Bireyin Varoluşsal Sıkışmışlığı: Kafkaesk Edebiyat ve Türk Edebiyatında Absürt Sistemlere Karşı İnsan

Kafkaesk Çerçevenin Temelleri: Absürt ve Bürokratik Tuzak

Kafkaesk edebiyat, bireyin modern dünyanın bürokratik, otoriter ve anlamsız sistemleri karşısında çaresizliğini absürt bir mercekle ele alır. Franz Kafka’nın Dava ve Dönüşüm eserlerinde, birey, anlamını çözemediği bir sistemin dişlileri arasında ezilir. Dava’da Josef K., suçunun ne olduğunu bilmeden yargılanır; Dönüşüm’de Gregor Samsa, bir böceğe dönüşerek toplumsal ve ailevi rollerinden kopar. Bu, varoluşsal bir sıkışmışlık hikâyesidir: birey, kendi varlığını anlamlandırmaya çalışırken, anlamın kendisinin kaygan ve erişilmez olduğunu fark eder. Kafka’nın evreninde sistem, bireyi hem suçlar hem de suçun tanımını belirsiz bırakır; bu, modernitenin rasyonalitesine duyulan ironik bir güvensizliktir. Kuramsal olarak, bu yapı, Foucault’nun panoptikon kavramına yakınsar; birey, görünmez bir gözetim altında sürekli suçlu hissettirilir. Kafkaesk dünya, bireyin özne olma çabasını anlamsızlaştıran bir alegoridir.

Nilgün Marmara: Varoluşun Kırılgan Poetikası

Nilgün Marmara’nın şiirleri, Kafkaesk sıkışmışlığı içselleştirilmiş bir varoluşsal kriz olarak yansıtır. Onun poetik evreni, bireyin kendi benliğiyle ve dış dünyayla çatışmasını psişik bir düzlemde ele alır. Marmara’nın Daktiloya Çekilmiş Şiirler’inde, birey, toplumsal normların ve dilin dayattığı sınırlar içinde bir çıkış arar, ancak bu arayış çoğu zaman kendi içine çöker. Kafka’nın absürt sistemleri gibi, Marmara’nın dünyasında da birey, anlam arayışında kendi varoluşunun ağırlığı altında ezilir. Sylvia Plath’le karşılaştırılan bu poetika, feminist bir eleştiriyle de okunabilir; toplumsal cinsiyet rolleri, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan bir başka bürokratik yapı olarak belirir. Marmara’nın sıkışmışlığı, Kafka’nınkinden farklı olarak, daha introspektif ve şiirseldir; absürdün politik boyutu yerine, psişik bir çöküşü vurgular. Bu, varoluşçuluğun Camus’ye yakın bir yorumudur: anlamsızlık, bireyin kendi varoluşsal sorumluluğunu üstlenmesini zorlar.

Tezer Özlü: Yolda Olmanın Getirdiği Huzursuzluk

Tezer Özlü’nün düzyazıları, özellikle Yaşamın Ucuna Yolculuk ve Çocukluğun Soğuk Geceleri, bireyin sıkışmışlığını hem bireysel hem de toplumsal bir bağlamda ele alır. Özlü’nün metinlerinde, Kafkaesk bir bürokrasi doğrudan devlet ya da kurumlar olarak değil, aile, toplum ve cinsiyet normları gibi içselleştirilmiş yapılar olarak belirir. Özlü’nün anlatılarında birey, sürekli bir kaçış arzusundadır; ancak bu kaçış, fiziksel bir yolculukla sınırlı kalmaz, aynı zamanda zihinsel ve ideolojik bir arayıştır. Kafka’nın Dava’sındaki gibi, Özlü’nün karakterleri de suçluluk duygusuyla boğuşur, ancak bu suçluluk, toplumsal normların dayattığı bir kimlikten kaynaklanır. Özlü’nün metinleri, psiko-politik bir çerçevede okunabilir; bireyin özgürleşme çabası, kapitalist ve patriyarkal düzenin sınırlarıyla çarpışır. Bu, Deleuze ve Guattari’nin “arzu makinesi” kavramına yakındır: bireyin arzusu, sistemin yeniden üretim mekanizmalarına hapsolur.

Şule Gürbüz: Zamanın ve Anlamın Kıyısında

Şule Gürbüz’ün anlatıları, özellikle Kambur ve Zamanın Farkında, Kafkaesk sıkışmışlığı tarihsel ve mitolojik bir düzlemde ele alır. Gürbüz’ün karakterleri, zamanın akışına ve toplumsal düzenin anlamsızlığına karşı bir tür metafizik isyan içindedir. Kafka’nın absürt sistemleri gibi, Gürbüz’ün dünyasında da birey, anlamın sürekli ertelendiği bir evrende var olmaya çalışır. Ancak Gürbüz, Kafka’dan farklı olarak, bu sıkışmışlığı daha felsefi ve ahlaki bir sorgulamayla işler. Onun metinlerinde, birey, hem Tanrı’yla hem de kendi varoluşsal yalnızlığıyla yüzleşir. Bu, Kierkegaard’ın varoluşsal kaygı kavramına yakın bir duruştur; birey, özgürlüğün hem olanak hem de yük olduğunu fark eder. Gürbüz’ün anlatıları, Kafkaesk absürdü, Türk edebiyatının yerel ve tarihsel bağlamına taşır; bu, modernitenin evrensel krizini yerel bir mitolojiyle harmanlar.

Kuramsal Paralellikler: Absürt, İktidar ve Özgürlük

Kafka, Marmara, Özlü ve Gürbüz’ün eserleri arasında kuramsal paralellikler, absürt sistemlerin birey üzerindeki etkisinde yatıyor. Kafka’nın bürokratik sistemleri, bireyi nesneleştiren bir makine olarak işlerken, Marmara’da bu makine, bireyin kendi zihninde içselleşir. Özlü, bu makineyi toplumsal normlar ve cinsiyet rolleri olarak tanımlar; Gürbüz ise zaman ve tarih gibi metafizik bir makineye işaret eder. Bu yazarların hepsi, bireyin özgürlük arayışını merkeze alır, ancak özgürlüğün imkânsızlığı, her birinde farklı bir tonda yankılanır. Foucault’nun iktidar analizleri, bu eserlerdeki sistemlerin bireyi nasıl disipline ettiğini anlamak için bir anahtar sunar; aynı şekilde, Camus’nün absürt felsefesi, bu yazarların anlamsızlık karşısındaki duruşlarını aydınlatır. Alegorik olarak, bu metinler, modern insanın distopik bir gerçeklikte sıkışmışlığını resmeder; birey, ne kadar çabalarsa çabalasın, sistemin görünmez duvarlarına çarpar.

Anlam Arayışının Trajik Dansı

Kafkaesk edebiyatın Türk edebiyatındaki yansımaları, bireyin varoluşsal sıkışmışlığını farklı tonlarda ele alır. Marmara, bu sıkışmışlığı şiirsel bir içe dönüşle; Özlü, toplumsal ve psiko-politik bir eleştiriyle; Gürbüz ise felsefi ve tarihsel bir sorgulamayla işler. Kafka’nın absürt sistemleri, bu yazarlarda daha yerel, daha kişisel, ancak bir o kadar evrensel bir yankı bulur. Peki, birey, bu anlamsız sistemler karşısında özgürlüğünü nasıl tanımlayabilir? Belki de cevap, bu sorunun kendisinde, yani arayışın bitmeyen doğasında yatıyor.