Kuş Diline Öykünen – Ayşegül Devecioğlu

Ayşegül Devecioğlu’nun ilk romanı olan “Kuş Diline Öykünen” adlı yapıtı, Türkiye’nin yakın tarihinden, belleğimizden silinmeye çalışılan bir dönem olan 12 Eylül üzerine yazılmış.
“Ayşegül Devecioğlu’yla 12 Eylül’den bir kaç yıl sonra, ikimiz de uzun yıllardan sonra ilk kez “normal” bir yaşamı kurabilmeyi denemeye başladığımızda yollarımız kesişti. Aynı işyerinde, bulabildiğimiz her fırsatta yaşadıklarımızı, arkadaşlarımızı, umutlarımızı ve kimi zaman da umutsuzluklarımızı paylaşırken, bir türlü “normal” hayata ayak uyduramıyorduk. İşte Ayşegül de Kuş Diline Öykünen isimli kitabında 12 Eylül öncesinin o coşkulu, umutlu, canlı kısacası olumlu ne varsa o olan günleriyle, 12 Eylül’ün bir kaç yıl sonrasını iç içe anlatıyor. Etkili olduğu kadar sorgulayan, sorgulatan bir kitap. Öyle özenli, öyle güzel ve öyle insanın içine işleyen bir kurgusu var ki. Gülay’ın, Yavuz’un, İbrahim’in, ustabaşı Hasan’ın hikâyesi, o günleri yaşamış hepimizin hikâyesi aslında….”
Filiz Koçali, “Üç Dönem, Üç Kitap”, Özgür Politika, 31 Ocak 2004

Hande Öğüt, “Üsküdar’a gidelim kuşu”, Radikal Kitap, 13 Şubat 2004
Yetmişlerin sonlarında, henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisiyken sadece geceleri değil, gündüzleri de okula giderken, oyun oynarken, komşu ağabey ve ablaların neden ortadan kaybolduklarını düşünürken hep o korku dolu soru üşüşürdü zihnime. Ne anlamını ne cevabını bildiğim meşum soru; “Sağcı mısın, solcu mu?” rüyalarıma girip kırbaç gibi ruhuma inmeye başladığı gecelerden birinde, şapkadan çıkan bir tavşan hasıl olup fısıldadı kulağıma: Sen çocuksun, bunları unut gitsin!
Bu, Alice’i, harikalar diyarına götüren tavşan mıydı yoksa o sıralar (’80’lerin başı) televizyonlarda, ne hikmetse (!) sık gösterilen ilüzyon şovlarının bir bırakıtı mıydı zihnime?
Ayşegül Devecioğlu’nun ilk romanı Kuş Diline Öykünen’i okurken kitaba adını veren, kapağına suretini yansıtan kuş, “Üsküdar’a gidelim kuşu” ile “unut gitsin” tavşanı(m) arasında, duygusal bir özdeşim kurdum. Bu hayalsi imgeler; masalsı birer yaratık, bir yanılsamaydı kimilerince.
Peki 12 Eylül’den önce yaşananlar da bir masal mıydı? Ne kalacaktı geriye devrim idealinden, sadece naif anlatılar mı? İnsanların ölümcül uykudan uyanmasını sağlayacak şifre neydi? Şiirsel bir ölüm mü, canavarlara kendi etini yedirmek mi, yoksa unutulana ayna tutan bir roman mı? Cevap olarak sunulanı reddeden, gücünü, yazının imkânlarından alan… Uçurum yaratma çabasına tenezzül etmeden, uçurumun “hepimiz” olduğunu gösterebilen, olup bitenin süreğenliğini anlatan bir roman. Üstelik de romanın, yaşamla dünyayla insanla ilişkisinin koparıldığı, biçimin kurgunun ve söz oyunlarının egemenliğinde içinin boşaltıldığı günümüzün edebiyat ikliminde,
insanlığımızı yeniden hatırlatan, mükemmel bir “ilk” roman. On binlerce kişinin hayatını, hayallerini, bedenini, aklını yitirdiği, kökten değişimlere yol açan bir dönemi; devrimcilik, gerilla hareketi, darbe, hapis, işkence, parçalanan yaşamlar, yeni çağın köşedönmeci zihniyeti gibi kavramlarla didaktizme paye vermeden, sıcacık ancak buna rağmen insanın içini ürperten bir ifadeyle aktarırken tüm bunlar gerçekten de yaşandı mı sorusu üzerine uzun uzun düşündürüyor, Devecioğlu. Donkişotluğa soyunan değil devrime inanan gerçek hayattan “kahramanları”, tarihsel arka planı, mekân ve atmosfer yaratmaktaki başarısı, güçlü betimlemeleriyle, en iyi “dönem” romanlarından, Kuş Diline Öykünen. Zira Devecioğlu, darbeyi; mekanik bir kol çekme hareketi değil; insanı, insana dair olanı iğdiş ederken normalleştiren ve hayatımıza yayılan bir ideoloji olarak yansıtırken günümüz apolitik romanlarına da ironik bir göndermede bulunuyor, yaşanılanlar masal mıydı derken.
Tarihi boyunca düşman siyaseti üzerinden yükselen; şiddeti ve saldırganlığı meşrulaştıran, solcuları ve Alevileri (ki Gülay ve ailesi Alevi’dir), düşman belleyen MHP’nin eylemlerini ve sıradan faşizmi, duru bir gerçekçilik içinden verirken özellikle de final bölümünde, Tanıl Bora’nın deyimiyle; doğal-insani tepkilerin milliyetçi reflekslere dönüştürülmesinin, milliyetçiliğin, milliyetçilerin koşullandırmasıyla olduğunu, on yılların birikimiyle, kurumsal bir süreklilikle oluşan bu koşullanmanın, bir dizi ideolojik aygıtın yanı sıra, bilhassa medyanın gayretleriyle gün be gün yeniden üretildiğini de gösteriyor.

Sosyalist devrim inancını içselleştiren, halkın kurtuluşu için faşizmle savaşan Yavuz’un, İbrahim’in, Hüseyin’in, Caner’in, Hasan’ın; Gülay üzerinden anlatılan hikâyesi oluşturuyor romanı. Hapse giren, tecavüze uğrayan, işkence gören, geri dönüşü olmayan bir zamanda, zamansızlıkta, hiçleşerek yaşayan, tepkisiz, kayıtsız, edilgen, erkeklerle ilişkisinde, kendi çaresizliğinden ürken, devrimci geçinen erkeklerin tacizi karşısında bile ses çıkartamayan Gülay, tesadüfen tanıştığı Yavuz’u kolayca benimseyiverir. Sahiplenilmenin, onca dehşetten sonra biri tarafından sevilmenin güzelliği mi, yoksa eskiden gelen bir tanıdıklık, bir yoldaşlık mıdır onları kolayca birbirlerine bağlayan.
Hayata yeniden kabul edilmek anlamına gelen bu ilişkide; birbirlerini bir sığınak olarak gören ancak normal bir ‘çift’ olmayı bir türlü başaramayan Gülay ve Yavuz’un, hatta Leyla ve İbrahim’in trajik yaşamlarında tek bir korku vardır: Çözülmek ve büyünün bozulduğunu ayrımsayarak yılgınlığa kapılmak. Konuşmak kadar konuşamamak da sorundur. Gözlere, yüreklere, gülüşlere sinmiştir, derin acılar, hiçbir söze sığmaz; yaşananlar bilinen bütün kelimelerden kaçıp kimsenin bulamayacağı kuytulara saklanır. İşte burada imgeler girer devreye…
Yaşanan tüm acılara rağmen ayakta durma gücünü, bir kuştan, özgürlüğü simgeleyen bir imgeden alır Gülay. Başkalarının farkında bile olmadığı, yalnızca Gülay’ın bildiği sözcükleri tekrarlayarak öten bir kuştur bu. Anneannesi Gülay çok küçükken bütün kuşların içinde yalnızca bu kuşun, hem kuş hem insan dilince konuştuğunu söyler. Ölümünün ardındansa Gülay’a kuş dilinde söylenip de insanların anlayabildiği tek sözcüğü miras bırakır:
“Üsküdar’a gidelim.” Kimi kez elindeki tek zenginliğin bu ses olduğunu düşünür, Gülay; ona teslim edilmiş bir giz. Ona incindiğini, yaralandığını anımsatan ama acının, ağrının, kendisine bir mesafe koymaya meyilli bir imge, acıyı bugüne taşımasına engel olan bir “imkânsız” umut temsili.
Acısını bir kuşa ikame ederek onun üzerinden dönüştüren Gülay için kuş dili, verili olanın formundan sıyrılmak, bir başka dilin imkânından yararlanarak özgürleşmektir. Ancak özgürlüğün dilini kullanmasına izin vermez; iktidarın dili. Başka bir sese tahammülü yoktur. Yine de mücadeleden yılmaz Gülay, kuş diline öykünmeye, kendine içrek kılmaya devam eder. İşte metin boyunca, bilinçli olarak temrin edilen ‘gibi’ler de burada anlam kazanır. Betimleme ve benzetmeleri, temaya bir köprü gibi bağlayan ve içeriği ilmek ilmek ören bu edat, öykünmenin ve hatırlamanın doğasını da açıklar.

“Üsküdar’a gidelim kuşu”, bir yönüyle de Gülay için bir hatırlama nesnesidir. Zamanın içinde, görünüp kaybolarak hatırlamasını sağlar; geçmiş ile bugün, geri dönüşler ve ana bakışlar arasında gidip gelerek ya anımsar ya yaşar. Ama hep durarak, bölünerek; eyliyor iken eylemişliği fark ederek, şimdiki zaman ile geçmiş zaman kipini ardı ardına kullanarak zamanın akışkan döngüsünü yıkarak.
Oysa romanın asıl anlatıcısı (yazar) için zaman, yaratmadır ve oluşmayla eş değerdir. Geçmişi edilgen olarak hatırlamakla yetinmez, düz zamansal çizgiye eklenen ara bölümler ile etkinleşir ve romanın olup bitmiş zamanında yaşamaya devam eder. Roman boyunca, italik ile yazılan ve araya giren bölümlerle anlatıya ?kesmeden, katkıda bulunan, sıcak bir dip akıntısı olup usul usul ana hikâyeye karışan İbrahim’in hikâyesi, birinci tekil şahıs zamiriyle verilir. Kendini anlatan İbrahim, kendi öyküsünü yazdığı için belki de en çok gözetlediğimiz olur. İlk sayfadan itibaren onun hikâyesine “bakmaya” başlarız. Onun acı çeken ama mücadeleden yılmayan sesini, parmaklıkların dışından duyabiliriz ancak. İçeri giremediğimizdendir belki, dışarıyı içeriden yaşayan İbrahim’in kendini bize açması ve hatta anlatıyı da başlatması. Onun hikâyesi, giderek bir ağacın dalları gibi birbirine bağlanan diğer hikâyelerin de açarıdır. Hareketin “kilit” adamı olan İbrahim, hapistedir ama sosyalist devrim inancını hâlâ yaşatır; yaşar.
“Anlatılan”la anlatma süreci arasındaki mesafeyi ustaca ayarlayan Devecioğlu, kurgusu ve yalın ifadesiyle bitmiş bir geçmişin yanı sıra, bitirilmiş bir şimdiki ve olmayacak gelecek zamanı; bekleyiş, vazgeçiş, umut ve yılgı izleklerini; kimi yerde geri dönüşlü kimi yerde bir kamera-göz gibi anlatışıyla, dilin ve dilbilgisinin imkânlarından harikulade yararlanışıyla da “yeni bir dil” fısıldıyor, kulağımıza. Öyle ki her şeyi silip süpüren zamanın hızlı, iktidarın örseleyici dilini bu dile ikame ettiğimizde ne zamandır unuttuğumuz ruhu da anımsayacak ve final sahnesinde o kuşun sesini yine duyan Gülay’la bir olup Victor Jara’nın şarkısını seslendireceğiz: “Yitirme umudunu asla, güzel kuşum; sulanırsa yetişecek çiçek, büyüyecek; ve güneş dönecek, dönecek”.

A. Ömer Türkeş ?Kuş Diline Öykünen?, Pandora, 2004
Ayşegül Devecioğlu, 1956 doğumlu. 1977 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi?nden öğrenimini tamamlayamadan ayrılmış, 1986 yılından sonra gazete, dergi ve televizyonlarda çalışmış, çok sayıda makale ve deneme yazısı yayınlanmış. Kuş Diline Öykünen yazarın ilk romanı.
Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül?ün güçlü bir arka plan teşkil ettiği romanda okuduğumuz hüzünlü, trajik bir aşk hikayesidir; roman kahramanı Gülay, devrimci harekete o coşkulu günlerde bilgisinden ziyade duygularıyla katılmış, darbeyle birlikte yakalanarak işkence görmüş, tecavüze uğramış genç bir kadın. Hapisten çıktığı anda karşılaştığı hayata ayak uydurmakta, yaşananlar hiç olmamış gibi davranan evdeki, etrafındaki, iş yerindeki insanlarla iletişim kurmakta güçlük çekiyor. Ayşegül Devecioğlu, şiddetin kadınlar üzerindeki ikili etkisini vurgularken iktidarın cinsel kimliğini de sorgulamış. Gülay, devlete isyan edip hapse düştüğü için şüpheli bir şahıstır artık, üstelik o süreçte bedenine ve kadınlığına da yabancılaşmış, erkeklerden çekinir bir hale gelmiştir, ama tecavüze uğramışlığının bedelini kendisine ödetmek isteyen toplumsal ahlakın kuşatması çok daha ağırdır.

Zamana, aşka ve unutulanlara adanmıştır

Gülay, bütün bunlarla baş edebilecek bir kadın; baş edemediği, zamanın yitikliğidir. Zamanla birlikte mekanlar da değişmiştir sanki. En temel şiddete, toplumun yüz çevirmesine maruz kalan Gülay ve arkadaşları sanki hiç var olmamış, sanki bu toplum coşku ve umutla geçirdiği o beş yılını hiç yaşamamıştır. Duygudaşlık edeceği hiç kimsenin kalmadığı, hikayesini anlatacağı, gerçekten neler yaşayıp neler hissettiğine kulak verecek ve bunların gerçek olduğunu kavrayacak herhangi birinin bulunmadığı, tersine unutmadığı için kınandığı bir dünyada, kendisini dünyadaki son kişi görmenin yarattığı kesif yalnızlıkta, işte tam böyle bir anda, Yavuz?a rastlayacaktır Gülay.
Yavuz da aynı hareketin militanı; üniversite öğrencisiyken katıldığı örgütün askeri kanadına seçilmiş, idamlık pek çok eyleme katılmış, darbe nedeniyle örgütsel ilişkileri dağılınca yakalanmamış ama yalnız kalmış bir genç. O da Gülay gibi yalnız, o da zamanın ihanetini, toplumun kendilerine yüz çevirme nedenlerini anlamaya çalışıyor. ?Birkaç yıl öncesinde en ücra köşesine kadar kıpırdanan bu toprağın, yabancı, suskun, lanetli bir taş parçasına dönüşüvermesine akıl sır erdiremiyor? Yavuz; ?Birkaç yıl önce, bu denli haklı ve kabul edilebilir olan şey, şimdi nasıl da tüm gerçekliğini, tüm haklılığını, hatta tüm masumiyetini yitirmişti!? sorusuna bir cevap bulamıyor. Etrafındaki çemberin daralmasının ve çaldığı bütün kapıların kapanmasının yalnızlığında, işte tam böyle bir anda karşılaşacaktır Gülay?la.
85-87 yılları arasına sığan anlatı zamanı içinde bu iki kuşatılmış insanın benliklerini birbirlerinin duygularını paylaşarak onarma çabasını, onların iç dünyalarını tarihsel/toplumsal süreçle etkileşim içerisine çok iyi yansıtmış Devecioğlu. Duyguları, düşünceleri ve tenleri her zaman aynı dili konuşmasa, pembe düşler hiç kurgulanmasa, iç sorgulamaları hiç tükenmese, her kapı tıkırtısı yüreklerini hoplatsa, ölümün yanı başında bir sevgi yeşertmek çok zor olsa bile, dar zamana sıkıştıracakları bir aşkları var Gülay ve Yavuz?un; küçük sevinçlere sığınan trajik bir aşk bu. Çok sonra Gülay?ın farkına varacağı gibi ikisinin de aradığı anılardır; bugünün geçmişi silerken bıraktığı küçük izler, lekeler, benekler… Belki de en başından beri, aradıkları yalnızca bu izdir işte; ?Yavuz kadar kendi için de, oyundan bir aşka gizlenmiş o kayıp geçmişe dair bir işaret…?
Aşkın ve Yavuz?un kaderi daha baştan yazılmıştır. O kader, o dönemin hukuku ve doğalın akışı içerisinde hep vardır. Ama öyle olmasın isteriz, belki yazarın sevgi ile yaklaştığı roman kahramanlarına bizim de içimiz ısındığından, belki de onları bir zamanlar tanıdığımız birilerine benzettiğimizden mutlu bir son dileriz. Ne var ki, hikâye ?tıpkı hayatın kendisi gibi? yavaş yavaş işleyecek ve bütün nedenselliğiyle o trajik sonu getirecek mantıksal çerçeveyi tamamlayacaktır. Devecioğlu, trajedinin kaçınılmazlığını romanın kurgusu ile vurgularken, ana hikayeyi yer yer kendisinden bağımsız sisli bir yan hikâyecikle kesmiş. İtalik karakterlerle verilen bu kısa yan hikayecik sol harekete ilişkin değerlendirmeleriyle, romanda bir görülüp bir kaybolan Leyla ve İbrahim arasındaki aşkla, özellikle de işkencecilerin kimliğini deşifre eden ürpertici anlatılarıyla hem ana hikâyedeki açık noktaları kapatıyor, hem de 12 Eylül karanlığını aydınlatabilecek bir derinlik taşıyor.
Yavuz?un şiddet ve travma anılarıyla biçimlenmiş kimliğini de netleşiyor bu anlatılar. O şiddet günlerinden sağ çıkan Yavuz, Gülay dışında kader ortağı bulamadığı ve hala koruduğu inancını kimselerle paylaşamadığı bir anda etrafını çeviren timlerin üzerine, yani ölümün üzerine elinde silah ağzında ?kahrolsun faşizm? çığlığıyla yürüyecektir; inanmayı unutmuş insanlara arkasında hiç değilse inancı ve mucizeyi hatırlatacak bir masal bırakmak için? Gülay?sa bir kez daha yalnız kalmanın hüznünü, bir kez daha yalnız bir kadın olmanın önüne dikeceği sorunları sessizce göğüsleyerek sürdürecektir yürüyüşünü. 12 Eylül zihniyetinin toplumun her kesimine sindiği, operasyonun tamamlandığı bir tarihe gelinmiş, geçmiş ancak bir daha geri gelmeyecek nostaljik bir çocukluk anı olarak anlatıldığı takdirde medyanın haber konusu olmuştur. Yansıtılan duyguların yas, pişmanlık, hatta intikam olması bile ehemmiyetsizdir artık, yeter ki geçmişin bir daha asla geri gelmeyeceği vurgulanmış olsun?

Edebiyatla siyasetin kesişme noktası

İki türlü okunabilir bir sonla bitirmiş hikayesini Ayşegül Devecioğlu. Ben de bir yorum yapmadan aktarmak istiyorum: ?Zaman… Zamanı anlamak, diye düşündü Gülay, bu yabancı, bu zalim zamanı anlamak; kaderle baş edebilmenin tek yolu belki. Bu düşüncenin üstünde zihni halsizce oyalandı. Sonra kalktı, belli belirsiz bir umutla gözlerini parkta dolaştırdı. Orada olamayacak olanı yeniden bilinçsizce aradı. Yoktu… Biraz ötesinde, kendinden bir-iki yaş küçük bir oğlanla oynayan Çocuğu gördü. Devrim! diye seslendi… Birden, ilk kez, bu kadar yüksek sesle çocuğun adını söylediğini aynmsadı. İsim, kaçak bir mahkum gibi fırlayıvermişti ağzından. Gayri ihtiyari çevresine bakındı. Sonra, bir kez daha yeni, değişik, alışılmadık tuhaf bir şey yapıyormuş gibi, söyleyip söyleyemeyeceğinden emin olmadan, bir kez daha bağırdı. Kimse ilgilenmiyordu. Kimse onlara bakmıyordu. Duymamışlardı bile… Gülay bunca zaman ağızlarından çıkmamış bu ismi, meydan okur gibi hastalıklı bir çabayla inatla tekrarladı bu kez. Çınarın altında yün ören kadınlar, birbirlerine bir şeyler söyleyip kahkahayla güldüler… Kadınlardan biri çocuğuna seslendi. İrili ufaklı kızlar oğlanlar, boyaları dökülmüş kaydıraktan itişe kakışa kaydılar. Yanındaki tarha dikilmiş olan kadife çiçekleri, hafif esintinin etkisiyle, iki yana sallandı. Uzaktan duyulan bir vapur sesi, bu görüntüyü dondurup, tablo gibi çerçeveleyiverdi. Her şey, birkaç dakika öncesindeki gibiydi. Sanki bu isim, hiç söylenmemiş gibi…?(s. 218)
Devecioğlu, tarafları ve tanıkları hâlâ yaşayan 12 Eylül gibi özel bir siyasal, toplumsal tarihi içerden bir bakışla, tarafını ve kuşkuya yer bırakmayan tanıklığını hiç gizlemeden romana aktarırken siyasi dönemlere ilişkin edebiyat yapmanın hatalarından hiç birisine düşmemiş. Anlatısının ?roman kahramanlarının aidiyeti nedeniyle zorunlu olarak telaffuz edilen? siyasi söylemle kesiştiği anlarda bile edebiyatın dışına çıkmıyor, edebiyatı araçsallaştırmıyor, doğrudan siyasi söze indirgemiyor. Hikâyede kimlerin gerçek, nelerin belge, hangi olayların yaşanmış olduğunun hiçbir önemi yok; yazar belki de yaşanmışlıktan derlediği malzemesini edebi bir malzemeye dönüştürmüş, edebi bir dille kurgulamış.
Toplumsal belleğin nasıl çalıştığını, hatırlananların içeriğinin nasıl değiştirildiğini ya da unutulduğunu çarpıcı hikâyesiyle açığa çıkaran Kuş Diline Öykünen, yenilginin nedenlerini, toplumdan kopuşun anı ve yalnızlaşmayı sorguladığı kadar bugüne kadar uzanan iktidara şartlanmış devrimci anlayışa getirdiği eleştirilerle de dikkat çekici. Buraya bir not düşmek zorunluluğu var: Olayların, eylemlerin ve örgütün tahlillerini ?bir karakterini idealize etmek pahasına? İbrahim?in ağzından dillendirirken bile roman dokusuna sadık kalmış Devecioğlu; kurgusal yapıyı İbrahim?in rolünü öne çıkartmayarak dengede tutmayı bilmiş?
Son birkaç yıldan bu yana solun tarihine, o tarihin acılarıyla yoğrulmuş ve darbe ?adaleti?nin travmasını yaşamış solcu insan tiplerine edebiyatı unutmadan eğilen romanlarda bir artış görülüyor. Kuş Diline Öykünen de onlardan ?o tarihe içerden yapılan yolculukların en iyilerinden? bir tanesi?

Sevengül Sönmez, “Bir İlk Roman”, Akşam-lık, 21 Mart 2004
“Pençesini küçük bir kuş ya da kemirgene geçiren bir yırtıcıya yakalanır gibi hayata yakalanan” Gülay’ın kişisel tarihinden ve bütün Türkiye’nin yakın tarihinden, belleğinden silmeye çalıştığı olayları anlatan bir roman Kuş Diline Öykünen. Yazarın hiçbir duygu sömürüsüne yer vermeden anlattığı hapishane süreçleri, işkence ve insanların hapisten çıktıktan sonra değişen yaşamları, gerçeğin kendisinden daha yalınbir anlatımla gözler önüne seriliyor romanda. Ayşegül Devecioğlu, insanları ve olayları anlatırken çok yalın ama yalınlığını unutturacak kadar derin benzetmeler yapıyor. Romandaki benzetmeler üzerinde özellikle durulması gerektiğini düşünüyorum çünkü, bir durum ve nesnenin sıradanlığının anlatımında kullanılan benzetmeler, yazarın anlatımını yoğun bir biçimde destekliyor.
Kitap devrimci mücadeleye inanan, kendisine verilen her şeyi yutarcasına okuyan, yoksulluğa ve zulme karşı mücadele eden, yaptığının doğru olduğuna inanan Gülay’ın kişisel hikâyesi gibi görünse de romanda anlatlıan olaylar, insanlıkdışı muamelelere maruz kalmış bir kuşağın hikâyesi aslında. Gülay’ın başından geçenler, salt devrimci kimliğinden kaynaklanmaz, onun bütün erkeklerin ilgisini çekecek kadar güzel bir genç kız olması, bir kadın olarak bu süreçte yaşananları daha da dayanılmaz ve onur kırıcı hale getirir.
Romanın başında, karşımıza çıkan Gülay, ürkek, cansız, kendi deyişiyle eski bir otobüse benzeyen, tarlalarda biten ayrık otları gibi amaçsız, yaban, güneşin altında kavrulan kabuklu bir deniz hayvanı gibi çaresizdir. Uzak tanıdıklardan birinin bürosunda sekreter olarak çalışmaktadır, olup bitenlere, etrafındaki insanlara o kadar uzaktır ki o adeta yaşamıyor gibidir. Sokakta yürürken, insanlara bakarken dalıp dalıp gittiği yerler, ona unutmaya çalıştığı kötü şeyleri anımsatır hep. Kendisine de yabancılaşmıştır bu süreçte, kendine bakmaktan, dokunmaktan, kendisiyle ilgili tek bir cümle kurmaktan kaçınır.
Öğlenleri gittiği parkta “Üsküdar’a gidelim” diyerek öten o kuşu dinler uzun süre. Bu kuşun sesini ilk kez küçüklüğünde babası ile gezerken duymuştur, şimdi ise kendisinden başkasının duymadığını bildiği bu kuşun sesiyle avunmaya çaışır. Bu parkta bir delikanlı ile karşılaşır; önceleri yok sayar onu ama delikanlı ona bakmakta ve onunla iletişim kurmakta ısrarlıdır. Gülay, bütün başına gelenlerden sonra bırakın bir erkekle birlikte olmayı, bir erkekle yürümeyi bile düşünemeyecek kadar uzaklaşmıştı hayattan. Parktaki genç adam sonunda Gülay’ın kalbini kazanmıştı. Gülay ona hiçbir şey sormamıştı; onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Ve derken Yavuz’un da bir kaçak olduğu ortaya çıkar. Yavuz’un saklanma, kaçma, ortadan yok olma zorunluluğu, Gülay’ın bu yaşamda kendini önce insan,sonra da kadın olarak yeniden yaratma serüveni, bütün bunların ardında, büyük bir acıyla okuduğumuz o korkunç olaylar, Türkiye’nin yakın tarihine ayna tutacak bir yapıya sahip. Bu ayna gösterdikleriyle canımızı acıtsa da, Devecioğlu’nun kaleminde canlanan insancıl anlatımla derin yaralar açmıyor yüreğimizde. Kuş Diline Öykünen, bireysel yaşamdan yola çıkarak önemli bir toplumsal süreci anlatan, bir başka deyişle, Türkiye’nin son yirmi yılını büyük bir açıklıkla ortaya seren sosyal gerçekçi bir roman.

Hande Öğüt, ?Söylenemeyeni Söyleyebilme Erdemi?, Mesele, Haziran 2007.
?Gördüğüm ama asla görmediğim şeyin öyküsü…
Görmediğim o şeyi, bütün yaşamım boyunca gördüm ve
kendi kendime anlattım.?
(Joyce Carol Oates, ?Mutluluk? adlı öyküsünden)

Söz, kişiye yalnızca gündelik gerçekliği değil, aynı zamanda kendi hakikatini de öğretir. Varlığının bağlı bulunduğu en belirleyici hakikatini… Ancak sözün gümüş, sükûtun altın olduğu temrininin kutsandığı toplumlarda, söylemektense susmak, yazmaktansa anlatmak, hatırlamaktansa unutmak yeğdir. Oydaşmadan, riayet etmekten sapan bireyler, devletin ideolojik aygıtının çarklılarınca ezildiği gibi toplumsal ahlâk mekanizmasının da dışına itilirler. Ya dışlama ve ihraçla tehdit edilirler, ya da tarihlerini unutmaya zorlanırlar. Ayşegül Devecioğlu, kitle tarafından kendi sesinden uzaklaştırılarak sindirilenlerin, genetik olarak belirlenen bilinçaltı dışlanma korkusu yüzünden susanların, unutmakta buruk bir teselli bulanların öykülerini anlatır bizlere.
Gördüğü ama görmediğine inandırıldığı ?o şey?in, o şeyle başa çıkamayanların öyküsünü, âdeta kendi kendine anlatır; evet! Çünkü bağırmadan, slogan atmadan konuşur; suskunluk sarmalını mırıltının kadim ve tılsımlı etkisiyle aralar. Pierre Bourdieu, yaşam öyküsünün öncelikle sessiz, sedasız etnologlarda, sonra daha gürültülü biçimde toplumbilimcilerde ortaya çıktığını söyler. Diyeceğim, Devecioğlu da bir etnologmuşçasına, sessizce anlatır yaşamların öykülerini; görülen ama görülmez kılınan, ifşa edilmesi gereken ama üzeri örtülen, ömür boyu bir sır, tabu, utanç, yasak ve azap olarak söylenemez hale getirilenleri, darbeyle telef edilen hayatları, gözaltında tecavüze uğrayan kadınları, tarihleri bir alaysamanın, küçümsemenin perdesiyle örtülen etnik grupları, kadim kültürleri… Komployla örülen kaderi, kazaya bağlı kader olarak gösteren sistemi ve siyasayı içeriden, kolektif hafızayı içeren ama ?içli? olmayan bir bakışla aktarır, anlatır.
Hakikat sorunu karşısında bütünüyle ilgisiz konumda bulunma olgusuna, tabuları sarsarak muhalefet eden Devecioğlu, kadın, birey ve toplum sorunlarını siyasal bir perspektifle dillendiren, ?80 sonrasının en önemli yazarlarından kanımca. Çünkü onun temel meselesi, söylenemeyen üzerine söz söylemek, hikâyesini anlatamayanların sesi olmak, bir yandan da bir büyüme-bilinçlenme öyküsü sunmak…
Zira söylenemeyenin üzeri sürekli örtülür, yine bir başka sözle. Gerçek söz ile gerçek olmayan söz, doğru ile yalan ikame edilir; bir hayatta kalma stratejisine dönüşür yalan. Hoş, gerçek dediğimiz nedir? Hakikat konusundaki ilgisizliği, bireyin hafıza ve bedenini sakatlayarak gerçekleştiren güç teknikleri, yaralamaya, kapatmaya, örtmeye meyyaldir her daim. Toplum, Zygmunt Bauman?ın dediği gibi, ?muazzam ve sürekli bir örtme operasyonu? değil midir? Ancak örterken, şunu gözden kaçırır; bu kaçışın ortaya çıkarmayı başardığı en iyi şey, üzerini örttüğü kaos ve pislik tarafından sürekli parçalanan, yırtılan ve katlanan, ince bir düzen naylonudur. Modern toplumun yarattığı gerçekle aramıza koyduğu yorumlayıcı filtreler yırtıldığında ne olur? Yüzleşmekten ölesiye korktuğumuz geçmişi sorgulamanın bedeli, yaralanmak, kanamak, kendine yeni bir dünya, belki yalan bir masal yaratmak ya da hepten nisyana terk etmektir.
Son romanı Ağlayan Dağ Susan Nehir?de bile isteye tarihini unutmuş, unutmayı ölümle ikame etmiş bir cemaati anlatırken; ilk romanı Kuş Diline Öykünen?de geçmişi kendine cebren ve hileyle unutturulmuş, unutuşun tek yaşama biçimi olduğu massedilmiş bir dönemin gençlerini odağına yerleştiren Devecioğlu, gerçeğin ötesine geçerken olayı yeniden okur ve yazgısal okumasını yapar. Her iki romanında da toplumsal tahayyül tarafından unutturulan, bir başka türlü tasavvur ettirilen tarihi olay ve olgulardan yola çıkarak 12 Eylül?ü, yok edilen Trakya Çingeneleri?ni, Auschwitz?i, Maraş Katliamı?nı bir araya getirerek, diğerini gizleyen ya da eşlik eden gerçek olayların arketipini inceler; kilidin şifresini, onun kendi ikiziyle olan ilişkisini çözümleyerek açar.
Faşizmin köklerine dek götürür okurunu, farklı coğrafya ve zamanlarda geçen olayları bir kurmacada birleştirerek Devecioğlu. Anlattığı hikâyedeki olayın neyle takas edilebilir, neyle edilemez olduğunu görürüz böylelikle. Sükût, nisyan ve tabiyetle takas edilemez, geçmişin acısı. Ancak konuşulmalı, dile getirilmeli, söylenmelidir. Üzerinden zaman geçen travmaları bir imgeyle temsil etmek, imkânsızlıkla baş başa bırakır, kişiyi; aynı zamanda, her türlü imgeyi kışkırtarak, yaşantının suskunluğuyla ikame olunur.
12 Eylül?ü bizzat içeriden yaşayan Devecioğlu, bir dönemi anlatmanın en iyi yolunun ?hayaletler? olduğunu biliyor ve bunu romanlarında kullanıyor. Zizek?in dediği gibi, belki de bir dönemi özetlemenin en iyi yolu, onun toplumsal ve ideolojik yapılarını tanımlayan belirgin özelliklerine değil, bu dönemi sık sık tedirgin eden, var olmayan şeylerin gizemli bölgesinde ikamet etmelerine rağmen ısrarla direnen, etkilerini sürdürmeye çabalayan, inkâr edilmiş hayaletler üzerine odaklanmaktır. Kaldı ki insan da, ideolojik bir inşa ya da bir hayalettir.

Çingene?nin Kadim Yalan Tiyatrosu

Son romanında bir Çingene?nin, Naciye Abla?nın öyküsünü anlatıyor Devecioğlu. Eskimeyen, anlatıldıkça daha çok merak edilen şeyin, dile getirilemeyen olduğunu bilen, yersiz yurtsuz bir çingenenin hikâyesini… Ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir Çingene?nin, ama aynı zamanda da anlatıcının hikâyesini. Öyküsünü nasıl anlatacağı konusunda sınırsızca özgür olan anlatıcı, hikâyesini gerçeğe teslim etmek değil, hikâyesiyle gerçeği teslim almak niyetindedir. Çingene?nin hikâyesini, yazarken, adı ?ağlayan nehir? anlamına gelen bir Balkan kasabasında hatırlayan kadın anlatıcı, Naciye Abla?nın ölümünden yıllar sonra başlar onu anlatmaya…
Hatırlama anları anlatıcının gözünde zamana, zamanın unutturduklarına karşı bir direniş biçimidir. ?80 darbesinden sonra, zamanın hafıza üzerindeki yıkıcı etkisini bizzat kendi deneyimiyle yaşayan anlatıcı, Naciye Abla özelinde, unutulmuş bir halkı, yakın dönem tarihiyle birlikte hatırlar. Evlerinde yardımcı, bakıcı olarak çalışan Naciye Abla?yla ömür boyu süren ilişkisini anlatırken, Çingene?yle arasındaki duygusal bağın gizemini de keşfetmeye çalışır anlatıcı. Belki de ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığıdır bu.
Zira anlatıcı, Cumhuriyet ideallerini benimsemiş orta sınıf bir ailenin kızı, Naciye Abla?ysa okuma-yazması dahi olmayan bir çingenedir. Aralarında kültürel, etnik, dinsel farkların yanı sıra epey yaş farkı da vardır üstelik. Naciye Abla, rasyonel cemaat tarafından çingene olması hasebiyle dışlanmıştır. Ancak onlar birbirlerine olan güvenleri, birbirleri için oluşları, bilgi aktarımlarıyla öteki cemaati kurmuşlardır aralarında. Anlatıcı, Naciye Abla?yı anlamanın, onun düşüncesi üzerine çöken buyruğu hissetmekle gerçekleşeceğine inanır. Düşüncesinin her zaman itaat etmiş olduğu buyruğa meydan okuyan bir başka buyruktur ama bu. Naciye Abla?nın anlatıcıyı bağlayan gücüdür buyruk…
Ötekini tanımak, onun konumunun yerçekimi yasalarının ürünü, hareketlerinin de fiziksel baskıların sonucu olmadıklarını, kendi düşüncesinin kendi iradesi için formüle ettiği bir temsilin hükmü altında olduğunu görmek demektir bu. Ki anlatıcı, Çingene?nin yalan tiyatrosunun kadim sahnesinde görür, temsil edilenin aslında gerçek olduğunu. Kendisiyle ortak hiçbir şeyi olmayan ötekiyle karşılaştığı bu alan, öteki cemaat?tir. Burada ötekiyle sadece sözleriyle değil, çıplak gözleri, boş elleri ve sessizliğiyle, yaralanabilirliğiyle yüzleşir anlatıcı. Öteki, ?ben?in rasyonel buyruğunun tutarlılığını bozan davetsiz bir misafir, bir ıstırap yüzeyidir. Ama onunla ancak, irade dışı bir hareketle, kimsenin mülk edinemeyeceği ilkselin, yani sıcaklığın, havanın, ışığın, toprağın içine gömülerek karşılaşıyor oluşumuzdandır, bu ortak aidiyet hissinin büyüsü. Onu bir kez duyumsayınca da peşini bırakmayız.
Çingene?nin ölümünün ardından, onun öyküsünün peşine düşer anlatıcı. Çünkü ötekinin kendisine sunduğu dokunuş, sadece ötekine ait olmayan bir ıstıraba çeker anlatıcıyı ve onun acısının kaynağına doğru gider, içinde onun ıstırabıyla… Çünkü ötekinin ıstırabının, çektiği acının, kendini saklama çabasının ve korkusunun farkına varan şey, beceriyi şefkatle dokunmaya çeviren, insanın elindeki hareket; bakışları saygıyla hedeflerinden aşağı çeken, insanın gözlerindeki hareket; ve söylenenin tutarlılığını bozan, kavramlarını ve sebeplerini birbirine karıştıran, mırıltılar ve sessizlikle işini zorlaştıran insanın sesindeki bu belli belirsiz harekettir.
Bu kımıltı bazen kekemedir. Yerleşikliğin imkânsız olduğunu bilip yerleşik hayatı kekeleyerek yaşayan Çingene?nin dilinde kekeleme; bir kuşla hasbıhalı tercih eden Gülay?ın dilinde mırıltıdır. Nurdan Gürbilek?in söylediği gibi, ?İnsanın bir yabancının bakışını üzerinde hissetmeden kendi kendine ya da bir benzeriyle gerçekleştirebileceği gerilimsiz, alçak sesli konuşma?dır mırıltı… Yitirilen bir sesi yeniden yaratmaya çalışırken kimi kez ürkek davranan, kimi kez bilinçle kendini saklayan, çokça da alçak sesle konuşan romanlarını, ötekinin ?yanında olma? ve ?ile olma?dan çıkararak ?için olma?ya getirir Devecioğlu. Anlatıcı, olay örgüsüne o denli katılır ki bir süre sonra kahramanıyla özdeşleşir, onun için olur ?anlatılan sanki kendi hikâyesidir.
Kendilerine has karakteristik özellikleri ne olursa olsun kahramanlar, ortaklıklar sergilerler; yazarın mesele edindiği ahlâki sonuçlar adına belirleyici ortak özelliklerdir bunlar. Ki her iki romanda da yapısal ve kurgusal olarak iki özellik göze çarpar: parçalılık ve epizodiklik ile iki özelliğin bir aradalığından oluşan bütünsellik… Ağlayan Dağ Susan Nehir?de de, Kuş Diline Öykünen?de de ana hikâyeye bağlanan küçük hikâyecikler mevcuttur; Devecioğlu yazar ve anlatıcı olarak kahramanlarıyla, hikâyecikleriyle birliktelik içindedir.
Bu birliktelik, Bauman?ın formülasyonuyla açıklarsam; ?yanında olmak?, ?ile olmak?lıkla başlayıp ?için olmak?a dek ilerler. Epizodikliğini, karşılaşmaya yüklediği anlama borçludur bu kurmacalar. Ötekiyle karşılaşmayla ilgili ne varsa, karşılaşmanın süresi içinde yaratılır. Parçalı epizodik karşılaşmanın amacı sonuçsal olmama niyetidir ki, anlatıcının kahramana dair anıları, anladıkları, andıkları bitmez, ona dair keşifleri sonuçlanmaz. Bu düzenekte birbirleriyle yan yana konumlanırlar.
Çingene (Ağlayan Dağ Susan Nehir) ve Gülay (Kuş Diline Öykünen) ile ben-anlatıcı yan yanadır. İlkin kahramanlar ön plandadır; ben-anlatıcıysa onları, kendi hayatındaki bağıntıyla ve bağlamıyla anlatırken, kişisel tarihini geri planda tutar. Ancak ötekiyle etkileşimi öncelleyen ilinti, güncel olanın içinden çıkar. Anlatıcının şimdiki zamanında, o ânın oluşmasında belirleyicidir, ötekinin hikâyesi. Bu nedenle anlatıcı benlik, o ânın içinde fazla rol ve yer almaz, sözü diğerine devredercesine, onun dilini konuşmaya başlar.
Çingene?nin tarihini anlatmaya başladığında, hikâyeye yan kahramanlar da katılır yani seçilen/ayrımsanan ötekilerin katılımıyla ?yanında olma? kipinden ?ile olma? kipine geçer anlatıcı. Bu durum, Ayşegül Devecioğlu?nun diğer romanı için de geçerlidir. Kuş Diline Öykünen?de de, anlatıcı ile italik hikâyenin yazarı İbrahim, Gülay ile ?Üsküdar?a Gidelim Kuşu? ve Yavuz, birbirleri iledir; yan yanadırlar. Bu kiplerin ardından roman kişileriyle, anlatıcının birbirleri ?için olma? sürecine geçilir. Çingene?yle birlikteliği bütün ve süreklidir anlatıcının; artık ?onun için? olmuştur. ?İçin olmak?ı şöyle açıklar Bauman: ?İçin olmak, ile olma koşulu altında, her karşılaşmanın kendisinden geçici bir kopuş olduğu ve her karşılaşma vakasından sonra partnerlerin kendisine döndüğü bir temel çizgisi olan bu parçalanmışlığı tamamen ortadan kaldırır.?
Artık kopuşun olmadığı bir çizgidir bu; tecritten bütünlüğe doğru bir sıçrama! Romanın sonunda birbirleri için olan anlatıcı ve kahraman, öteki?nin eşsizliğini korur, savunur. Onu öylesine içselleştirir ki giderek onun için(de) olur. Nitekim anlatıcı, Ortaköy?de bir çingeneye fal baktırdığı günü, falcının yalanlarını iyimserlikte dinlediği günü anlatırken birden Çingene?nin sesi olur sesi, onunkine dönüşür düşüncesi. Ve kendi söylemi, ötekininkiyle yer değiştirir: ?Lakin bu garip Romancık, karşısında oturup da iki-üç tane baklayla bir nazar boncuğundan kaderini öğrenmeye çalışan gacodan niye utansın ki kızanım? (…) Fala inanmaz Çingeneler. Fal, boş hayaller peşinde koşturur adamı, umuda düşürür ki ateşe düşmekten beterdir bak.?
Kuş Diline Öykünen?deyse kuş dili, Gülay için bir başka dilin imkânından yararlanarak özgürleşmektir. Ötekinin bir öykü gibi düzenlenmiş olan hayatı, başlangıcından, kökeninden, miyadına hem bir amaç hem de erek (telos) olan zamandizinsel bir düzene uygun olarak gider. Ancak bu daima geçerli değildir. Anlatı, her zaman için katı zamandizinsel silsileler dahilinde ortaya çıkmamış olmakla birlikte, anlaşılabilir bağıntılara göre sıralanmış/düzenlenmiş bölümler biçiminde düzenlenme eğilimi ya da iddiasında olan olaylar da önerir, Bourdieu?ye göre. Yaşam öyküsünün öznesi ve nesnesi, bir bakıma anlatılan hayatın (ve üstü örtük biçimde her hayatın) anlamına ilişkin koyutu kabul etmede aynı çıkara sahiptir. Anlatıcı, kendisi de oluş halinde olan ve bitmek bilmez dönüşümlere tabi olduğundan, bir uzamda art arda sahip olduğu konumların dizisi olarak yörünge kavramının oluşmasına götürür okuru.
Devecioğlu iki romanında da, özel adı olan kahramanlardan, dahil bulundukları anlam dünyasının içinde olgusal ve kavramsal olarak söz eder. Kuş Diline Öykünen?in Devrim?i ?Çocuk?; Ağlayan Dağ Susan Nehir?in Naciye Abla?sı ?Çingene?dir çoğu zaman. Çünkü onlar ne kendi halklarındandır, ne de diğerlerinden. Onlarla özel ilişkilerinde adlarıyla bahsederken, büyüme ve bilinçlenme döneminde, dahil oldukları olguyla anan her iki anlatıcı da, özel ismin oluşturduğu bu tamamen tekil adlandırma yöntemini zaman zaman terk ederek biyolojik bireyin kimliğinin, eyleyici olarak devreye girebileceği bütün alanlarda, yani bütün muhtemel yaşam öykülerinde güvence altına alan sabit ve süreğen bir toplumsal kimlik olduğunu gösterir. Böylece hem parçalanmış çoğul bir öznenin, anında açımlanması hem de özel isimle toplumsal olarak verilmiş bir kimliğin dünyalarına özgü çoğulluğunun ötesindeki sürekliliği vurgular.
Öteki olarak çingene de devrimci gençler de ante portas (kapıdaki) yabancıdır ve iki yüze sahiptir. İlk yüz ayartıcıdır, çünkü gizemlidir. Çingenenin anlattığı masallar, evde yasak olanı yıkarak ortamı karnavallaştırması, kadınlığın yasak bilgisini aktarması, haz vericidir. İkinci yüzse tehditkâr ve tekinsizdir. Sanki onların egzotik dünyasında, insan yüreğinin kaldıramayacağı bir uğursuz trajedi gizlenmektedir. Öteki, egzotik otantikliği övülerek, etnik kökleri sevimlileştirilerek bir tür ters ırkçılığın nesnesine indirgenir ancak.
?Bizim için Naciye Abla âdeta bir oyuncak, sevilen bir eşyaydı.? Naciye Abla?yı korkutmak, kandırmak, özellikle okuma-yazma bilmediğini öğrendikten sonra onunla çeşitli biçimlerde dalga geçmek, en büyük eğlencesidir anlatıcının ve erkek kardeşinin. Naciye Abla?nın okuma yazma bilmemesi onu egzotik bir karakter haline sokar ailede. Zaten yıllar yılı korkutulmuş, daha da korkmamak için kendi imgesini reddetmiş bu Çingene?yi, Naciye Abla?yı ne zaman gerçekten duyumsar ve onun için olur peki anlatıcı?
Doğduğu kentin karanlık tarihinden, ancak üniversitede okuyan erkek kardeşinin doktora çalışması sırasında haberdar olur anlatıcı. Trakya?da Yahudi mahallelerine yapılan saldırıyı, çingenelerin ve yabancıların üstünü atmıştır dönemin gazeteleri. Üniversitede okuyan erkek kardeşiyse Çingenelerin suçlanmasının, resmi makamların haberdar olduğu organize saldırıyı gizleme amacını taşıdığını söyler. Erkek kardeşi tez hocası tarafından engellenip caydırılınca anlatıcı, kendisine yöneltilen sorulara ısrarla cevap vermeyen Çingene?yi anlama ve masallarını başka türlü okuma devresine girer. Çünkü masallarda tekinsiz bir hayalgücü, özneler ve nesneler dünyasının güvenli sınırlarının dışına çıkarak ayrımları belirsizleştirebilir ve bizi hayvansal içkinliğe taşıyabilir. Hem masal, gerçekle aynı bedendendir, ?onunla aynı kanlı etten ve kemikten?.
Masallarını kendini doğaya adayarak, yurdunu müziğin ve neşenin yurdu haline getirerek ve unutarak oluşturur Çingene. Unutmak, halinden hoşnut olmak anlamına gelmez asla. Bu sözcüğe yüklenen ana anlam, kimi zaman ümit ve neşe de dolu olabilen bir çeşit karşı koyma gücüdür. Aynı toplama kamplarında fırınlara gönderilen Yahudiler zulme ve dört bir yana dağılmalarına devasa bir hatırlama endüstrisiyle karşılık vermişler, buna mukabil Çingenelerse kaderciliğin ve unutmanın sanatını yaratmışlardır.
Her çingene gibi Naciye Abla da hikâyesini yanılsama ve unutma; kimliğini red ve bir başka kimliğe bürünme üzerine kurmuştur. Onun hayatta kalma stratejisidir bu. Kimlik, Laclau?nun da inandığı gibi, elementlerin hegemonyacı dile getirilişinin sonucu olarak inşa edilen koşullu bir kavramdır. Ve özne, hele ki nesneleştirilen öteki, toplumsal arzu ağlarınca içerilmiş, kendiliğindenliği tekinsiz kılınmıştır. Bütün kendiliğindenlikler, medeni düzeni yıkıcı unsurdur; düzenin iyiliği için küçük ve utanç düşürücü olduğu ilan edilmeli ve öyle davranılmalıdır. Kendi olmak, utançtan uzaklaştırmaya yarayan simgesel bir duvardır; çığlığı önleyen bir ara kesit… İnkâr edilemez ve bakışın nesnesi olmaktan çıkarılır utanç. Bu da bir bölünme figürüdür, Çingene ömrü boyunca Çingene olduğunu reddeder.
Oysa sonluluğun hüküm sürdüğü beyazların dünyasında, Çingeneler adına bir son yoktur; onun imgesi, itiraf edilemeyen cemaatin üyesi olarak bakidir. Maurice Blanchot İtiraf Edilmeyen Cemaat?te bu olguyu sorgular: ?Onu ancak gıyaben var kılan şey kavranabildiğine göre, cemaatin varoluş biçiminde onu ortaya çıkarabilecek bir itirafın mevcut olmaması mı demektir?? Çingeneleri, çiçekçi, falcı, bohçacı, çalgıcı sıfatlarıyla gıyaben tanırız, cemaatin varoluşunu, ötesini bilmediğimizdendir belki bu kavrayışımız. Ama onlar da hiç doğruyu söylemezler ki…
Doğruyu söylemek, tahammül sınırlarını aşmaktır. Karşımıza ilkin Yunan edebiyatında, Euripides?te çıkan parrhesia (açıksözlülük ve doğruyu söyleme), kalbin ve zihnin konuşma aracılığıyla başkalarına, sır saklamaksızın açılmasıdır. Parrhesiastes, yani doğruyu söyleyen kişinin düşüncesi hakikattir ve inançla örtüşür. İnsan ahlâki niteliklere sahipse hakikate erişir ve bunu başkalarına da aktarır. Michel Foucault?nun Doğruyu Söylemek adlı kitabında belirttiği gibi, bir insan ancak hakikati söylemenin risk ya da tehlike arz ettiği durumlarda parrhesia kullanıyor sayılır. Kişi, bir parrhesia oyununu kabul ettiği zaman kendi kendiyle özgül bir ilişkiye girebilir ancak. Çingene için doğruyu söylemek tehlikelidir, ama sırrını güvendiği bir diğerine aktararak, ötekiyle gerçek bir ilişkiye girebilir ve hikâyesini teslim edebilir.

Unutulanın Parçalı Hatırlanışı

Poetik dili ve romansal estetiği bir yana Ayşegül Devecioğlu çok iyi bir tahkiyeci. Romanlarında mutlaka bütünü sırtlayıp götürecek, dramatik gerilimi artıracak, romanın trajik özelliklerini karşılayabilecek ve romansal hakikate içselleşebilecek sahici bir hikâye anlatan yazarın her iki romanı da, gücünü tarihi gerçeklikler olmasından ve dönüştürücü bir sıçrama imkânı yaratabilmesinden alıyor. Bunlar, bireyin ezeli ve ebedi sorunlarını bir odağa toplayıp sonra kendi dışına açan uzun hikâyeler kanımca. Nâlân Barbarosoğlu (Adam Öykü; Ocak-Şubat 2003, Sayı: 44) roman ile hikâye arasındaki farkı anlatırken şöyle der: ?Roman, gücünü merkezden dışa doğru yayılan dalgalardan alırken, öykü tam tersine yayılan ya da yayılmış dalgaları merkeze, odağa toplayarak, ana eylem ya da durum ya da kişi içinde eriterek, seçtiği merkezi/odağı yoğunlaştırarak gücünü kazanıyor.?
Devecioğlu?nun eserleri, yayılan ya da yayılmış olan dalgaları bir merkezde toplayarak dışarı açar. Çünkü 12 Eylül, uzak geçmişteki bir ?altın çağ? olarak hep kendi içine, hatta kendi üstüne kapanmıştır, şimdiye dek. Kuş Diline Öykünen, devrimci mücadeleye inanan, kendisine verilen her şeyi yutarcasına okuyan, yoksulluğa ve zulme karşı mücadele eden Gülay?ın kişisel hikâyesi gibi görünse de, anlatılan hepimizin hikâyesidir. Seçtiği merkezi, yan hikâyeciklerle besler, destekler Devecioğlu. Şimdiki zaman ile geçmiş zaman kipini ardı ardına kullanarak zamanın akışkan döngüsünü yıkar. Anlatıyı oluşturan ana öykü ile yan hikâyeleri birbirine bağlayan iki şeyden biri, bütün bu olanları gören ve yazan anlatıcıdır; ötekisiyse zamanın sessiz tanıkları… Masal zamanının…
Romanlarında kullandığı masal dili ve masala gönderme yapan yan öykücükleriyle masal tadında bir akıcılık, şiir tadında bir dil, trajedi tadında kurmacalar yaratır Devecioğlu. Ağlayan Dağ Susan Nehir, kimilerince klasik roman yapısına sadık kalmadan, anlatımda doğrusallık izlemeden kurulduğu veçhesiyle eleştirildi. Peki ama, çizgisel anlatı şeklindeki roman yapısının terk edilmesi, hayatı, hem mânâya hem de yöne sahip bir varoluş olarak ele alan görünün sorgulanması anlamında okunamaz mı? Neden olmasın!
Öyle ki, geçmişi edilgen olarak hatırlamakla yetinmez Devecioğlu?nun kahramanlarıyla anlatıcıları… Düz zamansal çizgiye eklenen ara bölümlerle etkinleşir ve romanın olup bitmiş zamanında yaşamaya devam eder. Roman boyunca, italikle yazılan ve araya giren bölümlerle anlatıya katkıda bulunan yan hikâyeler, dairesel kurgunun yapıtaşlarıdır. Alain Robbe-Grillet?nin belirttiği gibi, gerçek olan süreklilik göstermez; sebepsiz bir biçimde üst üste binen ve her biri tek olan öğelerden oluşmuştur ve bu öğelerin kavranması, hele de sürekli öngörülemeyen konu dışı, rastlantısal biçimde ortaya çıktıkları düşünüldüğünde çok zordur. Hele ki hikâye anlatmayı, her şeyi başsız sonsuz bir zamana sığdıran bir Çingene?den öğrenmişse anlatıcı… Hele ki unutulmuş bir dönemi bugünden bakarak hatırlamaya çalışıyorsa kahraman…
Söz konusu dairesel kurguyu, kadın yazısı üzerinden yorumlamak da mümkündür. Doğrusal anlatıyı kıran, dişil akıcı, istikrarsız, marjinal, devinimli, merkezkaç özellikli metinler ortaya çıkan dişil metinlerin işi, metaforlarladır. Kuş Diline Öykünen?de Gülay, Yavuz, Leyla ve İbrahim?in trajik hayatlarında konuşmak kadar konuşamamak da önemli bir sorundur. Gözlere, yüreklere, gülüşlere sinmiştir, derin acılar, hiçbir söze sığmaz; yaşananlar bilinen bütün kelimelerden kaçıp kimsenin bulamayacağı kuytulara saklanır. İşte burada imgeler girer devreye…
Yaşanan bütün acılara rağmen ayakta durma gücünü, bir kuştan, özgürlüğü simgeleyen bir imgeden alır Gülay. Başkalarının farkında bile olmadığı, yalnızca Gülay?ın bildiği sözcükleri tekrarlayarak öten bir kuştur bu. Ağlayan Dağ Susan Nehir?deyse bir başka falcı kadından aldığı pembe dinozor, Naciye Abla?ya dair metaforu olur anlatıcının. Ötekinin acı çekmiş olduğunu bilmesine rağmen acıyı yatıştırmasına engel olan bir imkânsız umut temsili, kahramanı için bir hatırlama nesnesidir bu simgesel varlıklar.
Devecioğlu?nun romanları, eril dilinin temsilciğiliyle değil, kendiyle bağlantılı, kaygan ve akıcıdır. Birbirinden kesik parçalar, bölüntülenen olay örgüsü, klasik romansal söyleme aykırı olarak görülse de ana gövdeye bağlanan bölümler (anlatıcının eski arkadaşı Ekin?le karşılaşıp Çingeneler hakkındaki bir sempozyuma katılması, Kakava Şenlikleri, kimi coğrafi ve ansiklopedik bilgiler, gezi izlenimleri, gözlemler, Basri?nin Yılmaz Güney?e olan tutkusu ile Maraş Katliamı?nın ortasına düşmesi veya ilk romanda İbrahim?in ağzından anlatılan italik pasajlar, 12 Eylül?den sonra dağa çıkan arkadaşların tuttuğu bir gerilla birliğinin günlüğünden alıntılar, yazarın bizzat yaşadığı ya da duyduğu anekdotlar), asıl hikâyeyi bütün ayrıntıları ve arkaplanlarıyla anlatabilmek, anlamlandırabilmek, kaybolan zamanı geri getirebilmek amacıyla kurulan yan hikâyeciklerdir.
Buna mukabil her biri başlı başına, bir novella olan bu hikâyecikler, ana gövdeye bütünsel bir kurguyla bağlanmaz. Bütün hikâyeleri kendi etrafında örgütleyen merkezi bir olay örgüsünün olmayışı, romansal bir kusur değil, dili bu denli iyi kullanabilen yazarın tercihidir kanımca. Ancak yine de Devecioğlu, roman yazarı olmaktan ziyade, usta bir tahkiyeci. Nitekim belirsiz kişilere gönderme yapılan zamir kullanımı daha çok öykü girişlerinde kullanılıyor, ki Devecioğlu iki kitabının da girişinde, belirli bir zamir kullanmamıştır. Ağlayan Dağ Susan Nehir?in girişinde belirsiz, herhangi bir çingeneye adanmış, kadim bir masal anlatılır. Ancak daha sonra okuyacağımızın, ?bir çingenenin öyküsü?, Naciye Abla?nın hikâyesi olduğunu anlarız. Çingene de kendi kimliğinden göçmeye çalıştığı için diğer kimliklere öykünecektir.
Kuş Diline Öykünen?de de yine birinci bölümde ?karanlık? betimlenir; belirsiz bir anlatıcı ses, karanlığın, içinde yavaşça yurt edindiğini mırıldanır. Ardından, romanın kahramanı Gülay devreye girer. Kendini gizleme çabası içindeki bütün kahramanların hikâyesi sondan başa doğru aktarılır. Bu da öyküde, hikâyenin sona yakın bir noktadan başlama özelliğiyle uyum gösterir. Roman olmaktadır, hikâyeyse olmuştur. Dağ ağlamış, nehir susmuştur.
Olmuş ile olmakta olandan yola çıkarak olacağı da anlatır bize Devecioğlu, mırıldanan öykülerle… Cortazar?ın Mırıldandığım Öyküler?de dediği gibi, bu mırıldanan öykülerin en güzel, sevilesi yanı, her şeyin, her edimin ince ince betimlenmesi, gittikçe artan bir tadın çok ağır çekimi, bedene, sözcüklere, suskunluklara doğru usulca tırmanışıdır.

Okur Mektubu: Zafer Köse, ?Umudun Gölgesi?, 18 Aralık 2007
Sevgili Gülay, ne güzelsin sen. Ne kadar saf, ne kadar insan, ne kadar onurlu. Hep haklı olanlar kazanır sanıyordun. Ve siz haklıydınız.

Barbarların, zulmetmek için kendi kurallarıyla gelip egemenlik kurdukları o 12 Eylül gününden sonra, bak, 27 yıl geçmiş. O günden sonraki her gün, sizin haksız olduğunuz, kötü olduğunuz sanılsın diye uğraşıldı. Gazetelerde, romanlarda hatalarınız anlatıldı. Ne çok kişinin işine geldi, sizi eleştirmek.
Televizyon dizilerinde, kendi zavallılığından ve kendi ilkesizliğinden utanmayan kişiler, sizleri mizah malzemesi olarak kullandı.
Bizler, o günlerde çocuk olmamızı bahane olarak kullandık, sonradan da üzerinde düşünmedik. Düşünsek de gerçekleri görmeyi göze alamadık. Alsak da haklı tarafta olmak için gerekli cesareti bulamadık. Bulsak da inancımızı sağlam tutamadık.
Unutmanın pis bir örtü gibi memleketin üstüne serilmesinden, yeni yetişenlerin gerçeği öğrenmemesinden faydalandılar; çarpıttılar.
Ama ne olursa olsun, insanın bir vicdanı olduğu gerçeğini değiştiremediler. Dağlar kadar gerçek, nehirler kadar kadim, öylesine doğal bir şey, şu vicdan dedikleri. 27 yıldır vicdanlarımızı öldürmeye çalışıyorlar. Dünyayı dünya olmaktan, insanı insanlıktan çıkarmaya çalışıyorlar.
Ama başaramayacaklar! Seni tanıyınca canlanan yüreğimden biliyorum Gülay; biliyorum, her insanın yüreğinde sana bir yer var.
Sadece insanlık, sadece memleketim değil sende gördüklerim. Ve sen, sadece bir romanın içindeki karakter değilsin.
En zor anlarda, en umutsuz durumlarda, insanın karşısındakine inanmak istemesindeki çaresizliği gördüm sende. İşkenceci bile olsa, karşıdakinin içinde bir insanlık olabileceğini düşünmek, bundan medet ummak. Belki acıma duygusunu bildiğini düşünüp bir ilişki kurmayı kabul etmek?
İyi polis ? kötü polis oyununun ne olduğunu zaten biliyordum, bunun insan ruhuna etkisini de anladım.
Sonra, o ?şey?i de anladım. Kalbinin derinliklerinde, insanın kendisinin sevilmeye layık olduğuna emin olmak istemesiyle ilgili bir şey. Sevildiğine inanmak istemekle ilgili bir şey.
Bir kadının vücuduna, onun isteği dışında dokunmanın ne olduğunu bile hissettim. İstemedikleri halde kendilerine dokunulduğunda, yalnızca dokunulduğunda, erkeklerin öyle canlarının yanmadığını anladım.
Dokunuşun erkeklerde, değdiği yerde kaldığını, kadınlarda ise tenden içeriye öldürücü bir zehir gibi sızdığını anladım. Yüreğe varıp onu kaskatı ettiğini anladım. Anladım Gülaycığım. Seni anladım
Sevgili Ali, Hasan, Elif; ne büyük mutluluk sizleri tanımak! Sizde insanlığın bir örneğini gördüm. Dostluğun, yiğitliğin gereğini yerine getirirken yaşadığınız o küçük ikircikler var ya, onlar sizi daha da büyütüyor gözümde.
Özellikle sen Elif, hiç kafana takma lütfen, biraz tereddüt yaşamış olmayı. Korku nasıl da yüce bir duygu olabiliyormuş bazen. Kolay olduğu için, sıradan olduğu için değil, doğru olduğu için, size öylesi yakıştığı için verdiğiniz kararları uygulamak elbette yüreğinizi ürpertecektir.
Ayşegül Devecioğlu; bu güzel insanların yaratıcısı sevgili yazar… ?Kuş Diline Öykünen? ne güzel bir roman!
Yaratıcılığın, ilginçlikler uydurmak olmadığını; dikkat çekmeyi veya farklı olmayı amaç haline getirmeden bir gerçeklik yaratmak olduğunu teyit etmiş oldun. Hikaye anlatmanın, atmosfer oluşturmanın, karakter yaratmanın güzelliğini bir kez daha gördüm.
Hiç de didaktik olmadan aktardığın düşüncelerini de okudum: 12 Eylül?ün iki temel hedefi olan bir program olarak uygulandığını. Yerli sermayeyi uluslararası sermayeye entegre etmek. Ve dünya büyük sermayesinin taşeronluğunu yaparken, yerli sermayenin, kendisine ayak bağı olacak bir emek-sermaye ilişkisi yaşamasını önlemek.
12 Eylül?ün bu amaçla, muhalefetin yaşama şansının olmadığı koşulları hazırlandığını okurken, sonraki yıllarda neden dinciliğin yükseldiğini anlamak hiç zor olmuyor.
Seni de anlıyorum Yavuz. Boşunalık duygusunu. Değiştiremeyeceğin bir şeye, kesin bir şeye, yani zamana boyun eğmek duygusunu. Bitkinlik?
?Biz, kaybolan şeyin gölgesiyiz? diyorsun ya Gülay?a. İşte orada yanılıyorsun. Sizin hikâyeniz, bizim umudumuzdur. Sizde gördüğümüz insan özelliklerinden dolayı, umudumuzun varlığını hissediyoruz. Eşit, özgür, kardeşçe bir hayatın insana yakıştığının ve bunun mümkün olduğunun kanıtısınız.
Sizler, yaşamanın sağ kalmaktan daha fazla bir şey olduğunun, sağ kalmanın üzerine bazı değerleri ekleyerek insanca yaşanabileceğinin göstergesisiniz.
Sevgili Yavuz, tam o anda, İbrahim?in seni görmesini istiyorsun ya… Boyun eğmediğini, pişman olmadığını söylüyorsun ya… İnan ki, sesin zamanı da mesafeleri aştı. İbrahim duydu ona seslendiğini.
Evet sevgili İbrahim, Yavuz da biliyor, o anda onun yanında olmak isteyeceğini. Bir bağlantı kuramasanız da, sürekli iletişim halinde olduğunuzu biliyor. İnsana umut taşıyan o en güzel sözcükleri fısıldadığını duyuyor:
?Hiçbir ağaç bu kadar harikulade bir yemiş vermemiş olacaktır.?

Mustafa Sütlaş, ?12 Eylül’ün Romanı Üzerine?, Biamag, 30 Mayıs 2009
Ayşegül Devecioğlu’nu dinlemek için gitmeden edemedim. 12 Eylül’ün öznesi kim? 12 Eylül’ü anlatanlar ve o anlatılanların içinde anlatılanlar mı? Konuşmaları dinlerken aklıma gelen ilk cümle “12 Eylül bitmedi ki” oldu.

24 Mayıs Pazar akşamı Kadıköy’deki Livane Pub Ayşegül Devecioğlu’nu ağırladı. Sezai Sarıoğlu’nun bir süreden bu yana ayda bir düzenlediği “nehir muhabbetler” adlı söyleşinin ilgilisi az değildi.
Konu “12 Eylül ve ona dair yazılanlar” olunca ben de gidemeden edemedim. Yaklaşık bir saatlik bölümünü izlediğim söyleşide ele alınan konuların her birisiyle ilgili olarak aslında söylenecek bir çok söz var.
Sezai Sarıoğlu etkinlikle ilgili çağrısında yaptığı sunumda “Bir adları vardı, devrimciydi… Her düşten, her devrimden çırak çıkarlardı. Yenildikçe, yanıldıkça düşlerinden vazgeçenler oldu… Bazı cevapları ölmüştü, bazıları yaralanmıştı… Dünya bir sorular yumağıydı… İşaret ve itiraz parmaklarını yitirmek teslim olmak demekti…Kitapları ters etmek, devrimci olmanın anlamını terk etmek demekti… Her şeye rağmen okudular… Hayat onları hatıradan büyük, tarihten küçük bir eşiğe getirdi… Sözcükleri, hatıraları, düşlerini, kavramları mayalanmıştı artık… Eski anlam dünyalarının özünü terk etmeden, yeni kitaplara, yeni imgelere, yeni anlamlara taşındılar… Bir yandan hayatla ve tarihle yüzleşirken öte yandan düşündüler, okudular, yazdılar… Onların içinden bazıları, yaşadıklarını şiir, roman, öykü, sinema olarak sanata dönüştürmenin çabası içine girdiler… Sanatın, edebiyatın kendi estetik hallerini öğrenerek, sabırla yazmaya koyuldular…” diyordu.
Belki de bir çokları gibi bu söyleşiye beni de çeken bu sözlerdi. Özellikle son cümlenin gerçek hayattaki karşılığını merak ediyordum. “Yazmaya koyulanlar gerçekten yazdılar mı?”
Yazıldı mı tüm olanlar, yazılabilir mi? Yazılmış olanlar “belleğin süzgeci”nden, hele hele “sanatın imbiği”nden geçtiğinde gerçekliğini koruyabilir mi?
“Keşke o söyleşiye Devecioğlu’nun yeni çıkan Kış Uykusu ile Ağlayan Dağ Susan Nehir ve özellikle de Kuş Diline Öykünen’i okuyarak gitseydim” dedim içimden.
“Hem kitapları okumadın hem de bu yazıyı nasıl yazıyorsun” diyenler olacaktır. Dahası Sevgili Ayşegül de yazdıklarını okumadığım için bana kızacaktır muhtemelen. Ama bu BİAMAG yazısını, ?onun kitaplarını okuyacağıma dair söz vererek? orada tartışılan ve konuşulanları sizlerle paylaşmak için yazıyorum.

“Yarına dair”

Ayşegül’ün alt başlıktaki sözünün öncesinde “yarına ve başka bir dünyayı kurmaya dair” bir tahayyül vardı. Ayşegül o kaygıyla yaklaşıyordu, yaşadıklarına, yazdıklarına, sanata, edebiyata ve edebiyat yoluyla ortaya koyduklarına ve tartışmak istediklerine.
Gerçekten de onun dediği gibi bence de öncelikle “özne”nin kim olduğu net bir şekilde ortaya konulmadan bunları anlamak da çözümlemek de, doğru yanıtları bulmak da, o yanıtlar üzerinden yarını kurmak da olanaksız.
12 Eylül’ün öznesi kim? 12 Eylül’ü anlatanlar ve o anlatılanların içinde anlatılanlar mı? Konuşmaları dinlerken aklıma gelen ilk cümle “12 Eylül bitmedi ki” oldu. Ardından da aklıma düşen soru şuydu:
“Henüz bitmeyen, süren bir dönemin, yaşanmakta olan yaşamın ‘öyküsü, hikayesi, romanı’ olabilir mi?”
Hemen ardından Ayşegül’ün de vurgu yaptığı ikinci nokta kafamda somutlaştı. “Şimdi, biraz önce ya da dün veya yıllar önceyi anlatılırken kullanılan dilin nasıl bir dil olması gerekir? Bir “anı ya da anlatı”yla, bir edebiyat yapıtını birbirinden farklı kılan unsurlar nelerdir?”
Asıl can alıcı soru ise onların ardından geldi: “Önümde, ardımda, yanımda oturan ve tıpkı kürsüdekiler gibi kendilerin “yaşama müdahale” etme anlamına gelen “devrimciliği” görev biçenler, yaptıklarını, yaşadıklarını, hem de henüz yaşarken bir edebiyat yapıtıyla anlatabilirler mi?
Yoksa anlatıcılar, yazıcılar, yazarlar ‘devrimci’ler farklı farklı kişiler ve kişilikler mi?
Eğer böyleyse onların anlattıkları başka bir bağlamda gerçekliğe koşut olabilir mi?”
Tüm bu soruların yanıtları, yanıtlayanın kim olduğuna bağlı olarak çok ve aynı oranda da farklı. Belki de hiç birisinin tek ve doğru bir yanıtı da yok ve hiç olmayacak. Doğrusu söyleşinin içinden de buna dair bir sonucu çıkarmak çok olası değildi. Sanırım onlar için de net yanıtlar yoktu.

Yazmak ve yaşamak, yaşamak ve yazmak!

Ayşegül Devecioğlu “Yazmak, anımsamaktan daha farklı bir süreç… Anımsamanın en gerçek, en acılı yolu ifade etmek… Bu ifade etmeye başladığınızda bölük pörçük düşünme, canınız yandı mı kaçma şansınız kalmıyor. Sistemli bir çözülme ve yeniden yapılanma başlıyor hafızada. Bu çok zorlayıcı… Ancak bir edebi metnin anımsamayı reddedişin üstesinden gelebileceğine inanıyorum. Ama bir nevi pragmatizmle edebiyat içinde kalmış değilim. Ben bu kayıp dönemin canlandırılmasından sorumlu olduğum kadar edebiyata karşı da sorumluyum. Öte yandan o kadar anlatılmamış olaylar, işkenceler, gözaltında korkunç ölümler var ki, bunlardan söz etmemek mümkün değil. Çünkü bunlar da çok fazla anlatılamadı. Üstelik bu kayıp geçmişi kendi gerçekliği içinde kurgulamak, bu hikâyeyi hiç anımsamayan, hiç yaşamamış ya da anımsamak istemeyen insanlara da anlatmak ihtiyacı işi daha da karmaşıklaştırıyordu” diyor yolunu çizip yaptığını somutlaştırırken.
Ama bu sözler sorunu bir yandan gözler önüne sererken, başka yerlerde ve başka açılardan verilecek yanıtların varlığını da ortaya koymuş oluyor.
Bunları düşünürken birden aklıma bir edebi biçim olarak “destan” geliyor. İnsanı, yaptıklarını ve olanı yüceltirken, aynı zamanda gerçeğe ve yaşanılana daha çok yaklaştıran, dinleyenleriyle buluşturan, anlayanların kendilerini içselleştirdiği biçim olarak, halkın içinden çıkan ve onun gücüyle büyüen, yaygınlaşan destan.
Sonra da, bu ülkenin halkları, insanları, yurttaşları gerçekten de “12 Eylül’ün destanını yazdılar mı?” sorusu…
Buna yanıt ararken “olası destan kahramanları” gözlerimin önünden resm-i geçit yapıyor. Zindanlarda, işkencehanelerde, darağaçlarında, ölen, sakat kalan, unutulan, kaybolan…
12 Eylül’ün şiddetinin en yoğun, en bol, en yaygın olduğu anlarında sıradan insanların “küçücük ve yalnız” bedenleriyle direnirken yarattıklarını düşünüyorum.
Örneğin Diyarbakır Zindanı’yla ilgili tanıklık çalışmasını yaparken, burada yıllarını geçirenlerin, yaşadıklarından “sıradan” bir olaymış gibi söz ederken, hiçbir edebi kaygı gütmeden anlattıkları tanıklıkları dinlerken, onların içinde yakaladığım, öyküler, romanlar, şiirler aklıma düşüp duruyor. Yazanla yaşayanın anımsadıklarını ifade etme biçiminin arasındaki kıldan ince çizgi yine önüme geçip bana “dur” diyor….

Yenilgi mi?

12 Eylül’e “yenilgi” denildi. Bazıları için ise uzun süren ve sürecek bir “savaş”ın yalnızca “yitirilen muharebeleri”nden biriydi.
Bakılan yere, bakanın kim olduğuna , dün ve bugün ne yaptığına göre bunlar ve aralarındaki nüansların farkına varılabilir, kimileri için “bunlar doğru” denilebilir belki.
Hatta “ama bitmedi, sonlanmadı, süren bir dönem olarak hâlâ içinde yaşıyoruz. Devrimi bir başka biçimde bir sürekli değişim olarak daha küçük ama aslında çok daha büyük ölçeklerde her an içinde yer alarak yaşıyoruz” diyenler de olabilir.
Benim unutmamaya çalıştığım ise tüm bu süreç içinde, şimdi artık siluetlerini bile gözümüzün önüne o kadar kolay getiremediğimiz, giderek adları, özellikleri, belleğimizin içinde sisler arasında kaybolan “yoldaşlarımız, arkadaşlarımız, kardeşlerimiz” kısacası insanlarımız oluyor.
Onların bazılarının içinde yattıkları bir toprak parçaları bile yok, kimsesizler mezarlığında, üzerinde yalnızca yabani otların bittiği, toprağa dikili adları yazılı bir taşları olmayanlar da var. Yerleri ve taşları belli olanların ise ziyaret edenleri, ananları, onların yaptıklarını başkalarına aktaranları var mı yok mu belirsiz.
İşte beni acıtan nokta da bu: Onların her birinin hikayelerinin öykülerinin bilinir, duyulur, anlatılır olmasını sağlamak ağır bir görev. Tıpkı yaşamak gibi. Bu görev yaşamak gibi, yazmayı da bilenlerin, başaranların yalnız insanlığa ve topluma değil, kendilerine yönelik sorumluluklarından birisi.
Olanların yaşananların unutulmamasını, bilinmesini sağlamak hepimizin en azından kendimize ve geçmişimize yönelik görevimiz.
Ayşegül Devecioğlu buna soyunan ve başaranlardan birisi. Ama sayılarının çoğalması gerektiği açık. En azından 12 Eylül’ün hâlâ sürdüğü bu zamanda unutulmaması gerekenleri kayıt altına almak için onları çoğaltmalıyız, özendirmeliyiz, desteklemeliyiz.

Onlar bizdik, biz onlardık…

Yine Sarıoğlu’nun sözleriyle sürdürelim:
“Bizim mahallenin çocuklarıydılar… Dünyayı yorumlamak için okudular, çok okudular… Yıllarca heves nefes kitapların peşinde koştular… Bir kitaptan diğerine taşındılar… Alıntılar ezberlediler… Devrimi ve sosyalizmi anlamak için kalın, kalın kitapların sayfalarında çizmedik yer bırakmadılar… Dünyayı değiştirmek için, yürüyüşler, mitingler yaptılar… Kapitalizmin neden ve sonuçlarına karşı, yeni bir düşün, devrim düşünün peşini kovaladılar… Devrimci olmanın olmazsa olmazlarından birer anti-faşist olarak okullarını, işyerlerini, mahallelerini koro ve solo savundular… Elleri kalem, dilleri kelam tutan çocuklardılar… Kötülük toplumunun ve kötülük dayanışmasının yüzüne karşı söylediler ve eylediler… Şehirlerin duvarlarını yazdılar… Çoğu kez içlerinden aşık oldular… Devlet dersinde çok öldürüldüler, çok öldüler… Tarih onları, kimse dokunamaz suçsuzluklarına, diye yazdı…12 Eylül 1980’de yollarını askeri cunta kesti… Yaşlı bir bilge, o karanlık dönemi, “Kitapları ziyan ettik uşağum… Okumaları ziyan ettik!” diye özetledi…”
Sonra da Ayşegül’ün Ağlayan Dağ Susan Nehir kitabından bir alıntının işaret ettiğini bir daha düşünelim:
“Naciye Abla’dan öğrendiğim en önemli şey, anlatılamayan, okunamayan, öğrenilemeyen, öğretilemeyen, hiçbir kitapta yazılı olmayan bu şeye ulaşmak için ışık kadar karanlıktan, gerçek kadar yalandan da geçmek gerektiğidir; yalanın, masalın, öykünün gerçekle olan etinden.”
Gerçek orada… Doğru da…

Kitabın Künyesi
Kuş Diline Öykünen
Ayşegül Devecioğlu
Metis Yayınları
Yayına Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen
Kapak İllüstrasyonu: Ali Fuat Devecioğlu
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Ocak 2004
2. Basım: Kasım 2004

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir