Dünyanın En Güzel Gömütü – Ergün Doğan

“Geniş alınlarımız var geniş tutulmuş yazılar için,
bazen yağmurda yazılar akıyor, gözlerimize doluyor.”
Nilgün MARMARA

Aradığı yalnızca bir gölgeydi. Insanın kanını donduracak denli görkemli, yüreklere sığabilen dünyalardan çok daha büyük, uçsuz bucaksız, yada küçücük, avuçta kayboluveren, kusursuz… Birisi ‘Evren bir aynadır’ diyecek olsa nasıl sevinirdi bu yüzden, içi içine sığmazdı, yüzü parlardı. Karşısında duran bir çift gözün derinlerine bakardı sonra, o iki aynaya. Fısıldadığını duyardık: Gölgedir evren… ama gözlerimden uzakta ve tıpkı yağmurlu havalarda camların gerisinde kalın perdelerle yüzünü sakladığına kuşku duymadığım Arap kızı gibi görünmez.
Ne zamana değin sürer bu görünmezlik? Peki ya, gözlerimizin aynasına Tanrı’nın gölgesi düşse, tanrısallığını yitirir mi? Bunlar bizim kendi kendimize sorduğumuz sorular, tapınmalarımız arasında arayıp da bulamadığımız, kuşkularından arandıramadığımız bunaltıcı sorular. O böylesi kuşkuları geçirmez aklından, inancı, belitlerden aşağı kalmaz çünkü. Adını bilmediğimizden yalnızca ‘O’ demekle yetinmemize karşın aradığı gölgeyi bir gün bulacağına inandığını bilecek kadar tanırız onu. Haftada hiç değilse iki üç kez sokağımızdan geçer, omzundan hiç düşürmediği fotoğraf makinesiyle ev ev dolaşarak bir an için bizleri de inandırır Tanrı’nın insanların yüzlerinde belirdiği saçmalığına.
Bize göre bu unutulmuş eski bir hikayedir yalnızca, en azından belleklerden silinmesi gereken bir hikaye. O küçük zaman dilimi, o bir an bir kıvılcım gibi yanıp sönecektir nasılsa. Tarih kitaplarına ve filozaflara sırtımızı döneriz böylece. Yalanla işimiz yok bizim, yıpranmak pahasına da olsa soluk alıp vermeyi, kanlı canlılığı seçeriz. Sokaklarda ayak değmedik yer bırakmayız. O ise yabancı bir evdedir, yabancı bir pencerede.
…………………………………………………………..

Toz taneciklerini aydınlatan huzmenin baygın bir hava verdiği odada. Küçük bir kütüphaneye benzeyen bir odanın duvarları baştanbaşa zeminden tavana raflarla kaplanmış, sıkışıklık yüzünden kendisine raflarda yer bulamayan kitaplar yerlere serpilmişti. Tam pencerenin dibinde bir çalışma masası duruyordu.

Hemen masanın bulunduğu yere yanaşmış, eli çenesine dayalı orta yaşlı kumral adama başını eğerek selam vermişti. Pencereyi karşıdan gören bir koltuğa oturmuştu sonra. Sırtını dayar dayamaz yorgunluğunu bedeninden kovmak ister gibi dışarıda uzanan ufka doğru dalmış, bir süre öylece kalarak bedeninde başlayan boşalmayı bilgeliğe giden kapının aralanması olarak yormak üzereyken geri dönmüştü odaya. Başını hiç kaldırmadan notlar almaya devam eden adama yöneltmişti bakışlarını. “Uğraşıların boş yere,” demişti, “Tanrı’yı kitaplarda bulamayacaksın.” Bunu yürekten söylemişti, eğer Tanrı var ise kendi yaratısı olan evrenin uzlaşı tanımaz görünebilirliğinde bulunabilirdi ancak. Kitaplar ise… Onlar insan yaratısı olduğundan Tanrı’yı nereden bileceklerdi! Kitapların duyurabileceği tek şey, insanların içine düştükleri korkunç aldatmacalar değil miydi? Ne söylenirse söylensin orada yazılanlar yalandı her zaman.
Oysa diğerinin bunu kabul etmeyeceği kesindi, o zincirleme bir yaratıyı geçiriyordu aklından, insan elinden çıkan her şey kuşkusuz Tanrı yaratısı sayılmalıydı. Sınır nedir bilmeyen Tanrısal güç bunu zorunlu kılıyordu çünkü.
Bütün bu düşündükleri, katışıksız uslamlamacılığını taçlandıracak yeni bir güç veriyordu arayışına. O’dan ayrıydı, apayrıydı. Kafasından akıp geçen her şeyi kırk yıllık düşünüleri gibi kanıksıyordu hemen. Öğrenme denilen şey bu olsa gerekti. Yazma işini keserek kapının sağ tarafındaki rafllarda dizili bulunan kitaplara bakması da bu yüzdendi belki. Hiçbirimizin duyamayacağı biçimde dudaklarını kıpırdatmadan fısıldadı bu sırada: Öğrenmek. Rahatlamıştı, doğru iz üzerinde olduğunun ayrımına vardı bir kez daha. Masada açık halde duran kitabı gösterdi karşısında oturan adama; bak, dedi, yaşamın kitaplarla başladığını savlayan Borges ne diyor: Tanrısalla insan olanın arasındaki uzaklığı algılayabilmek için benim zavallı elimin bir kitabın kapağına çiziktireceği şu kabasaba ve acemi simgelerle, kitabın içindeki örgensel harfleri; o şaşmaz, zarif, simsiyah, simetrilerine ulaşılmaz harfleri karşılaştırmak yetecektir.
Okumayı kestiğinde yüzündeki coşku kaybolur gibi oldu. Derin bir kaygılanma, yaşamı boyunca bitmeyecek düş kırıklıklarının sonuncusunu ve budalaca bir acelecilik duydu iliklerinde. Neyi kanıtlardı ki bu? Tek örnek harflerin düşürüldüğü bütün sayfalara arka çıkmaktan öteye neye yarardı? Üstelik bu, insanı labirentler içinde bırakan, içinden çıkılması olanaksız dolambaçlı bir sorun olmakla kalmıyordu; doğa yasalarını hiçe sayan bir başıbozuklukla hem Husserl’i hem Leibnz’i haklı çıkarıyordu. Karşı konulmaz bir belirsizlikti yakasına yapışan şey; hattatların kalemlerinden kusursuzluğa yönelmiş mürekkeplerin ışıldattığı derin estetik, selülöze sinen basımevi kokuları ve binlerce yıllık bu birlikteliğe şaşmaz bir anlam yükleyen renk renk ciltler Tanrı’ya ilişkin soruları bile yadsıyorlardı. Ne pahasına olursa olsun bir an önce bu düşünceden uzaklaştırmalıydı kendisini. Bir sınır çizmeliydi, gerektiğinde kitaplara da sırtını dönebileceği bir sınır. Hayır! Hayır, bu konu üzerine boş yere kafa yoruyordu, Zaten onun yaptığı da satırları eleyerek yanlışları doğrulardan ayıklamak değil miydi? Odasında bulunan davetsiz konuğunun kendisini adadığı yolu düşündüğüne yeni filizlenen huzuru taçlanarak büyüdü. Kasıklarında başlayan gevşeme karnına tırmandı, oradan usul usul kayarak göğsüne tatlı bir yanmayı bıraktı, bir çırpıda yükselerek şakaklarında bitirdi yolculuğu. Kafası alev alev yanıyor gibiydi, başını ellerinin arasına aldı, kuruyarak seyrilen dudaklarını ıslattığında çeper boyunca çatlaklardan oluşma burgular silinip yokoldu. “Yalnızca kitaplara olan güvenimi göstermek için okumadım bu cümleyi,”dedi: “Biliyorum ki sözcüklerin açtığı yol bulunmasa uzamın dışına çıkamaz insan, aşkın olanı kavrayamaz.”
O alaylı alaylı gülümsedi:
“Sözünü ettiğin yolun ne denli çetrefil olduğunu, her harfin yeni bir bilinmezliği, yeni bir boşluğu beraberinde getirdiğini benden daha iyi bildiğinden kuşkum yok. Kurallara bağlanmanın katılığı, sözcük dizimlerinin altında uyuduğu varsayılan gerçekliğin aldatıcı çağrısına uyma var bu boş yolculukta. Şu da var ki, eğer çağrı yüreğin duru içtenliğinden gelmiyorsa bunun gerisinde bir düzmecelik aramak gerekir. Aşkınlık dediğimiz şey nedir ki? Yüreğimizin ürpermesi değil mi? Sabahın akmaya başladığı bir saatte parlayan kızıllık değil de ne verebilir bu ürpermeyi? Yaprakların ıslaklığı, kuşların çığlıklarında belleklere düşen tuhaf coşku, kımıltısızlığı öldüren bitimsiz ötüşler, bütünleşmeye Tanrı’nın yansısını düşüren tam bir dağınıklık… Doğanın kitabı matematik harflerle yazılmıştır diyen gökbilimciye inanmak istemiyorum bu yüzden, Tanrı’nın bilgeliğini bu kitaptan okuyabiliriz savıyla sözünü tamamlayarak doğruya giden kapıyı ardına kadar açmış olmasına rağmen inanmak istemiyorum.”
O, açığa vurduğu sözlerinin kitaplarla kaplı bu odanın ötesine geçemeyen bir yankılanmayla dolaşmakta olduğunu duyuyordu. Boğucu sarı ışıkların yaydığı yılgın toz kümelerinin arasından yankıya düğümlenmiş tekdüze seslilik, göğe serpilen yıldızları düşündürdü ona, kutsal kitapların karşısına doğa kitaplarını çıkaran Galilei’yi düşündü sonra, başkaldırının eşsiz pırıltılı yüzünü düşündü ve tanrısal yürüyüşe özgü bir hareketlenmeyi getirdi gözlerinin önüne. Simgelerin gölgesinde kalan belli belirsiz bir kanıydı bu, ortaçağ figürlerini anımsatan figürlerin baş döndürücü bir karmaşa içinde yuvarlandığı, meleksi ama kanatsız kadınların, çıplak erkeklerin, deniz izlenimi veren uyumlu renklerin aktığı bir alanda uçuştuğu, duvarda asılı duran yeniçağ resminden alıyordu esinini. Kafasında biçimlediği Tanrı tasarımlarına uygun düşüyordu bu yaratılış simgeleri. Ama örtüşme kabasaba bir yerleşimle odaya dağıtılmış koyu kahverengi mobilyaların gotik üslubunda buluyordu asıl anlamını. Sezgilerine soluk veren düşgücüne çağrışımların kattığı zenginliği kavradı böylece; insanda bıraktıkları anımsatmalar düşünüldüğünde, basit görünümlerin ve yalın anlatımların hiç de sanıldığı gibi değersiz olmadıkları sonucuna vardı, üstelik boy ölçüşme falan da değildi bu, yalınlık sistematiğe düpedüz üstünlük kurmuştu onun gözünde; ama örgünlükten, düzenden yoksun oluşu, yalınlığın, kusursuzlukla bağdaşmayacağı anlamına gelmiyordu. Kaldı ki evreni bir bütün olarak düşünmek yerine, parçalara ayırarak anlık güzellikleri yakalamak, sınırlarını zorlamadan usa işlev kazandırmanın tek koşuluydu, aksi halde bitimsizliğin saçtığı derin umutsuzluk insanı sürekli bir bilgisizliğe mahkum edebilirdi. Bunun ayrımında bulunuşunun sayesinde, bir bütünlük içinde akan yaşamın iliklerine değin dokunup tutunabilecek bir dal bulabiliyor, akıntıya kapılmaktan kurtarıyordu kendisini.
Ama süreğen biçimde yinelenen upuzun bir serüvenin, anlamsızlıkları her zaman yok sayışın ağır bir bedeli olabilirdi. Şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu savlayan Nietzsche’nin bu düşününden cesaret almasa bile kötüye yorabileceği bir saplantıyı edinmiş olabileceği olasılığını kovamıyordu zihninden. Gözleri odanın duvarlarında gezinirken, noktaları birleştirerek hayali şekiller kuruyordu kafasında, burun deliklerinden içeri süzülen kokuları ayrıştırmaya çalışıyordu, sesler duyuyordu, bölükpörçük sesler. Bütün bu ayrıştırmalar, biçimlemeler algılamasına derinlik kazandırırken, bir yandan da seçicilikten ileri gelen bir eksiklik veriyordu O’ya, karşısında durmaksızın konuşan adamın sözlerinin çoğunu kaçırmıştı bu yüzden, yalnızca çarpıcı birkaç sözcük iz bırakabilmişti belleğinde. Sonunda düşüncelerini kovdu usundan, sayılıp dökülen kuramlara, çeldirici bir söyleve kulak verdi:
“…Kant metafiziğine umut bağlayışım da bundan. Amprik metodları yadsıyor olması, numen sahanın üzerindeki esrarın kaldırılması için başka bir seçeneğe başvuruyu zorunlu kılıyor. Belki uslamlamacılık, belki de başka bir yöntem gerekiyor, ama ne olursa olsun Socrates’in kentinden dışarı adım atmamalı, tıpkı onun gibi kitaplarda ve insanlar arasındaki iletişimin devindirdiği farklı yaklaşımlarda aramalı bilgiyi, doğanın bizi bilge kılacak bir yanı yok.”
O’nun bu savı kabullenmeyeceğini biliyorduk kuşkusuz, hemen karşı geldi de: “Ama Tanrı yapıtıyla birlikte anılıyor hep, gerçi inancımın dayandığı şey bu değil kuşkusuz, üstelik gücünü çoğu kez nedensellikten alan bir yöntemle, yani deneyselliğin kördöğüşüyle Tanrı varlığının kanıtlanabileceği düşüncesini paylaşanlar arasında da yer almıyorum. Benim baştacı ettiğim şey, imandan soyutlanmış, estetik çağrılarda işlev bulan bir sezgi.”
O sustu, diğeri konuşmaya başladı.
“O halde gerçekleşse dahi bunun yalnızca bireye indirgenmiş bir düşlem olacağını söylememe izin ver.”
Sokak kalabalıktı, yine de O’yu duyabiliyorduk:
“Kuşkusuz öyle, ama senin bulacağın Tanrı’nın da mutlak bir bilgiye dayanmayacak olması nedeniyle bu da kişisel bir bulmadan öteye geçemeyecektir ve belki de ortak bir yazgı, yanılgıdan doğan ortak bir sanallık sona erdirecek aramalarımızı.”
Ne tuhaf! Diğerinin sesi de ulaşıyordu kulaklarımıza, ne tuhaf!
“Hayır, bunu kabullenmemi bekleme, tartışma götürmez gerçekliklerin en fazla satır aralarında gezindiği gerçeğini unutmamı bekleme.”
Duyduğu bu son sözler başına buyruk bir bitiş gibi geldi O’ya. Yerinden kalkıp küçük adımlarla odanın içinde dolanmaya başladı. Bir taraftan da tümcelerini kuruyordu kafasında. Konuşma dönüp dolaşıp yine o can sıkıcı başa döndüğünden çok fazla seçeneği yoktu aslında, aynı usandırıcı anlatımların tekrarına boğulmaktansa susmayı yeğledi. Pencereye yanaşıp dışarı baktığında , pencere sıkı sıkıya kapatıldığı halde, nemli bir soluklanma duydu, güllerin süslediği gözalıcılığını çoktan yitirmiş gösterişsiz kentin yılgın düşselliği, insanların yüzlerine bıraktığı dokunaklı imlerle kalabilmişti bu güne. Bunun ötesinde tam bir değişim göze çarpmaktaydı, tam bir başkalaşma. Sokak boyunca iki yandan sıralanmış ağaçların serin gölgeliklerinde teni hafifleten durgunluk, güllerin yoksunluğunda yalnızca buruk bir rahatlama veriyordu insana; topluca koşuşturmalar, sağa sola sıçramalarla sokağı kaosun içine bırakan boy boy çocukların her geçen gün biraz daha azaldığı gözden kaçmıyordu. Ama onca şeyin elimizden kaçıp gitmesine karşın, o gün pencereden aşağıya yönelen bakışlarında tam bir çelişki, sıradan gözlerimizde tanrısallık bulma hevesi sezinledik, “Sokaklar… Tanrı’nın uğrak yeri,” dediğini duyar gibi olduk. Kollarını göğsünde kavuşturup, haziranın ışıldattığı gökyüzünü ağır ağır çekilişiyle külrengine döndürecek güneşin, beş-altı katlı binaların arkasında kaybolacağı anı düşündü sonra. Ne denli kasvetli olursa olsun algıya derin bir berraklık veriyordu bu renk değişimi, bulanık görünümlerin belirsiz ışıkları düşünsel eylemin dağılmasına engel oluyordu böylece. Karanlık tam anlamıyla çöktüğü zaman ise bitimsiz bir duruluk kazanan bilinci Tanrı’nın hiçliğine götürüyordu onu. Böyle anlarda gözlerini kapayıp, uzamın ve zamanın yeri olmadığı bir boşlukta durmaksızın uçtuğunu imgeliyordu. Aslında buna uçma da denemezdi, Tanrı’nın hiçliği yüzünden sonunda onu da yok kılacak can sıkıcı bir devinmeydi bu, ama bir şeylerin müthiş bir hızla yanından akmakta olduğu duygusuna kapılıyordu yine de. Sıklıkla düştüğü bu imgelemelerin birinde akıntının hızından kaynaklanan mide kasılmalarının sırrına tansıklı bir kavrayışla ulaşmıştı: Varlıktan kopan tozlar, süreğenliğe teslim olmuş bir küçülme ve boşluk…
Belleğini sarmalayan koyu bir pembelikle anlam bulabilmişti bu sözcük. Silik anıların içinde lastik gibi gerilen, uzadıkça çehresi değişen, titrek dudaklarını yakan. Boşluk: Dünyanın en güzel gömütü. Bu tanımı kimden yada ne zaman duyduğunu anımsamıyordu, ama pürüzsüz bir gecede verandanın ışıksızlığında ayakkabılarının bağcıklarını çözerken ağzından çıkıvermişti. Yanlızca bu tanımı kapsayan bir zırhın belleğinde oluşmaya başladığını duymuştu bu sırada. Iplerle verandaya sarkıtılmış üzüm bağının dolgun meyvalarıyla, gecenin temiz yüzünün parlaklığı sözcüklerle bütünleşerek o anın yıpranmadan saklanabilmesi için koruyuculuk etmişlerdi. Ne zaman onlarla karşılaşsa boşluğun canlı tanımı dökülüyordu diline, ama bu apaçıklıkla yetindi hep, sözcüklerin gerisinde gizli kalmış asıl gerçekliğin peşine düşmedi; Tanrı’nın kapalılığı zihnini bulandırırken, matematiğe bağlanmış parağrafların, şifrelerle örülmüş eski yazıtların, düşlerde su yüzüne çıkan tansıklı fısıldamaların ve ilahi bir kıvamla sıradanlıktan kurtarılmış anlatımların gizlerin üzerindeki örtünün kaldırılmasında ipuçları taşıyabileceklerini düşünemedi. Sözcük dizgelerine değil, boşluğun kendisine, biraz da mide kasılmalarına takıldı aklı. Hatta delice bir tasarıma girişerek, doğa yasalarını hiçe sayan görülmemiş bir uzam projesine verdi kendisini, ama kafasını allak bullak eden o boşluğu uzama yerleştirerek Tanrı’yı orada bulma uğraşısının boşa tüketilmiş bir çaba olduğunu biliyordu, bunun üzerinde çok fazla durmadı bu yüzden, zamanı geldiğinde belirsiz duyulanmaları savrukça unutup, görünümlerin göz kamaştıran kımıltılarına döndü.
Sokağa da aynı gözlerle bakıyordu. Kararan havada damıtılan ışıkların süzgünlüğüyle ışıklanmış bir yalaz yükseliyor gibiydi. Ağaçların yapraklarını oynaştıran serinlikle, odanın içinde sayfa kımıltılarıyla dağılan hışırtılar dingin bir uzlaşmaya götürüyordu onu. Pencereyi açıp ıslak havayı doldurdu göğsüne, “Yağmur yağacak,” dedi. Sesinde yatıştıcı bir ağırlık vardı, harfler kopuk kopuk çıkıyordu ağzından:
“Bilir misin aslında kuşlar da sever yağmur havasını, ortalıktan kaybolmaları şarkıya kulak vermek hevesinden başka bir şey değildir. Hani şu hepimizin bildiği şarkıya…”
“Uğultuyu dinlemek güzel olmalı.”
“Yalnızca bu değil, demek istediğim çocuklar; insan sesleriyle şarkı söyleyen, sellere yalınayak dalarak arap kızını görmeyi düşleyen çocukların o bildik şarkısı:
Yağmur yağıyor seller akıyor
Arap kızı camdan bakıyor
ve biliyorsun ben de çocuktum bir zamanlar, ama bir şey de var ki çocukluk benden hiç gitmedi sanki, hala arap kızını görmeyi düşlediğimi söylersem seni şaşırtmış olmayacağım sanırım.”
Diğeri şaşırmış görünmedi, yine de konuşmayı başka bir yöne çekmek istiyordu sanki:
“Benim aklımın almadığı şey, eski şarkıların gözden düşmesi ve bunların yerine ürkütücü sözlerden kurulu yenilerinin türemesi. Erdemden söz açmak gerekirse bunun ayağa düşme, eğer ki bir gerçeklik ise tanrısaldan uzaklaşma anlamına geldiği sonucuna varabiliyorum.”
Arap kızı O’yu büyülemişti besbelli, başka şeylerden konuşamazdı.
“Aslında doğrusunu söylemek gerekirse, işin erdem yanıyla ilgilendiğim yok. Ben kendi hesabıma konuşacak olursam, karanlıklarda boşalan içimi doldurabilmek için zaman geçirmeden Tanrı’yı bulmaya bir yönelişti bu, çünkü biliyorum ki Tanrı bana ne kadar uzaksa arap kızı da o kadar uzaktı ve camdan bakan arap kızını gördüğüm an Tanrı’yı görmüş olacaktım aynı zamanda, ama bir kez olsun bu tapınmacılığımın ödülünü alamadım, kente yüzlerini kapamış pencereler ve bıkkınlık veren bir ıssızlık karşıladı beni her defasında. Üstüne üstlük o öldürücü koşmalarımda kan dolan ayaklarımı eve vardığımda yanmayla karışık bir üşüme alıyordu. Annemin bir türlü anlam veremediğim azarları ise cabasıydı. Onlara ne oluyordu ki? Iç çamaşırlarına kadar su içinde kalan bendim. Hem bütün titremelerime karşın boş yere değildi sırılsıklam oluşum, bir gün mutlaka görecektim camdan bakan arap kızını…”
Çisenin avutucu ilk damlaları sokağın işlek akışına düşmeye başlamıştı. Ama kaçışma yoktu, tentelere sığınan tedirgin yüzler yoktu; sıcaklardan bitkin düşmenin ve uzunca bir yadırgamanın üzerine çekilen bir ferahlama gibiydi yağmur, çıplak kollarımıza, yüz etlerimizin donukluğuna düşen damlalarla birlikte bedenlerimizdeki ısının uçtuğunu duyuyorduk. Damlaların saydamlığının arkasında kalarak dağılan ışıklar milyonlarca yıllık sarnıcımızın su yollarıymışcasına büyülüyordu bizi; yağmurla beraber bir ışıltı akıyordu üstümüze ve O’nun gözleri akıyordu, ıssız bir ölgünlükte penceredeki karaltısında yanan gözleri akıyordu, dudaklarına ay düşmüştü, kımıltılı dudaklarına:
“Sapkınlığa varan bağnazca koşulsuz bir bağlanmaydı bu, belki en başında yol yakınken dönmeliydim, taşkınlığımın üzerini toprakla örtmeliydim, tek dileğim amansız bir arınma olmalıydı belki. Bir keresinde Tabiat Işığıyla Hakikati Aramak adında bir kitap okumuştum. Itiraf etmeliyim ki beni çeken şey ne Descartes ne de içerik olmuştu, çünkü bu adın tek başına baştan çıkaran bir yanı vardı ve o sıkıcı diyaloglara katlanmak pahasına okuduğum her satırda sapkınlığımın ince bir zekaya kavuştuğunu sezinliyordum. Yani tutkumun kılık değiştirmesi de denebilirdi buna, ya da bile bile düşülen bir aldanma, gelecek bir zamanda gerçekleşme şansının bulunmadığının farkında olarak imgelere sarılma, amacın biçim değiştirerek imgeye yönelmesi… Düşlemenin benim gözümde değeri artmıştı bu sayede, yaşımın ilerlemesine karşın bende genç kalan bir şey vardı: Düşlerim. Üstelik yenilme korkusundan sıyrılmış dupduru bir isteklenme, bitimsiz umutlarımdan gücünü alan gergin bir bekleyiş, kusursuz bir direngenlik veriyordu bana. Böylece üstüme düşen tek şey, yarattığım imgelerin gerçekliğine kendimi inandırmaktı, evet yalnızca buydu ve kafamda biçimlediğim arap kızının büyükçe siyah gözlerinin altına ince bir kalem çekilmişti, bu hafif koyuluk yüzünden kumral teni esmere çalıyordu, kemerli burnundan başlayarak etli dudaklarına değin uzanan bir kırmızılık, ışıltılı dişleri göründüğünde daha bir belirginleşiyordu ve bütün bu renk kaymaları, kulaklarını kapatarak omzuna dökülen uzun dalgalı saçlarıyla birlikte tanrısal bir hava veriyordu ona. Ama bütün bu başarılı imgelememe karşın bir parça da olsa izdüşüm gereksinimi duymuyor değildim. Gelgelelim umut kırıcı bir değişmeyi yaşadığmız apaçık ortada, eski günlerin görünümleri yokolup gidiyor, “… arap kızı camdan bakıyor” şarkısını söyleyen çocukları görmeyeli yıllar oldu. Ve sokaklar bu şarkıyla çınlamadıkça arap kızının cama çıkmayacağını biliyorum ben.Coşkuyla boşalan yağmurlarda bedenimi sokağa taşımak için can atıyorum bu yüzden. Koşmaya cesaretim olmasa bile yürüye yürüye şarkı söylemek istiyorum. Bir çırpıda sokağa fırlamak düşüncesine kendimi alıştırmam zor olmuyor, ama uzun sürmüyor gözüpekliğim, kapıyı aralamadan önce mutlaka şemsiyemi alıyorum elime. Kaldırımdan yola hiç inmeden parkelere basa basa yürüyor, başımın üstünü kaplayan şemsiye yüzünden neredeyse görünmez olan pencerelere hiç bakmaksızın ayaklarımın dibinden asfalta dökülen sele takılıyor gözlerim. Şarkı da söylemiyorum kuşkusuz, tabii kendimin bile güçbela duyabildiği fısıldamayı saymazsam…”
Diğeri bilgece konuşmayı istiyordu, O’ya öğüt verebilmeyi…
“Bir ozan dostum, “Yağmur hiçbir şeyin arkasından gitmez, önce yağmur vardır, sonra yağmurdan beri ne kalmışsa o vardır, ona tutulan hiç kimse makyajıyla dolaşamaz sokaklarda,” derdi. Şimdi sen bu yağmurda dışarı atsan kendini, o eski içtenliğini canlandıracaksın ve böylece makyajın sele karışacak, benliğin sana geri dönecek yani, bunu istemez misin?”
O, direncini yitirmişti, çocuk olamazdı artık: “Peki ya şemsiyeler?”
Diğeri, çürütülmesi olanaksız bir savın kurnazlığını sezinledi bu soruda, yanıt vermeden önce durakladı biraz, ellerini dudaklarının üzerinde gezdirdi, konuğunun çaprazdan görünen yüzünün yanıltıcı maviliğine çevirdi bakışlarını: Sağ elini pantolonunun cebine atmış, yağmurun bir gerçekdışılığın hazırlayıcılığına soyunduğunu duyuyor gibiydi ve bu sanı masada oturmakta olan kendisine geçtiğinde, koyu bir inanca dönüşerek sorulan soruyu unutturdu ona.
Masanın sağ köşesinde üstüste konulmuş üç kitabın en altta kalanını dikkatlice çekip aldı, doğru kitabı seçip seçmediğini kontrol etmek için alıcı gözlerle kapağına baktı sonra: En tepede, ince siyah bir çizginin altında, birbirine yakın büyük harflerle yazılmış ‘Sühreverdi’ yazısı göze çarpıyordu, kitabın adı ise ‘Nur Heykelleri’ idi ve yazar adıyla bir simetri oluşturması kaygısı duyulmaksızın kapağa ortalanmıştı.
Iki eli arasına aldığı kitabın yapraklarını hızlı hızlı geçirerek, notlar alınmış beyaz bir kağıdın bulunduğu sayfayı açtı. Şiddetini artıran yağmurun odaya dalan parıltısını ezgisel bir fon gibi kabul ederek içinden okumaya başladı:
“Sen kendi özünden gafil olamazsın. Bedeninden her hangi bir cüz’ü arasıra unutmuş olabilirsin. Eğer senin özün bu cümleden ibaret olsaydı arasıra unutmakla beraber hiçbir zaman unutmamak nasıl mümkün olabilirdi? Ben dediğin zaman bu benlik bedeninden ve cüzü’lerinden çok üstündür.”
Okumasını keserek, Tanrı’ya koşan ‘öz’ kuramlarının varoluş sorununa getirdiği anlamın dışında usasığmayan başka bir anlamı; varlığın ayrımına varmada yağmurun rolü olabileceği varsayımı üzerinde düşünmeye başladı. Aslında tam bir çılgınlıktı bu, yağmura tutulan bir insanın maskesinin düşmesi sonucunda varılan şeyi, benlikle bir tutma çabasının altından doğayla insan arasındaki otomat düzenliğinin çıktığı kuşkusuyla dehşete kapıldı. Bunca zamandır sarmal bilgi ağı içinde belirsiz bir ışık gibi görünen Tanrı imgesi bu düzeni doğaüstü bir güce bağlama zorunluluğundan dolayı aydınlanmış oluyordu böylece. Ama burada basit bir nedenselliğin ötesinde anlamını algıda bulan göreli bir çıkarım vardı ve hiç kuşku yok ki onun anlayışına ters düşüyordu bu. O bakımdan harflerden esin alarak doğruladığı inanışın merkezinde parlayan şey Tanrı olamazdı. Akşamı karşılayan odasının ağırkanlı bir durgunluğa gömülmesi ve bakışları yağmurun tekdüzeliğine bağlanmış bir bedenin hareketsiz kalışı onu aldanmanın bulanık sularına doğru çekmişti besbelli. Gezinen düşünceleri kafasında yankı bulamadan uçup giderken yeni düşüncelere atılmış, sözcükten sözcüğe geçmiş, sonunda koltuğa salmıştı gövdesini,
Bu koyverişin etkisinden hala kurtulmuş değildi. Elinde olmadan iyiden iyiye büzüldüğünü duyuyordu ama buna karşın varlığının yüceleştiği, onu övgüye boğan içsel bir sesin beyninde zonkladığı duygusuna kapıldı ve az önce beliren Tanrı imgesinde insana yaklaşan bir yan görür gibi oldu. Insanı Tanrı katına çıkaran Sartre’ın varlık felsefesini anımsadı bunun üzerine, eşsiz doğa manzaralarından yola çıkarak bir Tanrı varlığına ulaşmanın olanaksızlığını savlayan bu felsefenin insana beslediği güveni, o kusursuz yetkinliği bulmak için gereken tek koşulun insanın kendi varlığını ortaya koyması olduğu yargısını anımsadı. Zaten bu adam hep büyülemişti onu, bilincin dolambaçlı yollarında koskoca bir evreni yaratmış olması onun gözünde Sartre’ı benzersiz bir mit yapmıştı, ama idealizmi yadsıyarak yalnızca görülebilir evreni bilgi alanı olarak kabul eden görüngübilimcilerin yolunu da izlemiş olmasını aklı almıyordu bir türlü. Ayrımına varamadığı bir çelişki vardı sanki, belki de bütün sorun kavramlardan ileri geliyordu, kavramların bağnazlığından. Ama insan elindekilerin değerini bilmeliydi, karmaşık bilgi yumaklarının içinden sağ salim çıkabilmek için başka bir gerecimiz yoktu çünkü. Tanrı’yı kavramların tutsaklığına götürecek denli ileri gidişimiz de kuşkusuz bundandı. O’na yeryüzünün yasalarıyla değer biçerek, zaman ve uzamın acınası gizeminde bir yer vermekle omuzlarımıza taşınması olanaksız bir yük bindiriyorduk aslında. Biliyordu, önüne bir set vurulmadıkça akarak dallanıp budaklanacak sınırsız bilginin cesaret kırıcı yüküydü bu, sonuçsuzluktu, her zaman yoksunluktu…Oysa ucunda bir Tanrı bulunsa, milyarlarca yıllık saltanat bir çırpıda çepeçevre sarmalanıp, kavramlara sığmayan bir Tanrısal mekan serilecekti önümüze.
Cennetin insan elinden çıkma kurmacalığı değildi düşlediği şey, meyvalara ve kadınlara olan düşkünlük sürecekse eğer nerede kalıyordu ilahi yapıcının yasa tanımazlığı, nerede kalıyordu yüce bir elden çıkan isteklerin şaşırtıcılığı, nerede? Bambaşka değerlerle sıvanmış bir yer, kendisini yitirebileceği, ürperişinin ondan uzaklaşarak yok olup gitmesi pahasına, kıskançlıklarını, bayağı erkekliğini, güzelliğin dayanaksız üstünlüğünü yitirebileceği bir yer süslüyordu imgelememini. Dante’nin tepetaklak dönmüş cenneti, sıfırdan başlamaya yönelmiş hırçınlığını yatıştıramazdı. Ilahi anlık’ın boyutsuzluğunda içiçe geçmiş değerlerin içinden sunulmuş yeni bir yasa dizgesi, yeni kurallar, ya da bunların hiçbirine gerek kalmadan orada anlamını bulacak bir hiçliğin eline düşmeyi diliyordu. Ama bu uğurda ne denli gözünü budaktan sakınmasa da talihin yüzüne güleceğini sanmıyordu. Nereye yönelse dinsel hikayelerle örülmüş boş inançların kaynağında kıs kıs gülen bir büyük kandırmacanın yaptığı mitolojik çağrışımları buluyordu. Hayatın iliklerine değin kök salmıştı bu aldatım; ilahi ezgilerin yükseldiği kentlerin yapılarını dikleştirmişti, insanların içine işleyerek törelere sinmişti usul usul serpintilerle. Yalvaçların peşine takılanlardan oluşma bir koronun söylediği şarkılar tanrısal bir öğretinin ilkeleri gibi benimsenmiş, koyu bir düşsellik, dindirilmez bir çağıltı ölümün ödüle bakan yüzünü parlatarak yeryüzünde zaman harcamayı ayaklar altına almıştı. Güç beğenen adamlar kılıçlarını çekmişlerdi o zaman, sözde Tanrı’nın yere inmiş biçimini, evrenin düzensiz, bağdaşımsız dağınıklığına verebilmek için kurmaca bir yontuculuğa soyunmuşlar, ama o bitimsiz yetkinlikten tek bir iz düşürememişlerdi işte. Belki de Stendhal’a peşinen hak vermek gerekiyordu; Tanrı’nın tek kusuru var olmayışıydı, evet bunun hiç de ciddiye alınmayacak bir yanı yoktu. Alışılmış biçimlerin dışına çıkan Tanrı betimlerini düşündüğümde bile neredeyse açık kapı bırakmayan bir çözümsüzlüğün her defasında karşısına dikildiğini unutmuş değidi. O halde ne demeye gelmiyordu bu, sözünü etmeye değmez bir şey miydi Tanrı? Bu kötümserlik can attığı sonu kuşkusuz veremezdi ona, küçük bir ayrı düşme sonunda kopma getirirdi; bellediği yolu yürümeye devam etmeliydi bu yüzden, hiç belli olmaz şansı yaver giderdi belki. Hem Nietzsche’nin ölçüsüz bozgunculuğuna benzer bir yıkıma kol sıvamaya ne cesareti vardı, ne de bu denli aşırıya kaçmanın yalnızca Tanrı’yı yok etmekle kalmayacağını, insanın da bu yokluktan payını alacağını, dolayısıyla böylesi bir bakışın hepten yararsız olduğunu bilmiyor değildi.
Çocukluk yıllarının düşsel zenginliği gözlerinin önüne gelip, gelmiş geçmiş bütün insanlar içinde yalnızca ona ölümsüzlüğü bahşeden iyiliksever bir Tanrı hayali yeniden dirimli ışıltılar saçtığında kendisini adadığı inanca daha bir sıkı sarıldı, o saflığın, gönül borcuyla taçlanmasıyla başlayan bağlanmanın güven vericiliğini duydu iliklerinde. Uykusuzlukla geçen uzun gecelerin boğuculuğundan sıyrılıp, boğazına kadar çektiği yorganının üzerine kollarını yatırmış olarak çağlar sonrasının planlarını hazırladığı o zamanlarla bütünleşen nergis kokusu burnuna gelir gibi oldu sonra. Kokuyu içine çekti derin derin soluyarak, göğsünde bir hafifleme başladı; esenliğin kanatlarına tutunarak ağır ağır yükselmişti sanki, tatlı tatlı, erincin yumuşak derisine yaslanarak kasları gevşemiş, odaya girmek için kapıyı zorlayan eski tınıların umut saçan ışıklarıyla kabına sığamaz olmuştu.
Bu oda bir sığınak olmaktan çıkmıştı artık. Sözcüklerin uslanma bilmez başkaldırıları, duvarları baştan başa kaplayan kitapların kusur işleme korkusundan yoksun oluşları, savunuya izin vermeyen o katı yüreklilik birdenbire gözünden düşüveren tiksinti verici imler gibi göründü ona. Evinde ne kadar kapı, ne kadar pencere varsa hapsini sonuna kadar aralayıp, karış karış her yere işlemiş yozluğu dışarı atmak istiyordu, hem de zaman geçirmeden yapmak istiyordu bunu.
Uyuşan bedeni yüzünden ancak sendeleyerek ayağı kalkabildi ve bu sarsıntılı kalkış tiz gürültülerle odada çınlayınca sıradanlığa teslim olmuş o tekdüze ses, sokağı yankıya boğan yağmurun uyuşan sesi yeniden farkına varılır bir hal aldı ve bu ani parlama ilk olarak, arap kızını görebilmek düşüyle, karşı pencerelerden bakışlarını hiç eksik etmeyen adamda bir uyanmaya neden oldu.
O, yüzünü odadan yana döndü, yavaş yavaş yürümeye başladı. Bu sırada bir tansığı içinde sakladığına yemin edebilirdik. Önüne geçilmez bir çekime tutulmuşcasına küçük adımlarla kapıya doğru sürükleniyor, donukluğunu şaşmaz bir direnişle koruyacağına inanç getirdiğimiz bakışlarında pürüzsüz bir aydınlık seçiliyordu. Kapıya ulaştığında başını hafifçe yana çevirip, “Yağmur yağıyor, birisinin şarkı söylemesi gerek.” dedi, kolu tutarak karanlık merdivenlerden el yordamıyla aşağıya indi O.
Sokağa ayak bastığı zaman amaçsızca sola vurarak parkeleri çiğnemeye başladığında, herşeyi önüne katarak uzaklara sürükleyen yağmurun gücü karşısında gözleri kamaştı. Müthiş bir akıntıydı bu! Ne bulursa seçmeksizin götürüyordu, azgın sellerle boy ölçüşebilecek denli bağnazca yakalıyordu herşeyi. Insanlar vardı en önde, incecik gömlekleriyle küçük damlaların ardına takılan insanlar vardı, küçücük damlaların, asfalt kenarlarında biriken zavallı akarların yere değmeden önce gökyüzünde saldıkları ıslanma telaşının; erkekleri, kadınları itelemesi vardı. Yağmur hızını artırdıkça direngenliğin, gözünü budaktan sakınmazlığın silinip gitmesi, bunun yerine incelikten payını alamamış, sessiz sessiz ritmi yükseltilen bir adım sıklaştırmasının alması vardı. Içimizden yalnızca O baştançıkmış, yalnızca O, sayrıların ateşli bulantılarına yakayı ele vermenin endişesini kendinden uzak tutmuş, gülünç duruma düşmeyi yalnızca O göze alabilmişti.
Bu yüzden alçaldığımız duygusuna kapıldık; kucaklarcasına yüzüne aldığı her damlayla birlikte biraz daha küçüldüğümüzü, kafamızdaki başlıklarla ve yüzlerimize siper ettiğimiz ellerimizle, utançtan yerin dibine girecek gibi olduğumuzu gizleyemedik ondan. Karşı kaldırımda bulunuyor olmasına ve insana göz açma fırsatı tanımayan yağmura aldırış etmeden birkaç saniye dikkatlice süzdü bizi. Sonra da hemen yanıbaşından yükselerek karşısındaki karaltının görünmezliğine varıncaya kadar uzanan gri binalara, kehribar sarısına çalan pencerelere çevirdi bakışlarını. Yağmur yüzüne neredeyse dik olarak geliyordu ve evlerin camlarından süzülen zayıf ışıklar, ıslak tenine çarparak dağılıyordu. Tepeden tırnağa sırılsıklam olmuştu ama onun dize gelmeye niyeti yok gibiydi, yılmazlığına toz kondurmadan göğüs geriyordu çıldıran yağmura. Aslında göğüs germek de denemezdi buna, düpedüz bir isteklilik vardı yürümesinde, insanı huzura kavuşturan erincin doyumsuz tadıncı vardı, ıslak bir ürperişin verdiği hazla filizlenen baş döndürücülüğün dirilttiği düşler vardı. Ve gözlerindeki parıltı başına buyruk bir biçimde kutluyordu düşselliği: Camların parlak floresan ışıklarından başlayarak ölgünlüğe değin uzanarak, boy verecek görsellik için pusuya yatmıştı. Tek bir karaltı gözüne ilişse büyülenmişcesine uzun uzun bakıyordu; önemsiz bir düşkırıklığı geçirdikten sonra, saçlarından şapır şapır sular dökülürken bakışlarını gezintiye çıkarıyordu yeniden. Akasya ağaçlarının altından geçiyor, bu sırada bir an için evler görünmez olunca bir tentenin altında yağmurun dinmesini bekleyen bizleri farketmeden camların şeffaf oluşlarını anımsayıp ferahlıyordu. Bunu kime borçlu olduğunu düşündüğü bir sefer Tanrı düştü aklına. Gerçi hemen hemen hiç aklından çıkardığı yoktu ya, ama daha önce böylesi bir gönül borcu duyarak Tanrı varlığını meşru kıldığı bir zamanı anımsamıyordu. Uzun boylu düşünmeden, içgüdülerine değin işleyen töresel kalıntılara verdi suçu.
Bilincinde bir aralanma başladı sonra, imler belirdi, boğuk boğuk yükselen metalik tınılar duydu: küçük bir odanın basık havasında esnekleşen gövdesinin içgüdüyle ayaklandığı sırada radyodan gelen tınılar, alındığı günden bu yana bir kez olsun şarkı söylemeyen bir radyodan gelen tınılar, bitmek bilmez konuşmalar, can sıkıcı haberler…görülmemiş bir talihsizlik bu, çocuklar da yok, peki kim söyleyecek arap kızının şarkısını, kim söyleyecek? Yağmur çağıldıyor üstelik, diz boyu kasvetin kucağına düşmüş ağaçların ıslığı doluyor odaya, tek bir insan desen yok sokakta; kalabalığa bulaşmış bir telaş gerek oysa. Omzuna bir omuz dokundu, hayır kimsenin soluğu duyulmuyor burada, sokakta biri ona çarpmış olsa gerek, canı da yanmıyor hem, ama çevikliğini yitiriyor gitgide, bastıran uyku yüzünden göz kapakları ağırlaşıyor, ani bir çınlamayla yağmura baskın gelerek belirginleşen haber anonsu kulaklarında gürlemese teslim olacaktı uykuya. Kısa bir duraksama yaşanıyor, sonra o bıktırıcı uğultu… yağmur radyoya üstün çıkıyor yeniden. Tam bu sırada bir kez daha çarpıyorlar omzuna, başından sular boşalıyor gövdesine, terliyor mu yoksa? Bilmiyor, bildiği tek bir şey yok onun, berrak bir akıntı var saçlarında, bitimsizliği akıtıyor odaya, bütün eşyalar su içinde kalıyor sanki, sonra kendi sesiyle bir bağırış geliyor kulaklarına: Tabiat sonsuzdur! Tanrı’dır tabiat! Ama yankı odanın dışında olmalı ki herkes başını ondan yana çeviriyor, onun gözü ise camlarda, arap kızını düşleyerek seyirtiyor ara sokaklara ve akıntı tükenme nedir bilmiyor, usul usul kasıklarından geçerek kösnül bir ürperiş bırakıyor orada. Bulunduğu yerden ayrılarak divana uzanıyor ve kıvrımlı bir çizgi oluşturacak biçimde büküyor dizlerini, bacakları sürtünüyor istem dışı bir hareketle, gözleri kapanana dek aralıksız sürtünüyor.
Göz alıcı gümüş rengiyle parıldayan bir deniz beliriyor önünde, düşte bulunduğunu bile bile fotoğraf makinesinin deklanşörüne hafifçe basıyor yine de; makineyi gözünün önünden çektiği zaman denizin yemyeşil bir göle dönüştüğü duygusuna kapılıyor, alacalı ördeklerin uçuştuğu, kıyılarında sazlıkların uzandığı kımıltısız dupduru bir göl. Bu devinimsiz su kütlesi camlaşarak, bütün görüş alanını kapayacak biçimde doksan derece açıyı bulana dek yükselmeye başlıyor sonra, durur durmaz da göğe tırmanan uçsuz bucaksız saydamlığın ürkütücülüğü onun usunda bir kıvılcım gibi yanarken, açık seçik görünen dipteki çakıl taşlarının ışıldaması gölün yüzeyine vurarak arap kızının yüz hatlarını çıkarıyor ortaya.
Tam da düşlediği biçimde dalgın daldın bakan eşsiz bir yüz, kusursuzca işlenmiş ayrıntıların baştançıkaran uyumunda gizlenmiş tanrısallık ve bir kehanete susamış inanılmazlığın sezgiyle açığa vurulan muştusu… Böylesi bir sızdırmanın verdiği bilgelikle tanrısal varsıllığın engin uzantılarına, o bitimsiz saçlara bağlandığını, ama onu çağıran sesin tapınmacılığı değil bütünleşmeyi dileyen bir tınıyla seslendiğini kavrıyor.
Sınırsız boyutları ele geçirme tutkusu alevlenerek büyüyordu içinde, fotoğraf makinesini usulca yere bırakarak hafifleyen varlığını göle doğru sürükledi, camdan yüzeye ulaştığında tenine dokunan kayganlık ürpertiye boğdu onu, bir kuşun, yüreğinden havalanarak yukarıda kavisler çizdiğini gördü, kavisler çizdi kanatları arap kızının şarkısını söyleye söyleye, yaldızlı beyaz tüylerinin saçtığı parlaklıkla ezgiye düşsel bir anlam yükleyerek söyledi şarkıyı; gölün yüzeyine kanat vurmaya başladı sonra.
Sivri gagayla ilk önce çadırdayan yüzey, yavaş yavaş çözülerek tuz buz oldu ardından, sazlıklardan aldığı o eski koyu yeşil rengine, ıslaklığıyla esenlik dağıtan yırtıcı akıcılığına kavuştu yeniden ve bir an bile beklemeksizin boşalmanın tadına vardı, içlerine doğru ilerleyen O’nun tepesine döküldü, O’nun tepesine döküldü, O’nun tepesine döküldü, döküldü…
Şaşılası bir hızla çevresinden geçen sular yüzünden zamanın yittiğini duydu, tiz bir melodiyle dağılan arap kızının şarkısı bu yitimi notaların içine işlerken, dudaklarını zorlukla kımıldatarak fısıldadı: Boşluk, dünyanın en güzel gömütü…
Tam bir gizlilik içinde arap kızının şarkısı yükseliyordu radyodan. Sokağın yalınç kimsesizliğinin öteden beri bir duyargadan yoksun bulunuşu (Aslında bunun çok iddialı bir sav olduğu kuşku götürmezdi ama, sağlam bir kafayla düşündüğümüzde yıllar yılı onun dışında hiçbirimizin bu şarkıya kulak vermediği, daha da korkuncu, böyle bir söz dizgesinden ve melodiden haberimiz olmadığı acı gerçeğiyle karşı karşıya geliyorduk),bu gizliliğin dışarıda talan edilmesi tehlikesini ortadan kaldırdığından doyumsuz bir sahiplenmeyle iyice kendinden geçti. Kendini salarak boyluboyuna uzandığı divanda gözlerini hala açmış değildi, ama gerçekte camların tek birini bile kaçırmamak adına bir an olsun kapamadığı gözlerinin gerisinde, usunun ışıksız uzantılarında beliren imgelememinin neredeyse belirgin kıldığı çizgilerden oluşma uzanmış bedenin aldatıcı bir sanallık olduğunu biliyordu ve kurgulamı sayesinde arap kızının şarkısını söyleme yürekliliğini gösterebilmişti, ama şu da vardı ki onca insanın arasında bu işi yapmış olamayacağına kendini inandırmak istediğinden, sesini metalik bir tınıyla bezeyerek radyonun sırtına bindirmişti yükü. Gelgelelim bakışlarımızın onda toplanmasına engel olamamıştı yine de, ses tonundaki arıklığa karşın sözünü etmeye değmeyecek denli açıktı herşey, üstelik azımsanmaya gelmeyecek can alıcı taşkınlığının onu sürüklediği masal dünyasında bu tür inceliklere kafa yormanın yersizliği de yüzünden okunuyordu, ama o bunun ayrımında değil gibiydi, yağmurun iliklerine değin işlediğini duyarak söylediği şarkının toplumun yerleşmiş alışkanlıklarını alaşağı ettiğini bilmeksizin ilerliyordu. Onun tımarhaneye tıkılması gerektiği yolundaki bir düşünceyi aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk köklü bir inanışımız yerle bir olmuştu. Baştançıkmış olmanın ölçüsüz beğenmeciliğiyle yeni bir biçim veriyorduk ona: eşine rastlamaz yüz çizgileri, gölgelerinde ateş yakılmışcasına girinti çıkıntılardan yükselen kırmızı parlaklık, derisine sıkı sıkıya yapışan utku, usuna yeniden egemenlik kuran o boğucu odanın belirgin hayali… Yatağın üzerine boyluboyunca bırakmıştı bedenini, ‘duyularını ayaklandıran bir bakışı sezinliyordu düşünde Tanrı’yı görürken’. Bu bakış bize ait olamazdı, karşımızda duran yüz ıslaklığını henüz yitirmemişti çünkü. Yitirmek bir yana geçen her saniyeyle birlikte yeni damlaların saldırısına uğruyordu. Ama salt sezdiği bakış yüzünden, karşısına çıkarak onu kararsızlık içine düşürecek bütün ayrımların taşlarla örüldüğü ve ona yalnızca tek bir seçeneğin bırakıldığı duygusuna kapıldı. Şaşmaz bir biçimde izleyecekti o yolu, pencerelerden de gözlerini çekecekti artık; ona varolma hakkı tanımayan kendisizliğine Tanrı’nın ışığıyla son vereceği yer belirlenmişti nasılsa. Gidecekti oraya, sokağın tekdüze gerçekliği kafasından geçen betimlerin eline su bile dökemezken gidecekti.
Ne anlama geliyordu bu, düşselliğin gölgesi yeryüzünün çıplak görünürlüğüne mi düşüyordu? Bunu kavrayamayacak kadar bir kapalılığa, bilincindeki derin boşlukların, bitimsiz uçurumların ürpertici bilinmezliğine dönüyordu yüzü. Orada belirsiz bir şeyler seçebiliyordu. Yılları bulan bir yatma, bükülüp kıvrılma ve beklenen şarkı… çalıyor şimdi, onun yüzüne dokunarak çalıyor, yankı buluyor odada. Göz kapakları yavaş yavaş aralanıyor bu yüzden. Ayağa kalkarak düşen damlalarla bulanıklaşan pencereye doğru yöneliyor, daha fazla bekletmek istemiyor arap kızını…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir