Bu kitap, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın kimi güldürücü, kimi hüzünlendirici on bir öyküsünü içeriyor. Yazar bu öykülerde yine, yüzyıl başının İstanbul’unu kendisine özgü bir ustalıkla irdeliyor. Belki de yazınımızda ilk polisiye roman sayılabilecek Kesik Baş’ta ise, kör bir kuyuda bulunan kesik başın gizini çözmeye çalışan polislerin peşinden merak ve heyecanla sürükleniyor. İnsanların tutkularının nelere mal olduğunu ibretle öğreniyoruz.
“Hüseyin Rahmi Gürpınar 1942 yılında yazılan “Kesik Baş” romanının benim elimdeki baskısı 1963 tarihini taşıyor ve Pınar yayınevince hazırlanmış. Romanın adının altında -parantez içinde- “polisiye roman” vurgusundan, o dönemde bu türe ilginin yoğun olduğunu çıkarmak mümkün. 1940’lı yıllar, polisiye edebiyatın “altın çağı” olarak adlandırılır. Bir yandan Agatha Christie, J. Dickson Carr, Ellery Queen, William Irish, Chesterton gibi ustaların cinayeti çözülmesi gereken bilmece olarak ele aldıkları klasikler, öte yandan ABD kökenli “Hard Boiled”, hem roman hem de sinema dünyasını kasıp kavurmuştu. Hatta, Borges bile Arjantin’de bir arkadaşı ile birlikte, Bustod Domecq takma adıyla, klasik polisiyeleri hicveden polisiye öykülerini aynı yıllarda yazıyordu, ama, “Kesik Baş”‘ın çağdaşı olan polisiyelerle fazla bir benzerliği yok. O, daha çok E. A. Poe’nun veya Canon Doyle’un eserleri ile ilişkilendirilebilir.
Hüseyin Rahmi uslubunu çok iyi yansıtan mizahi bir girişle, başlıyor öykü. Sarhoş halde evine dönmeye çalışan Nafiz efendi, düştüğü kuyuda bir kesik baş bulur. “Kesik baş cinayetinin tahkikına, bu gibi esrarengiz vakaları tedkik ve araştırmadaki tecrübe, ihtisas ve muvafakiyetleriyle maruf Remzi ve Seyid Efendiler memur” edilirler. Böylelikle, polisiye edebiyatın klasik ikilisini; detektif ve yardımcısını, Türk toplumuna adapte etmiş yazar. Bu adaptasyonun bir taklitin ötesine geçtiği ve özgün bir yaratım olduğu söylenebilir.
Romanın bundan sonrası uzun bir iz sürme öyküsü olarak gelişiyor. Beyoğlu, Şişli, Kuledibi, Eyüb gibi semtlerde, İstanbul’un gizemli atmosferinde, metruk mekanlarında aranan -kesik başın ait olduğu- gövdeye ve katillere bir türlü ulaşılamıyor. Yazarın mümkün olduğunca geniş tutmaya çalıştığı İstanbul coğrafyası kadar insan tiplemeleri de çok zengin. Museviler, Ermeni ve Rumlar, Levantenler, arabacılar, bıçkınlar, randevu evi sahibi madamalar, zanlıları takip etmek için taksi kiralayan polisler, küçük memurlar, zengin tüccarlar, mirasyediler, kısaca İstanbul ahalisinin tekmil-i birden, kendilerini çok iyi yansıtan lehçeleriyle boy gösteriyorlar romanda.
Polisiyelerde rastlanmayacak kadar yoğun toplumsal tahlillere yer verilen metinde, o zamandan bu yana uzanan bir eğilimi, bugünkü magazin haberciliğinin köklerini şü cümlelerde buluyoruz; “Halk herhangi bir vak’aya merak sardırırsa onu telleyen pullayan havadis tellalları; yalan ve fena haber borsası simsarları vardır. Ortaya (uydurmasyon) dan öyle şahaserler çıkarırlar ki bu avham aldatıcı yalanlara karşı akıl ve muhakamece en mücehhez olan ihtiyatkarlar bile senede bir kaç defa bu oltaların yemlerine tutulmaktan kurtulamazlar”.
Natüralist Polisiye
Hüseyin Rahmi’nin detektifleri Remzi ve Seyid Efendiler, Avrupa’lı meslektaşları gibi şapkalarından tavşan çıkarmıyorlar. Her şey belli bir rasyonellik içinde, okuyucuyu kandıracak hilelere başvurulmadan, suç delilleri ortaya serilerek gelişiyor. Aydınlanma düşüncesine, naturalizmin pozitivizmine sıkı sıkıya bağlı bir yazar olan Hüseyin Rahmi’nin polis memurları, yine akıl yürütmenin erdemleri içinde hareket etmekle birlikte, Poe’nun Dupin, ya da Canon Doyle’un Sherlock Holmes’u gibi oturdukları yerden çözüme ulaşmıyor, kentin dört bir yanında gezinerek, insanlarla konuşarak, suç mahallini arayarak varıyorlar sonuca. Her ne kadar katiller gayri müslim arasından seçilmişse de, bu, yazarın Ermeni, Rum ya da Yahudi düşmanlığı yaptığı biçiminde değerlendirilemez. Komiser Remzi Efendinin ” Türkiye’de sanayii nefiseyi uyandıran Ermenilerdir. Ressam Civanyanlar, Dikran Çuhacıyanlar, Manakyanlar, Mari Nuvartlar… Hala bir çok evimizin duvarlarını bu san’atkarların tabloları süsler. Hala Türk salonlarında çalınan piyanolarda milli opera namına Çuhaciyanın besteleri ruhlarımızı gıdalandırır” sözleri, romandaki şüphelilerin bu cemaat içinde olmasının yaratacağı “ötekileştirmeye” karşı bir tedbir olarak düşünülebilir.
“Kesik Baş”ın, ilk dönem polisiyelerle bir benzerliği var, ama, bu akrabalık, basit bir taklit olarak görülmemeli, Gürpınar, romanını cinayeti bir takım sosyal nedenlerle ilişkilendirip, toplumun suç ve ceza kavramlarını da tartışacak bir şekilde genişletirken, anlattığı dönem İstanbul’undan, çeşitli etnik gurupların yaşam tarzlarını, değişik şivelerini, mekanlarını da sergiliyor. Özellikle romanın girişindeki meyhane anlatısı, masalarda sürüp giden muhabbetler, tramvaylar, sinemalar, İstanbul’un kenar semtlerindeki yoksulluk, bildik polisiyelerin çok ötesine taşıyor metni. Natüralist bir gerçekçi olan Hüseyin Rahmi’nin, suçu, akımın ustası Zola tarzında ele aldığı görülüyor. Tıpkı “Therese Raquen”, ya da “Hayvanlaşan İnsan”daki gibi, iki sevgilinin yaşamın acımasızlığına karşı ayakta durmak amacıyla giriştikleri bir eylemdir cinayet. Yazar, beşeri adaletten memnun olmamakla birlikte, suçun cezasız kalmasına da izin vermez. Bir ahlaki düşüklük sonucunda giriştikleri cinayetin sorumluları, ahlaki düşüklüklerini sürdürerek birbirlerinin sonlarını da hazırlarlar.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın meselesi
Edebiyat alanında Türk aydınlarını ilk etkileyen Zola doğalcılığının izleyicilerinden olan Hüseyin Rahmi için sanat ve edebiyat bir eğitim aracıdır. Geri kalmışlık nedeni olarak gördüğü din, düşünce, davranış ve inançları değiştirmek için yazmıştır romanlarını. Derinlikli olmamakla birlikte, sosyalist bir dünya görüşünden de sözedilebilir. Bu nedenle, toplumsal sorunlara sınıfsal bir açıdan yaklaşmayı bilmiş, ve sisteme belki de o ana dek yapılmış en radikal eleştiriler Hüseyin Rahmi’nin kaleminden çıkmıştır.
Özellikle din ve boş inançlar neredeyse her romanında eleştirilir, metafiziğin ardındaki bilimsel nedeni arar Gürpınar. “Kesik Baş”ta da aynı irdelemelere sık sık rastlarız; “Ölünün yüzünde daima hayatın sonunu müfessir edici bir meal okur ve bütün dirilerin akibetlerini görerek titrerdim. Fakat Raif Bey?in cesedini parçaladıkça nazarlarımızda ölüm eski manasını kaybetmeye başladı. Bu vücudu lime lime parçalıyor, en eski zamandan beri orada oturan ruhun esas yerini bulamıyorduk. Ölümü ölüm yapan şeyin papazların duaları, dinlerin ayinleri ve kavmlerin tetfin hususundaki türlü türlü adetleri olduklarını anlıyorduk. İnsanlar öteki dünya için mezarlar inşa etmeseler, bu ölü şehirlerini kurmasalardı bir insan cesedi de çalı arasında kalıbı dinlendiren bir tilkinliğiyle birleşerek ortadan kalkardı” diyen yazar, ölümün diyalektiğini; “tabiat, her saniye katliamla meşgul bir kaygısız.. O bir insanla bir böceğin ölümlerinde fark gözetmiyor” sözleriyle özetler.
Hüseyin Rahmi’nin önemli ilgi alanlarında birisi de toplumsal adalet, daha doğrusu adaletsizliklerdir. Bir çok romanında sevimli soygunculara, cezasız kalan dolandırıcılıklara yer vermesi, en büyük dolandırıcının sistem olduğuna inancındandır demek mümkün. Daha önce de belirttiğim gibi, “Kesik Baş”ta da katilleri adaletin eline teslim etmeye gönlü elvermemiştir. Romanını; “tabiat mahluklarını her ne bahasına olursa olsun diğer hayatların zararına yaşamaya icbar ediyor. Müthiş düstur. Bu hisde hayvanlarla müşterek yaşamın medeniyetle telifi kabil mi? Kanunlar beşerin bu vahşetini yenmiye uğraşıyorlar. Mücrimi cezalandırmak için bulunan çare yine öldürmektir. Zavallı insaniyet kendi bağrını hançerlemek cinnetine bir tedavi seromu bulamıyacak mı?” feryadıyla noktalarken, bugün hala çözümlenememiş bir insani trajediyi dile getirmektedir.
A. Ömer Türkeş