998, 4. Basım I. Cilt, Sf. 310-326)
(…)
Sonya ona gözlerinde derin bir acıyla bakarak:
?Ah, nasıl da acı çekiyorsunuz!? dedi.
?Hepsi saçma!.. Baksana, Sonya (nedense gülümsedi, iki saniye kadar süren uçuk, belli belirsiz bir gülümsemeydi bu), dün sana bir şeyler söylemek istemiştim, hatırlıyor musun??
Sonya tedirginlikle bekledi.
?Dün buradan çıkarken, belki sonsuzcasına ayrıldığımızı ama eğer dönersem, sana Lizaveta?yı kimin öldürdüğünü açıklayacağımı söylemiştim.?
Sonya birden bütün vücudunun titrediğini duydu.
?İşte şimdi söylemeye geldim.?
Sonya güçlükle:
?Evet, dün siz gerçekten de…? diye bir şeyler mırıldandı, sonra birden kendine geldi, telaşla: ?İyi ama siz bunu nerden biliyorsunuz?? diye sordu.
Zorlukla soluk almaya başlamıştı Sonya, yüzü gitgide sararıyordu.
?Biliyorum.?
Sonya bir dakika kadar sustu, sonra ürkek ürkek.
?Yoksa buldular mı onu?? diye sordu.
?Hayır, daha bulamadılar.?
Sonya yine bir dakika kadar sustu, sonra zor duyulur bir sesle;
?Öyleyse siz, bunu nerden biliyorsunuz?? diye sonlu.
Raskolnikov yüzünü ona çevirip, gözlerini gözlerine dikti, az önceki çarpık, uçuk gülümseyişiyle:
?Tahmin et?, dedi.
Sonya tepeden tırnağa titrediğini duydu. Bir çocuk gibi gülümseyerek:
?Ama siz… niçin beni böyle korkutuyorsunuz?? diye mırıldandı.
Raskolnikov, gözlerini ondan ayırmak elinde değilmiş gibi dik dik bakmayı sürdürerek:
?Madem bunu biliyorum, öyleyse onun çok yakın dostuyum…? dedi. ?O… Lizavetay?ı öldürmek istemiyordu… İstemeden öldürdü onu… Kocakarıyı öldürmek istiyordu o… Kocakarı yalnızdı önce… Tam o sırada Lizaveta girdi içeri… Böylece… Onu da öldürmüş oldu…?
Aradan korkunç bir dakika daha geçti, ikisi ile gözlerini ayırmadan birbirlerine bakıyorlardı.
Kendini çan kulesinden aşağı bırakıyormuşçasına bir duyguyla:
?Tahmin edemiyor musun?? diye sordu Raskolnikov.
Sonya zor duyulur bir sesle:
?Ha-hayır? diye kekeledi.
?İyice bir bak bakalım…?
Bunu söyler söylemez o eski, bildik duygu bütün ruhunu dondurdu, birden Sonya’nın yüzünde Lizaveta’nın yüzünü gördü.Birden elinde baltayla Lizaveta’nın üzerine yürürken kadının yüzünde beliren anlatımı hatırladı: Lizaveta bir yandan duvara doğru gerilirken, bir yandan da çocuksu bir korkuyla ellerini ileri doğru uzatmıştı; ansızın bir şeyden korkmaya başlayan ve gözlerini kendisini korkutan şeye dikip minicik ellerini ileri doğru uzatarak her an ağlamaya hazır geri geri çekilen bir çocuk gibiydi… Şu anda Sonya’nın yüzünde de aynı anlatım vardı: Aynı korku, aynı umarsızlıkla bakıyordu ona. Birden sol elini ona doğru uzatarak parmağının ucuyla hafifçe göğsüne dokundu. Bir yandan da usul usul ondan uzaklaşarak yataktan, oturduğu yerden kalkmaya başlamıştı; ancak gözlerini bir an olsun onun gözlerinden ayırmıyordu, Sonya’nın duyduğu korku birden ona da bulaştı: Yüzünde aynı dehşet anlatımı, hatta dudaklarında aynı çocuksu gülümseme, o da Sonya’ya bakmaya başladı. Sonunda:
?Anladın mı?? diye fısıldadı.
?Tanrım!? diye bir çığlık koptu Sonya’nın göğsünden. Yatağa yığılıp yüzünü yastığa gömdü. Ama çok kısa sürdü bu. Çabucak, doğruldu, hızla Raskolnikov’a yaklaştı, iki elini birden tutup incecik parmakları arasında bir mengene gibi sıkarak, gözlerini onun gözlerine dikti ve yeniden dikkatle bakmaya başladı. Bu bakışlarla son bir umut ışığı bulmak istiyor gibiydi ama hayır, hiçbir umut yoktu. Hiç kuşkusu kalmamıştı, dediği gibi olmuştu her şey! Sonya çok sonraları bu anı hatırladığında, hiç kuşkusu kalmayışını, bu karara böylesine birdenbire varışını çok tuhaf ve yadırgatıcı bulmuştu. Yoksa bu onun içine mi doğmuştu? Hayır, böyle bir şey söyleyemezdi. Ama şu anda, Raskolnikov ona bunu söyler söylemez bütün bunlar gerçekten de kendisinin içine doğmuş gibi geldi.
Raskolnikov acıyla:
?Yeter, Sonya!? dedi. ?Yeter! Acı çektiriyorsun bana!?
Ona bu işi böyle açacağını bu işin böyle olacağını hiç ama hiç düşünmemişti ama böyle olmuştu işte.
Sonya birden kendinde değilmiş gibi yerinden fırladı, ellerini oğuşturarak odanın ortasına kadar gitti, sonra hızla döndü, yeniden yatağa, onun yanına oturdu; o kadar yakınına oturmuştu ki, nerdeyse omuzlan birbirine değiyordu. Sonra birden, sanki bir yerine bir şey saplanmış gibi irkildi, bir çığlık attı, kendinde değilmişçesine ve niçin yaptığını kendi de bilmeden Raskolnikov’un önünde diz çöktü.
?Ne yaptınız, ne yaptınız böyle kendinize!? diye mırıldandı, sesi umutsuzlukla doluydu. Sonra birden doğruldu, Raskolnikov’un boynuna atıldı, kollarıyla sımsıkı sarıldı.
Raskolnikov kendini hafifçe geri çekti, üzgün bir gülümsemeyle:
?Ne tuhafsın, Sonya,? dedi, ?sana ondan sözettiğim sırada beni kucaklayıp öpüyorsun! Ne yaptığının farkında mısın??
Sonya onun ne dediğini duymamıştı bile, müthiş bir heyecan içinde:
?Şu anda bütün dünyada sizden daha mutsuz hiç kimse yoktur!? diye haykırdı ve bir ağlama nöbetine tutulmuşçasına hıçkırmaya başladı.
Raskolnikov ne zamandır yabancısı olduğu bir duygunun bir sel gibi içine boşandığını ve kendisini hafiflettiğini hissetti. Bu duyguya karşı koymadı, gözlerinden yuvarlanan iki damla yaş kirpiklerine asılıp kalmıştı.
?Yani beni bırakmıyor musun Sonya?? dedi: Belli belirsiz bir umut titreşimi vardı sorusunda.
?Hayır, hayır!? diye bağırdı Sonya, ?hiçbir zaman, hiçbir yerde! Nereye gidersen peşinden geleceğim!.. Ah, Tanrım! Ah, ne kadar mutsuzum! Ah, niçin, niçin seni daha önce tanımadım! Niçin bana daha önce gelmedin! Ah, Tanrım!? ,
?Geldim ya işte!?
?Şimdi geldin ama! Ne yapılabilir şimdi!.. Birlikte, birlikte… gideriz küreğe de…? Raskolnikov’a yeniden sarılmıştı. Bu sözler üzerine Raskolinkov’un bütün vücudu kasıldı, dudaklarında az önceki küçümseyici gülümseme.
?Ben belki de daha küreğe gitmek niyetinde değilim, Sonya,? dedi.
Sonya ona hızla bir gözattı.
Mutsuz bir insana karşı duyduğu o heyecanlı ilk acıma duygusundan sonra, yeniden korkunç cinayet düşüncesiyle sarsıldı.
Raskolnikov’un konuşma tonundaki değişme, ona bir anda cinayeti ve katili hatırlatmıştı. Şaşkınlıkla bakıyordu ona. Bu iş niçin olmuştu, nasıl olmuştu, daha hiçbir şey bilmiyordu. Bu sorular şu anda birdenbire bilincinde çakıvermişti. Ama hemen sonra yeniden kuşkulanmaya başladı, inanamıyordu bir türlü: ?O mu katil! Olacak şey mi bu!..?
?Ne oluyor? Nerdeyim ben?? diye bağırdı birden; hâlâ kendine gelememiş gibi büyük bir şaşkınlık içindeydi. ?Hem… sizin gibi birisi nasıl böyle bir şey yapabilir..? Niçin yaptınız bunu?? Raskolnikov can sıkıntısıyla ve bitkin bir şekilde: ?Niçin olacak, soymak için. Yeter artık, Sonya,? dedi. Sonya sersemlemiş gibiydi ama birden: ?Aç mı kalmıştın!? diye bağırdı. ?Sen… sen bunu annene yardım etmek için yaptın, öyle değil mi??
Raskolnikov yüzünü öte yana çevirdi, başını önüne eğdi: ?Hayır, Sonya, hayır,? diye mırıldandı. ?Aç olduğum söylenemez… Evet, gerçekten de anneme yardım etmek istemiştim ama… tam bu da değil… Bana acı çektirme, Sonya!? Sonya’nın elleri yanına düştü.
?Bütün bunlar gerçek olabilir mi? Tanrım, bu nasıl gerçek böyle! Böyle bir gerçeğe kim inanır? Hem çıkarıp cebinizdeki parayı son kuruşuna kadar başkalarına verin, hem de para için birini öldürün!? Bir an sustu, sonra ?Ah, yoksa… yoksa Katerina Ivanovna’ya verdiğiniz o paralar da… Tanrım, yoksa o paralar da…? diye bağırdı.
Raskolnikov onun sözünü keserek:
?Hayır, Sonya…? dedi. ?o paralar, o paralar değil, için rahat olsun! Bir tüccar aracılığıyla annemin gönderdiği paralar onlar. Hastalandığım gün elime geçmiş, aynı gün de Katerina Ivanovna’ya vermiştim. Razumihin tanıktır… Paraları da benim adıma o almıştı tüccardan… Benimdi o paralar, benim, kendi paralarım…?
Sonya gözlerini dört açmış onu dinliyor, olanca çabasıyla bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Raskolnikov dalgın dalgın:
?O paralara gelince…? diye ekledi, ?aslında para olup olmadığını da bilmiyorum ya, çünkü o sırada kocakarının boynundan içi tıka basa dolu bir para kesesi almıştım ama içine bakmamıştım, fırsat olmamıştı… sonra, zincir, koldüğmesi gibi bazı şeyler de vardı… para kesesiyle birlikte bunların hepsini ertesi sabah, V. caddesinde daha önce hiç bilmediğim bir avluda, bir taşın altına gizledim… Şimdi de orda duruyorlar…?
Sonya kulak kesilmiş dinliyordu. Raskolnikov’un son sözlerinde bir umut ışığı görerek:
?Bu işi… soymak için yaptığınızı söylüyorsunuz ama hiçbir şey almamışsınız..!? dedi.
Raskolnikov yine dalgın dalgın.
?Bilmiyorum… Daha bu paralan alıp almamaya karar vermedim,? diye mırıldandı, sonra birden kendine geldi, hafifçe gülümseyerek: ?Amma aptalca şeyler söylüyorum, öyle değjl mi?? dedi.
Sonya’nın aklından, ‘Sakın deli olmasın?’ düşüncesi geçti ama hemen kovdu bu düşünceyi kafasından: hayır, burada başka bir şey vardı. Kendisi hiçbir şey anlamıyordu.
Raskolnikov birden coşarak:
?Biliyor musun, Sonya,? dedi, ?eğer aç olduğum için çalsaydım bu paraları…? sözcüklerin üzerine basarak devam etti: ?Şu anda mutlu olurdum! Bunu bilmiş ol!?
Biraz sonra umutsuzluk içinde:
?Ama bütün bunlardan sana ne!? diye sürdürdü sözlerini. ?Şu anda yaptığım şeyin aptalca olduğunu söylüyorsun, bundan sana ne? Bana karşı elde ettiğin bu aptalca zaferden sana ne? Ah, Sonya, ben sana bunları söylemek için mi geldim??
Sonya, yine bir şeyler söylemek istedi, ama konuşmaktan vazgeçti.
?Dün seni, benimle birlikte gelmen için çağırmamın tek nedeni, senden başka kimsemin olmayışıydı.?
Sonya ürkek ürkek:
?Nereye çağırmıştın?? diye sordu.
Raskolnikov acı acı gülümseyerek:
?Korkma, hırsızlığa, cinayet işlemeye değil,? dedi. ?Farklı insanlarız biz… Biliyor musun. Sonya, dün seni nereye çağırdığımı daha şimdi, şu anda anladım..? Dün bilmiyordum bunu, nereye gideceğimizi ben de bilmiyordum. Bir tek şey için çağırdım seni ve bir tek şey için geldim buraya, beni bırakmaman için. Bırakmayacaksın, değil mi Sonya??
Sonya onun elini sıktı:
Raskolnikov bir dakika kadar sonra, Sonya’ya sonsuz bir acıyla bakarak:
?Niçin söyledim bunu ona, niçin?? diye bağırdı.? Niçin açtım? işte benden açıklama bekliyorsun, Sonya… Oturuyor ve bekliyorsun… Oysa ne söyleyebilirim sana? Hiçbir şey anlamayacak, yalnızca acı çekeceksin… benim yüzümden..! Bak işte ağlıyor ve beni kucaklıyorsun… Niçin kucaklıyorsun beni Sonya? Bu acıyı tek başıma çekemediğim ve ?sen de acı çek ki, ben biraz hafifleyeyim? dediğim için mi? Böyle bir alçağı sevebilir misin sen??
?Sanki sen acı çekmiyor musun?? diye bağırdı Sonya.
Yine aynı duygu bir sel gibi boşandı Raskolnikov’un yüreğine ve yine yüreğini bir an için yumuşattı.
?Sonya ben kötü yürekli bir adamım, bunu unutma, pek çok şeyin açıklaması burada. Sana da kötü yürekli olduğum için geldim. Her şeye karşın buraya gelmeyebilecek insanlar da vardır. Bense… ödleğin ve alçağın biriyim! Ama… ne yapalım, öyle olayım! Bu değil sorun… Konuşmamız gerek, ama ben söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum…?
Durdu, uzun uzun düşündü, sonra:
?Dedim ya, farklı insanlarız biz!? diye bağırdı. ?Birbirimizin dengi değiliz! Buraya geldiğim için de kendimi hiç ama hiç bağışlamayacağım!?
?Hayır, hayır!? diye bağırdı Sonya. ?Buraya gelmen, benim öğrenmem iyi oldu! Hem de çok iyi oldu!?
Raskolnikov ona acıyla baktı.
?Gerçekten de ne olmuş sanki!? dedi, düşünüp taşınıp bir karar vermiş gibiydi. ?Böyle oldu bu iş! Sorun şu: Bir Napolyon olmak istedim, onun için de öldürdüm… Nasıl, anladın mı??
Sonya safça ve çekinerek:
?Hayır,? dedi, sonra yalvarırcasına ekledi: ?Yalnız… sen anlat! Ben anlarım… ben kendi kendime hepsini anlarım!?
?Anlar mısın? Pekâlâ, görürüz!?
Sustu, uzunca bir süre düşündü.
?Sorun şu,? dedi. ?Bir gün kendime şöyle bir soru sordum: Eğer benim yerimde Napolyon olsaydı ve mesleki tırmanışına başlamak için önünde ne Toulon, ne Mısır, ne Mont Blanc’tan geçiş gibi güzel ve anıtsal şeyler değil de, gülünç, zavallı bir kocakarı, üstelik de sandığındaki paraları çalmak için (mesleki tırmanış için, anlıyorsun ya?) öldürülmesi gereken bir tefeci kocakarı bulunsaydı ve başkaca da hiçbir çıkış yolu olmasaydı, acaba ne yapardı? Böylesine anıtsal olmaktan uzak, üstelik de… günah olan bir şey yaptığı için acı duyar mıydı? Şunu hemen söyleyeyim ki, bu ?sorun? üzerine çok ama çok kafa yordum, öyle ki, sonunda Napolyon’un bu işten acı duymak şöyle dursun, bu işin anıtsal bir iş olup olmadığı gibi bir konunun aklının köşesinden bile geçmeyeceğini hatta… bu işin insana acı verebileceğinin farkında bile olmayacağını anladım (nasılsa birdenbire anladım bunu) ve böyle düşündüğüm için müthiş utanç duydum… önünde başka bir yol yoksa, hiç duraksamadan kadının işini bitiriverirdi Napolyon!.. Ben de… bunun üzerine düşünmekten vazgeçip… bu otoritenin örneğine uygun olarak… cinayeti işledim… Tümüyle anlattığım gibi oldu bu iş! Gülünç mü buluyorsun? Evet, Sonya, burada asıl gülünç olan, bu işin tam anlattığım gibi olmasıdır…?
Sonya anlattıklarını hiç de gülünç bulmamıştı. Daha da ürkmüş olarak ve zor duyulan bir sesle:
?Siz,? dedi, ?bana doğruca hiç örnek vermeden anlatın, daha iyi…?
Raskolnikov onun ellerini tuttu, yüzüne üzüntüyle bakarak:
?Yine haklısın, Sonya,? dedi. ?Bütün bunlar saçma, nerdeyse boş bir gevezelik! Biliyorsun, annemin hiçbir şeyi yok… Bir rastlantı sonucu eğitim gören kız kardeşimin yazgısı, mürebbiye olarak sürünüp durmak… İkisinin de umudu bendim. Üniversitede okuyordum ama masraflarını karşılayamadığım için ayrılmak zorunda kaldım. Hoş, her şey yolunda gitse ve ayrılmasam ne olacaktı? On, on iki yıl sonra, yıllık bin ruble geliri olan bir öğretmen ya da memur olmaktan başka ne umabilirdim? (Ezberlemiş gibi konuşuyordu). Bu arada annem kaygılardan, acılardan çöküp gidecek ve ben onun için hiçbir şey yapamayacaktım… Kız kardeşimin başına daha da kötü şeyler gelebilirdi! Her şeyden el etek çekmek, annemi unutup, kız kardeşimin uğrayacağı aşağılanmalara saygıyla katlanmak için sebep ne? Evet, ne için bütün bunlar? Onları toprağa verip, yeni dertler edinmek, evlenip çoluk çocuk sahibi olarak bu kez de bunları beş parasız, bir lokma ekmeğe muhtaç bırakmak için mi? İşte… İşte ben kocakarının paralarıyla, anneme yük olmadan üniversite öğrenimimi sürdürmeyi, üniversiteden sonraki ilk adımlarımı atabilmeyi ve bütün bunları çok geniş bir biçimde ve radikal anlamda yapmayı düşünmüştüm; öyle ki, yepyeni bir mesleki tırmanış gerçekleştirmek ve yeni, bağımsız bir yolda ilerleyebilmek istiyordum… îşte… hepsi bu… Kocakarıyı öldürmekle… hiç kuşkusuz kötü bir iş yaptım… Eh, yeter artık!?
Sözlerini bitirdiğinde tam bir bitkinlik içindeydi. Başını eğdi.
?Ah ama bu o değil, bu o değil!? diye bağırdı Sonya, sesi acı doluydu. ?Hiç böyle şey olur mu!?
?Olmadığı ortada! Ama ben sana gerçeği söyledim!?
?Bu nasıl gerçek böyle! Ah, Tanrım!?
?Ben yalnızca bir bit öldürdüm, Sonya, yararsız, iğrenç, herkese zararı dokunan bir bit!?
?Ama bu bit, bir insan!?
Raskolnikov, ona tuhaf tuhaf bakarak:
?Ben de biliyorum onun bir bit olmadığını,? dedi. ?Aslında, Sonya ben yalan söylüyorum, hem de ne zamandır yalan söylüyorum… Doğru söylüyorsun sen: Bu, o değil. Burada başka, bambaşka nedenler var!.. Ne zamandır kimseyle konuşmadım. Sonya… Başım çok kötü ağrıyor.?
Gözleri humma ateşiyle yanıyordu. Sayıklar gibiydi; dudaklarında tedirgin gülümsemeler uçuşuyordu. Bütün varlığını kaplayan coşkunluğunun ardında, bir bitkinlik seziliyordu. Sonya onun ne denli acı çektiğini anlıyordu. Onun da başı dönmeye başlamıştı. Evet, tuhaf şeyler söylüyordu ama yine de anlaşılır bir şeyler var gibiydi bu sözlerde… Ama… ?Ah, Tanrım! Nasıl olur! Nasıl olur!? Sonya umutsuzluk içinde ellerini oğuşturuyordu.
Raskolnikov, başını kaldırarak:
?Hayır, Sonya, bu, o değil!? dedi, düşüncelerindeki ani dönüş kendisini de şaşırtmış, yeniden heyecanlandırmış gibiydi. ?Bu, o değil! En iyisi… (evet, böylesi gerçekten daha iyi) Tut ki ben kendini beğenmiş, kıskanç, kötü yürekli, aşağılık, kindar… bir adamım… hatta… belki de biraz deliliğe de yatkınım (Varsın hepsi birden olsun! Delilik sözünü eskiden de etmişlerdi, biliyorum!) Az önce sana, parasızlık yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kaldığımı söylemiştim. Biliyor musun, istesem ayrılmayabilirdim? Okul için gerekli parayı annem gönderebilir, üst-baş, boğaz sorununu da kendim halledebilirdim! Özel dersler çıkıyordu, elli köpek veriyorlardı ders başına. Razumihin veriyor ya hani!.. Ben öfkelenmiştim, çalışmak istemedim. Evet, öfkelenmiştim (bu sözcük tam yerinde!). Ben o sıralar tam bir örümcek gibi çekilmiştim. Öyle ya, görmüştün sen benim kaldığım o rezil yeri!.. Biliyor musun, Sonya, alçak tavanlar, daracık odalar insanın aklını ve ruhunu öylesine boğar ki..! Ah, nasıl nefret ederdim o rezil odadan! Ama yine de oradan dışarı çıkmak istemezdim. Özellikle istemezdim! Günlerce dışarı çıkmazdım, ne çalışmak, ne de yemek yemek isterdim, boyuna yatardım. Nastasya bir şeyler getirirse yerdim, getirmezse, günüm öylece geçerdi. Hıncımdan, özellikle bir şey istemezdim! Geceleri yakacak mumum yoktu, karanlıkta oturur ve bir mum alacak para kazanmazdım. Okumam gerekti, oysa ben kitaplarımı satmıştım; masamın üzerindeki not defterlerimin, kâğıtlarımın üzerinde şimdi bile bir parmak toz vardır! En sevdiğim şey uzanıp yatmak ve düşünmekti. Boyuna düşünürdüm… Sonra düş görürdüm, tuhaf tuhaf düşler… Bunların ne tür düşler olduğunu anlatmam gereksiz! Ancak, işte bu sıralarda, düş gibi bir şeyler kurmaya başladım… Hayır, böyle değil! Yine anlatamadım!.. Biliyor musun, o sıralar durmadan kendime şunu sorardım: Neden böyle aptalım ben? Madem başkaları aptal ve ben onların aptal olduklarını kesin olarak biliyorum, öyleyse neden onlardan daha akıllı olmak istemiyorum? Sonra, herkesin akıllı olmasını beklemenin çok uzun süreceğini anladım, Sonya. Bir de, bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini… insanların değişmeyeceğini, onları değiştirebilecek kimsenin bulunmadığını ve bunun için çaba göstermeye değmeyeceğini! Ya, böyle işte! Bu bir yasa, Sonya, yasa. Akılca ve ruhça kim sağlam ve güçlüyse, insanlara onun buyuracağını biliyorum artık! Kim daha yürekliyse, haklı olan da odur. Her şeyin içine tükürmekte, aldırmazlıkta en ileri gidenler, yasa koyucu olurlar. Herkesten daha gözüpek olan, herkesten daha haklıdır! Bugüne kadar böyle gelmiş bu, bundan sonra da böyle gidecek! Bu gerçeği ayırt edemeyenler, kördür!?
Raskolnikov bunları söylerken gerçi Sonya’ya bakıyordu ama artık anlayıp anlamadığını pek düşünmüyordu. Hummaya yakalanmış gibiydi. Karamsar bir heyecan içindeydi (Gerçekten de uzun süredir hiç kimseyle konulmamıştı!). Sonya, söylediği bu karamsar sözlerin onda bir din, bir inanç haline geldiğini anlamıştı.
Heyecanla sürdürdü sözlerini:
?O zaman şunu anladım, Sonya: iktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir. Bir tek şey söz konusuydu burada: Cesaret! Böylece, hiç kimsenin, hiçbir zaman düşünmediği bir şey geldi aklıma! Evet, hiç kimsenin! Bütün bu saçmalıkların yanından geçerken, hiç kimse bunları kuyruğundan tuttuğu gibi, cehenneme kadar yolunuz var, deyip fırlatıp atmaya cesaret edememişti: Evet, gün gibi açıktı bu! Ne kimse cesaret edebilmişti böyle bir şeye ne de şimdi eden vardı! Ben… işte bu cesareti göstermek istedim ve… öldürdüm… Ben yalnızca cesaret göstermek istedim, Sonya, hepsi bu!?
Sonya ellerini çırparak:
?Ah, susun! Susun!? diye bağırdı. ?Siz Tanrı’dan uzaklaşmışsınız! Sizi Tanrı çarpmış ve şeytana teslim etmiş!..?
?Gerçekten de, Sonya, karanlıkta odamda yatıp bunları düşünürken, yoksa şeytan mı ruhuma girdi de beni yoldan çıkardı, ha??
?Susun! Alay etmeyin! Dinsiz! Hiç ama hiçbir şey anlamıyorsunuz! Ah, Tanrım! Hiçbir şey anlamıyor!?
?Yeter, Sonya, alay ettiğim yok benim! Beni şeytanın sürüklediğini ben kendim de biliyorum.? Üzgün üzgün tekrarladı:
?Sus, Sonya, yeter artık! Her şeyi biliyorum ben. Odamda, karanlıkta yatıp dururken bütün bunları kaç kez düşündüm, kaç kez kendi kendime mırıldandım! En küçük ayrıntılarına varana dek, her şeyi kendi kendimle tartıştım! Her şeyi, her şeyi biliyorum! Ve bütün bu gevezeliklerden o zaman öylesine bıkıp usanmıştım ki! Her şeyi unutmak, bütün bu gevezeliklere bir son vermek ve yeni bir hayata başlamak istiyordum, Sonya. Benim oraya hiçbir şey düşünmeden, bir aptal gibi gittiğimi mi sanıyorsun yoksa? Aklı başında bir insan olarak gittim ben oraya, Sonya. Beni mahveden de bu oldu zaten! Sanıyor musun ki, eğer iktidara sahip olmaya hakkım olup olmadığını kendime sormaya başlamışsam, buna hakkım olmadığını bilmiyordum! Ya da, eğer insanın bir bit olup olmadığını sormaya başlamışsam, demek ki, insan benim için bir bit değildir… Kimin ki aklına böyle bir soru hiç gelmez ve doğruca hedefin üzerine yürür gider, insan, onun için bir bittir. Eğer ben, Napolyon olsa gider miydi, gitmez miydi, diye kendi kendimi yiyip bitirmişsem, bir Napolyon olmadığımı açıkça hissetmiş olmalıyım… Bütün bu gevezeliklere katlandım Sonya ve bütün bunlardan kurtulmak istedim: Ahlaki, vicdani herhangi bir nedene dayanmaksızın, yalnızca kendim için öldürmek istedim! Bu konuda kendime bile yalan söylemek istemedim! Anneme yardım etmek için öldürmedim, örneğin. Maddi olanaklara ve iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek için de öldürmedim. Bütün bunlar palavra! Ben, öylece öldürdüm; kendim için, yalnızca kendim için yaptım bunu! insanlığa iyilik eden biri olmak, ya da, bir örümcek gibi ağıma düşen kurbanlarımın özsularını emerek ömür sürmek, o anda benim için herhalde farklı şeyler değildi! Beni bu cinayete sürükleyen başlıca sebep, paraya duyduğum gereksinim de değildi; çünkü, paraya olan gereksinimim, bütün başka şeylere olan gereksinimimden daha fazla değildi. Bütün bunları şimdi anlıyorum… Anla beni: Bütün o yollardan yeniden geçecek olsam, sanırım bu cinayeti tekrarlamazdım. O sıralar öğrenmek istediğim şey bambaşkaydı, bambaşka bir şey yön verdi ellerime; bir an önce öğrenmek istediğim bir şey vardı: Ben de herkes gibi bir bit miydim, yoksa bir insan mı? Önüme çıkan engeli aşabilir miydim, aşamaz mıydım? Eğilip iktidarı yerden almaya cesaret edebilecek miydim, edemeyecek miydim? Titreyen bir yaratık mıydım, yoksa haklan olan biri mi?..?
Sonya ellerini çırparak:
?Ne hakkı?? dedi. ?Öldürme hakkı mı??
?Eeh, Sonya…? dedi Raskolnikov sinirli sinirli, itiraz edecek, bir şeyler söyleyecek gibiydi, sonra küçümseyen bir susuşla vazgeçti. ?Sözümü kesmesene! Ben sana yalnızca, beni oraya şeytanın sürüklediğini, sonra da oraya gitmeye hakkımın bulunmadığını, çünkü benim de herkes gibi bir bitten başka bir şey olmadığımı gösterdiğini anlatmak istedim! Şeytan benimle alay etti, ben de bu yüzden sana geldim! Konuğunu kabul et! Eğer bir bit olmasaydım, şimdi burada ne işim vardı! Dinle: Kocakarıya giderken niyetim yalnızca bir deneme yapmaktı… Bunu böylece bilesin!?
?Ama öldürdünüz! öldürdünüz!?
?Öldürdüm ama nasıl? Adam öldürme böyle mi olur? Benim o gün gittiğim gibi mi gidilir adam öldürmeye? Nasıl gittiğimi de anlatırım bir gün sana. Ben o gün kocakarıyı değil, kendimi öldürdüm! Kendimi sonsuzcasına mahvettim! Kocakarıya gelince, onu ben değil şeytan öldürdü… Yeter, yeter artık, Sonya, yeter!? Birden müthiş bir üzüntüyle bağırdı: ?Bırak, bırak beni?
Dirseklerini dizlerine dayadı, avuçlarıyla kafasını bir mengene gibi sıktı.
?Ah, bu ne acı böyle!? diye inledi Sonya.
Raskolnikov birden başını kaldırdı, mutsuzluğun çarpıttığı bir yüzle:
?Şimdi ne yapmalı, söyle bakalım!? dedi.
Sonya yerinden fırlayarak:
?Ne mi yapmalı!? diye bağırdı; yaşlarla dolu gözleri ışıl ışıl parlıyordu. ?Kalk! (Raskolnikov’u omuzlarından tuttu; beriki şaşkınlıkla ona bakıyordu, yerinden kalktı). Hemen şimdi, şu anda, bir dörtyol ağzına koş, yere kapan, önce kirlettiğin toprağı öp, sonra dört bir yana eğil, bütün dünyayı selamla ve ?Ben öldürdüm!? diye bağır. O zaman Tanrı sana yeniden hayat verir.? Sonya, Raskolnikov’un ellerini avuçları içine aldı, alev alev yanan gözlerini yüzüne dikip hummaya tutulmuşçasına titreyerek: ?Gideceksin, gideceksin değil mi?? diye sordu.
Raskolnikov onun bu beklenmedik heyecanı karşısında çok şaşırmıştı.
“Kürekten mi sözediyorsun, Sonya?” dedi asık bir yüzle. “Gidip kendimi elevermem gerektiğini mi söylüyorsun?”
“Acı çekmen, günahlarının kefaretini ödemen gerek!”
“Hayır, gitmeyeceğim onlara, Sonya!”
“Peki nasıl yaşayacaksın?” diye bağırdı Sonya. “Kiminle yaşayacaksın? Annenin yüzüne nasıl bakacaksın? (Ah şimdi onların hali ne olacak, onların hali ne olacak!) Ben de neler söylüyorum! Annenle kız kardeşini terketmiştin sen! Evet, terkettin, terkettin! Ah, Tanrım! Bütün bunları kendisi de biliyor! insansız nasıl yaşanır! Ne olacaksın sen!?
“Çocuk olma, Sonya,” dedi Raskolnikov yavaşça. ?Onlara karşı ne suç işledim ben? Niçin gideyim? Gidip de ne diyeceğim ben? Bütün bunlar kuruntudan başka bir şey değil… Kendileri milyonlarca insanın canına okuyorlar, üstelik de bunu erdem sayıyorlar. Hepsi alçak ve sahtekâr onların, Sonya! Hayır, gitmeyeceğim! ? Acı bir gülümsemeyle ekledi: ?Hem gidip ne diyeceğim onlara: Kadını ben öldürdüm ama paraları almaya cesaret edemedim, bir taşın altına gizledim mi diyeceğim? Ama alay ederler o zaman benimle, aptala bak, paraları bile alamamış derler. Korkak ve aptal! Hiç ama hiç bir şey anlamayacaklardır, Sonya; anlamaya layık insanlar da değiller zaten! Hayır, gitmeyeceğim! Çocuk olma, Sonya…”
Sonya ellerini ona doğru uzatmış:
“Acı çekeceksin, çok acı çekeceksin…”diye tekrarlıyordu.
Raskolnikov, dalgın dalgın:
“Hem ben belki de kendime iftira ediyorum,” dedi. “Bit değil, daha bir insanım belki ve kendimi mahkûm etmekte acele ediyorum… Daha savaşacağım…”
Dudaklarında kibirli bir gülümseme belirdi.
?Böyle bir acıyı taşıyıp durmak! Üstelik de hayat boyunca..!?
Raskolnikov asık yüzle ve dalgın dalgın:
“Alışırım…” dedi. Bir dakika kadar sustu: “Beni dinle,” dedi.
“Ağlaştığımız yeter artık, biraz da iş konuşalım: Sana buraya beni aradıklarını, izlediklerini söylemeye gelmiştim…”
Sonya korkuyla:
“Ah!” diye haykırdı.
“Ne oldu? Az önce küreğe gitmemi istiyordun, şimdiyse korkuyorsun? Ne var ki, onlara yakamı kaptırmayacağım! Daha savaşacağım onlarla. Hiçbir şey yapamayacaklar bana. Ellerinde doğru dürüst hiçbir delil yok. Dün çok büyük bir tehlike atlattım, her şey bitti sanıyordum. Bugün işler düzeldi. Ellerindeki bütün deliller iki başlı, yani onların bütün suçlamalarını, kendimi savunabileceğim kanıtlar haline çevirebilirim. Çevireceğim de… Çünkü artık her şeyi öğrenmiş bulunuyorum. Ama herhalde beni içeri alacaklardır. Aslında bir olay olmasaydı, belki bugün de içeri alırlardı… hâlâ da alabilirler ya… Ama bunun önemi yok, Sonya: Biraz yatarım, sonra salıverirler… Çünkü ellerinde doğru dürüst hiçbir delil yok ve olmayacak da… sana söz veriyorum. Ellerindeki deliller beni hapse atmalarına yetmez.. Eh, artık yeter… Bütün bunları bilesin istedim… Annemle kız kardeşime gelince, kendilerini korkutmadan fikirlerini değiştirmeye çalışacağım… Kız kardeşim sanırım artık güven altında… dolayısıyla annem de… işte böyle. Sen de dikkatli ol. Hapse girdiğim zaman gelip beni göreceksin değil mi?..?
“Ah, tabii, tabii”
Fırtınanın ıssız bir kıyıya fırlatıp attığı iki insan gibi, ezik, bitkin, üzgün, öylece yanyana oturuyorlardı. Raskolnikov, Sonya’ya bakıyor ve genç kızın kendisini ne kadar çok sevdiğini hissediyordu ama tuhaf şey, böylesine çok sevilmek, ona birden acı vermişti. Gerçekten de çok tuhaf, korkunç bir duyguydu bu! Kendisi için son umut, son çıkış yolu olduğunu düşünerek gelmişti Sonya’ya; acılarının hiç değilse birazını burada bırakacağını düşünmüştü ama genç kızın bütün kalbini kendisine verdiğini anladığı şu anda, kendini birden, eskisinden çok ama çok daha mutsuz hissetmişti.
“Sonya, hapse girdiğim zaman gelip beni görmesen daha iyi olur.”
Sonya cevap vermedi, ağlıyordu. Böylece birkaç dakika geçti.
Sonra, birden aklına gelmiş gibi:
“Üzerinde haç var mı?” diye sordu Sonya.
Raskolnikov önce soruyu anlamadı.
“Yok değil mi? Al bunu, servi ağacından yapılmıştır. Bende bir tane daha var, bakırdan, Lizaveta vermişti… Lizaveta ile haçlarımızı değişmiştik, o bana kendi haçını vermişti, ben de ona boynumdaki kutsal tasviri vermiştim. Ben şimdi Lizaveta’nın verdiğini taşıyacağım, bunu da sen tak. Al, benimdir! ?Yalvarırcasına tekrarladı: ?Al benimdir! Değil mi ki birlikte acı çekeceğiz, bütün acılara birlikte katlanacağız…?
?Ver!? Raskolnikov, onu üzmek istememişti. Ama hemen sonra, haçı almak için uzattığı elini geri çekti, bir yandan da onu yatıştırmak için: ?Şimdi değil Sonya,? dedi, ?sonra ver, daha iyi…?
Sonya onu heyecanla doğrulayarak:
“Evet, evet, sonra daha iyi!” dedi. “Acı çekmeye gidersen takarsın. Bana gelirsin, ben sana kendi elimle takarım, sonra da dua eder, yola çıkarız.”
SUÇ ve CEZA
Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ, Çeviren; Mazlum BEYHAN, Öteki Yayınevi (II Cilt) Ağustos 1998, 4. Basım, II. Cilt, Sf. 491-508
——————————————————————————–
Dünya ona sımsıkı sarıldı, öpmeye başladı.
?Acıyı üstlenmekle, suçunu yarı yarıya temizlemiş olmuyor musun??
?Suç mu?? diye bağırdı Raskolnikov, bir anda öfkeden deliye dönmüştü. ?Ne suçu? Öldürenin kırk günahından arınacağı aşağılık bir tefeciyi, hiç kimseye hiçbir yararı olmayan, yoksulların kanını emen zararlı bir biti öldürmek mi suç! Bu suç benim umurumda bile değil ve onu temizlemeyi de düşünmüyorum. Nedir bu böyle? Dört yandan herkes ?Cinayet! Cinayet!? diye bağırıp duruyor! Korkaklığımın ne kadar saçma olduğunu bütün açıklığıyla ancak şimdi, böylesine gereksiz bir utancı çekmeye karar verdiğim şu anda anlayabiliyorum! Teslim olmam düpedüz alçaklığımdan ve yeteneksizliğimden… bir de, belki şu… Porfiriy’nin önerdiği indirimden…?
?Neler söylüyorsun sen, ağabey!? diye bağırdı Dünya, sesi umutsuzluk doluydu. ?Kan döktün sen!?
?Herkesin döktüğü kanı!..? diye bağırdı Raskolnikov, büyük bir öfke içindeydi. ?Geçmişte ve günümüzde bir sel gibi akıtılan kanı!.. Şampanya gibi kan dökenler Capitol’de taç giyip insanlığın kurtarıcıları olarak kutsanmışlardı! Çevrene daha bir dikkatli bak bakalım! Ben de iyilik etmek istemiştim insanlara! Hem yaptığım bu bir tek aptalca şeye karşı yüzlerce, binlerce iyi ve güzel şey yapabilirdim… Aptallık da denmez benim bu yaptığıma… Doğrudan doğruya, beceriksizlik… Çünkü, başarısızlığa uğramazdan önce hiç de şu anda göründüğü gibi aptalca görünmüyordu yaptığım iş (Başarısızlığa uğradı mı, herşey aptalcadır!) Ben yaptığım bu aptallıkla kendime bağımsızlık kazandırmak, ilk adımımı atmak, gerekli araçları edinmek istemiştim… Sonuçta sağlanacak yarar, bütün bu aptallıkları silip süpürecekti!.. Ama daha ilk adımda tökezledim, çünkü ben bir alçağım! Bütün sorun burada! Ama yine de sizin görüşlerinize katılmıyorum: Başarabilseydim, bana da taç giydireceklerdi! Şimdiyse, kapana sıkıştım!?
?Sen neler söylüyorsun, kardeşim? Bu farklı bir şey… Bu, o değil!?
?Demek bu o değil! Biçim olarak, estetik bakımdan, demek istiyorsun herhalde? Anlamıyorum doğrusu kuşatılmış bir halk üzerine, yolunca, yordamınca bombalar yağdırmak biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer bir şey sayılıyor. Estetik kaygısı, güçsüzlüğün ilk belirtisidir! Hiçbir zaman, şu anda olduğunca apaçık duymamıştım bunu; suçumun anlamını ve buna niçin cinayet denildiğini şu anda olduğunca hiçbir zaman anlamamıştım ve kendimi hiçbir zaman şu anda olduğunca güçlü ve inançlı duymamıştım!..?
Solgun yüzü al al olmuştu. Son cümlesini söylerken gözleri bir ara Dünya’nın bakışlarıyla karşılaştı ve bu bakışlarda kendisi için duyulan öyle büyük bir acıyı yakaladı ki, bir anda kendine geldi. Annesiyle kız kardeşinin mutsuzluklarını ve bu mutsuzluğun nedeninin kendisi olduğunu düşündü…
?Dünya, canım! Suçum varsa, bağışla beni (Suçluysam bağışlanmam mümkün değil ya, neyse…) Elveda! Tartışmayalım artık! Zaman geldi, geldi de geçiyor bile! Yalvarırım sana, arkamdan gelme, daha uğrayacak yerim var… Şimdi hemen annemizin yanına git ve ondan hiç ayrılma… Yalvarırım sana… Bu senden son ve en büyük isteğimdir. Hiç ayrılma ondan. Onu öyle kaygılı bir durumda bıraktım ki, bu acıya dayanabileceğini hiç sanmam! Ya ölür, ya çıldırır! Onunla ol! Razumihin de sizinle olacak, kendisiyle konuştum… Benim için ağlama. Katil de olsam, ömrüm boyunca yürekli ve dürüst olmaya çalışacağım. Belki bir gün benden söz edildiğini duyarsın. Sizi utandırmayacağım, göreceksin… Kanıtlayacağım size nasıl bir…? Bu son sözleri üzerine Dunya’nın gözlerinde yeniden tuhaf bir anlatımla karşılaşınca, kestirip attı: ?Haydi, allahaısmarladık! Niçin ağlıyorsun? Ağlama, ağlama! Sonsuza dek ayrılmıyoruz ya! Ah, az kalsın unutuyordum!..?
Masanın üzerinden üstü bir parmak toz, kalın bir kitap aldı, yaprakları arasından fildişi üzerine yapılmış küçük bir suluboya portre çıkardı. Bu, manastıra kapanmak isteyen eski nişanlısının, ev sahibi kadının kızının resmiydi. Resimdeki sayrılı, anlamlı yüzü bir dakika kadar seyretti, öptü, sonra resmi Dunya’ya uzatarak, dalgın dalgın:
?Bir tek onunla konuşmuştum bu konuyu,? dedi. ?Sonradan bu durumu alan, böylesine çirkinleşen tasarılarımı yalnız ona açmıştım, Merak etme: Senin gibi o da doğru bulmamıştı düşüncelerimi… iyi ki yaşamıyor…? Birden içindeki o büyük acıya döndü, kendi kendine konuşur gibi: ?En önemlisi de,? dedi, ?en önemlisi de şimdi her şey yeni bir biçim alacak, her şey ikiye bölünecek… Her şey, her şey! Ama acaba ben buna hazır mıyım? Bunu istiyor muyum? Bunun benim sınanmam için gerekli olduğunu söylüyorlar! İyi ama bütün bu anlamsız sınavların ne gereği var? Yirmi yıllık bir kürek cezasından sonra yaşlanmış, aptallaşmış, güçten düşmüş, acılarla ezilmiş bir insan olarak çıktığımda şimdi olduğumdan daha mı iyi düşüneceğim? Ne yapayım ben öyle yaşamayı? Ve beni bekleyen bu yaşama ben şu anda niçin rıza gösteriyorum? Ah, bu sabah durup Neva’ya bakarken bir alçak olduğumu, aşağılık bir yaratık olduğumu anlamıştım!?
Sonunda ikisi de çıktılar. Çok zor bir şeydi bu Dünya için ama onu yine de seviyordu! Ayrılmışlardı ama elli adım kadar yürüdükten sonra Dünya onu bir kez daha görmek için dönüp baktı. Raskolnikov daha gözden kaybolmamıştı. Sokağın köşesine gelince o da dönüp baktı. Son kez karşılaştı bakışları. Ama kız kardeşinin de durup kendisine baktığını görünce Raskolnikov sabırsız, hatta öfkeli bir işaretle gitmesini istedi, kendisi de sert ve hızlı bir dönüşle yan sokağa saptı.
?Kötü bir insanım, bu apaçık bir şey,? diye düşündü, kız kardeşine yaptığı öfkeli el işaretinden utanmıştı. ?Ama onlar da, sevgilerinin kırıntısına bile değmediğim halde beni niçin bu kadar çok seviyorlar? Ah, tek başıma olsaydım, kimseler sevmeseydi beni, ben de kimseleri sevmezdim! Bütün bunlarda olmazdı! Çok ilginç, önümdeki on beş, yirmi yıllık sürgün yaşayışım sırasında, her kelimede kendime haydut diyerek ağlama gösterilerinde bulunacak kadar alçalacak mıyım? Evet evet, tam da böyle! Özellikle bunun için gönderecekler sürgüne beni, onlara gerekli olan bu!.. İşte, yollarda nasıl da kımıl kımıl, nasıl da bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlar! Oysa hepsi haydut yaradılışlı, hepsi alçak! Hatta bundan da beter, budala, hepsi! Ama benim sürgüne gönderilmeyeceğimi söyle bakalım, soylu bir öfkeyle nasıl kudurmuşa dönerler!.. Ah, nefret ediyorum, hepsinden nefret ediyorum!?
Aklına esaslı bir şekilde takılan bir konu vardı: ?Onlara nasıl, nasıl boyun eğebilirim! Hem de inanç duyarak… Ama neden olmasın? Üstelik de tam böyle olması gerekir. Yirmi yıl sürecek bir zulüm bunu onlara hem de kesin olarak sağlar. Su taşı aşındırır… iyi ama bütün bunlardan sonra yaşayıp da ne olacak? Bunun özellikle böyle bir sonuç vereceğini bile bile niçin gidiyorum??
Dün akşamdan beri belki yüzüncü kez soruyordu bu soruyu kendine ama yine de gidiyordu. (…) SUÇ ve CEZA Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ Çeviren; Mazlum BEYHAN Öteki Yayınevi (II Cilt), Ağustos 1998, 4. Basım II. Cilt, Sf. 619-622
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin Yaşam Öyküsü
(30 Ekim 1821, Moskova 9 Şubat 1881, Staraya Russa)
19.yüzyıl Rus yazarlarının arasında Tolstoy ile birlikte en önde gelen iki isminden biridir. İnsanın en gizli kalmış yönlerini erişilmez bir saydamlıkla ortaya çıkaran evrensel dahi. Kimi okur ve eleştirmenlere göre tüm zamanların en büyük romancısıdır.
30 Ekim 1821’de Moskova?da doğdu. Tam ismi Fyodor Mihayloviç Dostoyevski. Babası bir ordu cerrahı, annesi bir tüccarın kızıydı. Annesinin yardımıyla evde başladığı eğitimini özel bir okulda sürdürdü. Babası sert ve acımasızdı. Annesinin koruyucu tavırlarına sığınıyordu. Annesini 15 yaşında kaybetti. 1837’de girdiği Petersburg Askeri Mühendis Okulu?nu bitirdi. Öğrencilik yıllarını Rus ve Avrupa edebiyatının önde gelen yazarlarının eserlerini okuyarak geçirdi. Kısa bir süre askerlik yaptıktan sonra ayrılıp edebiyatla uğraşmaya başladı. Topraklarında çalışan köylüler tarafından öldürülen babasından az bir miras kalmıştı. 1846’da İnsancıklar adlı ilk kitabını yazdı. 1854’te basılan bu roman ilk Rus toplumsal romanı sayılır. Bu eserin basılmasından sonra ünlendi. 1846’da yazdığı ikinci romanı “Öteki” yeterli ilgiyi görmedi. Ünü giderek kayboldu. 1851 tarihli Ev Sahibesi, 1848’de yazdığı Beyaz Geceler ile Yufka Yürekli romanları da ilgi görmedi. 1849’da yazdığı Netoçka Nezvanova romanı da beklenen başarıyı getirmedi.
Politikayla ilgilenmeye başladı genç liberallere katıldı. Çar 1. Aleksandr’ın güvenlik güçleri tarafından, “devleti yıkmaya çalıştığı” suçlamasıyla arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. İdama mahkum edildiler. Kendisinin kurşuna dizilmesi hazırlıklarını izlemek onda derin etkiler bıraktı. İdamdan son anda vazgeçildi, Sibirya?da 4 yıl ağır hapse ve 4 yıl askerlik yapmaya mahkum edildi. Sibirya’daki cezaevi günlerinde birlikte yaşadığı mahkumları gözlemleyerek Rus halkını daha yakından tanıma fırsatı buldu. Ancak zor koşullar nedeniyle sara nöbetleri geçirmeye başladı. Bu rahatsızlığın etkileri de birçok eserine yansıdı. 1854’te cezaevinden çıkıp askerliğe başladı. Subaylığa kadar yükseldi. 1857’de dul bir kadınla evlendi. Bu evlilik maddi sorunlarını artırdı. Tekrar yazmaya karar verdi. Askerlik cezasının da bitmesi üzerine Petesburg’a döndü. Yeni Çar 2. Aleksandr’ı destekledi. Kardeşi Mihail ile birlikte “Vremya” adlı bir dergi çıkardı. Bu dergi ve dergide yayınlanan romanları yeniden tanınmasını ve eski ününü kazanmasını sağladı. 1862’de Fransa, İngiltere ve İtalya’yı kapsayan bir yurtdışı gezisi yaptı. Aynı yıl dergi kapatıldı. Dostoyevski, Almanya’nın Wiesbaden kentine gitti. Burada kumara başladı.
Rusya’ya dönüşünde “Epoha” isminde yeni bir dergi çıkardı. 1864’te eşini ve kardeşi Mihail’i kaybetti. Borca battı. Kurtulmak için Avrupa’ya kaçtı. Wiesbaden’de kumarda bütün parasını kaybetti. Yayıncısından borç alıp 1865’te Rusya’ya döndü. 1867’de steno ile romanlarının yazımında kendisine yardım eden Anna Snitkina ile evlendi. Bir kere daha borca boğulduğu için yeni eşiyle yine yurt dışına çıktı. Yoksulluk ve para peşinde ülke ülke dolaştı. Ama romanlarını yazmayı da sürdürdü. Bir kere daha yayıncısının desteğiyle Petesburg’a döndü. Tutucu bir haftalık dergi olan Grajdaninin başına geçti. Bir yıl sonra bıraktı.
Bu dönemde eski itibarını ve ününü tekrar kazandı. 1872 yılında yayımladığı Ecinniler adlı romanı birçokları tarafından tüm zamanların en iyi siyasi romanı olarak kabul edilir. Kitap nihilizm, ateizm ve Batı düşüncesinin Rusya üzerindeki etkilerini ele alır. En büyük romanı Karamazov Kardeşleri yazmaya 1879’da başladı. 1880’de şair Aleksander Puşkin’in ölüm töreninde konuşmayı o yaptı. Petersburg Bilim ve Sanat Akademisi’nin edebiyat bölümüne seçildi. Yaşamının son döneminde Petersburg yakınlarında küçük bir kasaba olan Staraya Russa’da yaşadı. 9 Şubat 1881’de burada yaşamını yitirdi. Günümüzde de en çok okunan yazarlar arasında yer alır.
Eserlerinin içeriği ve etkisi
Eserlerinde iki dünya savaşı arasında yaşayan bir kuşağı rahatsız eden ahlaksal, dinsel, siyasal konuları etkileyici bir dil ve ustalıkla dile getirmiştir. Roman kahramanları genellikle kötü yaşam koşullarında yaşayan insanlardır. Bu roman kişileri birbirinden farklı uç düşüncelerle zamanın Rusya’sını politik, sosyal ve ruhsal analizler yoluyla incelerler. Gözlemlerinin keskinliği, ayrıntılara verdiği önem, karmakarışık yaşamından çıkardığı sağlam karakterleri ve roman kurgulamadaki ustalığıyla Avrupa’da ve ülkesinde kendisinden sonra gelen hemen tüm yazarlar üzerinde etkili oldu. Bunlar arasında Alman Edebiyatının önde gelen yazarlarından Hermann Hesse, Franz Kafka, Alman filozof Friedrich Nietzsche, Fransız yazar Marcel Proust ve Amerikalı yazar Ernest Hemingway yer alır. 20. yy yazarları arasında Dostoyevski kadar etkileri çok genis alanlara yayılmış başka bir yazar yoktur ( çok az Dostoyevski karşıtı vardır : Vladamir Nabakov, Henry James, Joseph Conrad ve D.H Lawrence bunlar arasındadır). Batılı ülkelerin edebiyat ve düşün yaşamında önemli bir rol oynamıştır. Bir çok aydın kendisini Varoluşçuluk akımının temel kaynaklarından biri sayar.
Eserleri
İnsancıklar
Öteki
Ev Sahibesi
Beyaz Geceler
Bir Yufka Yürekli
Netoçka Neznanova
Stepançikovo Köyü
Ölü Bir Evden Hatıralar
Ezilenler
Yeraltından Notlar
Suç ve Ceza
Kumarbaz
Budala
Ebedi Koca
Ecinniler
Delikanlı
Karamazov Kardeşler
Başkasının Karısı
Tatsız Bir Olay