Tarih hangi durumda tekerrür eder?

ayşe_hürTarih ancak tarih bilinci olmayan toplumlarda tekerrür eder
Haftalık tarih yazılarıyla tanıdığımız Ayşe Hür’ün yeni kitabı Darbeli ve Çatışmalı Yıllar çıktı. Kitap, 1961-2000 yılları arasında Türk siyasi hayatındaki gelişmeleri aktarıyor. Kitap vesilesiyle Ayşe Hür’e demokrasi tarihimizi sorduk.

‘Çok partili dönemin’ yani aslında demokrasimizin ‘öteki tarihi’nde çok sayıda darbe ve hayatları mahveden sayısız çatışma var… Bu durum aslında bizim demokrasiyi içselleştirebilmiş bir toplum olmadığımızı mı gösterir?
Buna evet veya hayır diye cevap vermek mümkün değil, çünkü ‘biz’i oluşturan pek çok unsur var. Yönetici elitler, bunların emrindeki sivil-asker bürokrasi, ideoloji veya siyaset üreten kanaat önderleri ve bunların halk içindeki temsilcileri ve nihayet geniş halk kitleleri. Halkın da bilgiye ulaşabilen kesimleriyle ulaşamayan kesimlerini de ayırmalıyız. Bir de toplumun bütününü çevreleyen kültürel iklim var. Bu iklimi belirleyen faktörler arasında din ve gelenek çok önemli bir yer tutuyor. Elbette bunlara ülkenin içinde bulunduğu bölgenin dinamiklerini eklemek gerekir.

Demokrasiye bir türlü ısınamamış olanlar, yönetici elitler. Halkın demokrasiden ne anlaması gerektiğini onlar empoze ettiler tarih boyunca. Çünkü Türkiye yakın tarihlere kadar dikey bir toplumdu. Dikey toplumlarda ideolojik biçimlenme esas olarak tepedekilerin yönlendirmesiyle olur. Cumhuriyet döneminde ülkenin kültürel ve politik örgütlenmesini yürüten ‘eski İttihatçı, yeni Kemalist’ asker ve sivil kadroların esas amacı imparatorluk bakiyesi bir ümmetten yeni bir ulus-devlet yaratmak ve bu ulus-devleti çağdaş uygarlık seviyesine yükseltmekti. Bu hedeflere ulaşmak için halkın dönüştürülmesi bir zorunluluktu. Kurucu kadro, modernliğin ancak toplumun bütünüyle denetim altına alınmasıyla yakalanabileceğini düşünen son derece radikal ve otoriter yöntemler uyguladı.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yönlendirilen okullarla, YÖK’le kontrol edilen üniversitelerle, Genelkurmay tarafından kontrol edilen ‘asker ocağı’nca, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca kontrol edilen camilerle, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu ile kontrol edilen siyasi partilerce, RTÜK’le kontrol edilen medya ile yapıldı ve yapılıyor esas olarak. Bir de ‘informal’ yöntemler var. ‘Derin devlet’ ve uzantıları (JİTEM, çeteler, paramiliter güçler vs.) ile sağlanan kontrol var. Şimdi böyle güçlü bir merkezi kontrolün kıskacındaki bir toplumun yönetim biçimlerine ilişkin kendi özgür kararını aldığını düşünmek benim için zor. Tepedekilerin neden demokrasiye ısınamamış olduğunu ise açıklamak çok zor değil. Kaba anlamıyla demokrasi demek ‘kötü’ yöneticilerin hesap vermesi demek.

Ne dersiniz, askeri vesayet kalktı mı hakikaten, darbeler sona erdi mi? Yoksa, darbe, muhtıra, e-muhtıra, sivil darbe derken şekil mi değiştirdi?
Statükonun bozulması devletin tepesindekiler ve onların uzantıları açısından hayat-memat meselesi oldu hep. Bu nedenle Türkiye’de sık sık darbeler oldu, bu yüzden en ufak bir demokrasi talebi sert biçimde bastırılmaya çalışıldı Cumhuriyet tarihi boyunca. Halkın Türk kesiminin ağırlıklı tepkisi ya “devletimiz ne eylerse güzel eyler, ona itiraz etmeyelim” şeklinde ya da “devlet çok güçlüdür, ona karşı gelmek imkânsızdır” şeklinde bir boyun eğiş oldu. Çağımız artık sıradan insanların da tarih yazabileceği bir çağ. Örneğin Tunus’ta yasemin satıcısı bir gencin kendini yakması devrim ateşini de yaktı. Evet, o genç kendini yakan tek genç değildi ama öyle bir an geldi ki birden bir bent duvarları yıktı. Toplum artık bilgiyi sadece devletin kurumlarından değil, çok farklı kaynaklardan elde edebiliyor. Sosyal medya başlı başına bir bilgi ve eylemlilik alanı olma yolunda mesela.

Bu sürece eşlik eden, kapitalist sistemle bütünleşme eğilimine not edelim. Sadece Türkiye’nin kapitalist sisteme ihtiyacı yok, kapitalist sistemin de Türkiye’ye ihtiyacı var.

Çok mu ‘liberal’ düşünüyorum bilmem ama, emperyalist güçlerin 1990lara kadar temel paradigmasının, bölgesel çatışmalar çıkarmak, ulus-devletleri kendi halklarına karşı kışkırtmak, böylece çatışmaların taraflarına, ulus-devletlere silah, mühimmat satmak olduğunu düşünüyorum. Bu paradigma kaçınılmaz olarak baskıcı, faşist rejimleri gerektiriyordu. Bu sistemin kurucusu silah tekelleriydi. Obama’nın seçilmesi paradigmayı kuran aktörlerin de değiştiğini düşündürdü bana. Bilgisayar, internet teknolojileri giderek bağımsız hale gelmeye başladılar. Sinema, görsel sanatlar, müzik, moda, turizm sektörleri mallarını satacak daha farklı bir pazar ihtiyacı içindeler. Eğer bir ülkede savaş varsa, faşist bir rejim varsa insanlar bu malları nasıl satın alabilir? Elbette bu dönüşümü de olumsuz görebilirsiniz. Ama bence bunu küçümsememek lazım. Avrupa ülkelerinin bana öğrettiği bir şey şu: İnsanlar daha rahat yaşıyor, daha çok tüketiyorlarsa bu dünyanın sorunlarına kayıtsız kaldıkları anlamına gelmiyor. Yani basitleştirerek söylüyorum, emperyalizmin Pentagon’dan Silikon Vadisi’ne doğru dönüşümü darbeler döneminin kapanışı anlamına gelebilir. Ancak altını çizeyim ‘darbe’ olasılığının sıfır olduğunu da söyleyemiyorum henüz.

Türkiye’de bugün yine toplumsal çatışma endişeleri artmış durumda. Bu üstü örtülü fay hatları nerelerden geçiyor, ne zaman ortaya çıkıyor, sebebi nedir?
Tam da bu konuya gelecektim. Kitabımın başlığının ikinci bölümünü oluşturan ‘Çatışmalar’ giderek şiddetlenecek. Çünkü artık Türkiye toplumu dikey olmaktan yatay olmaya doğru yol alıyor. Yani sosyal ve ekonomik sınıflar belirginleşiyor, etnik, dinsel, dilsel veya kültürel farklılıklar belirginleşiyor bu farklılıkları savunan partiler, örgütlenmeler güçleniyor. İşin ilginç yanı grup bilinci pekişirken, bireyselleşme de artıyor, ekonomik refah ve bu refahla satın alınabilecek değerler çeşitleniyor, reklamlar, pazarlama teknikleri tüketimi kışkırtıyor. İnsanlar sadece siyasetle ilgilenmek istemiyorlar, gezmek, eğlenmek de istiyorlar vs. Kısacası toplumu tepeden aşağıya biçimlendirmek devletlüler için zorlaşıyor. Gücünü devletin içinde veya çevresinde olmaktan derleyenler için zor günler geliyor. Bu ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyeceklerdir ve iktidardan düşmemek için çok sertleşeceklerdir. Son aylarda yaşadıklarımız bunun sonucu. AKP, iktidardan düşme tehlikesi halinde tekrar orduyu göreve çağırırsa eğer veya polis, paramiliter güçlerle iktidarını korumaya kalkarsa, sonuç darbeden ziyade iç savaş olur endişesi taşıyorum.

Cumhuriyet, Kürtler ve İslamcılarla meselesini bir türlü çözemedi gibi. Neden?
Mustafa Kemal’e göre şeyhler, hacılar, hocalar, tekkeler, tarikatlar üzerine yükselen mevcut İslamiyet de kriz içindeydi. İslamiyet’e yönelik bu eleştiri, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olan ‘Arap ihaneti’ fikri ile ustaca birleştirildi ve böylece bir çeşit Türk Oryantalizmi ortaya çıktı. Batı’ya karşı verilmiş bir savaşın ardından kendisini kurumsallaştırdığı için Batı’yı belli bir mesafede tutmaya özen gösteren Kemalizm, özellikle kültürel, toplumsal ve siyasal düzlemde kayıtsız koşulsuz bir Batılılaşmacılık içine girerken, meşruiyetini bu oryantalist görüşten aldı. Çünkü, Kemalizm Doğu’yu Oryantalist muhakemeye egemen olan perspektifle ele alıyor, onu başta dinsellik olmak üzere karanlık, geri, koşullarını kendi kendisine değiştirme olanağından yoksun bir coğrafya ve zihniyet olarak tasarlıyordu. Bu geçmişten kurtulmak için de tek yol Batılılaşma idi. Ancak bunu açıkça ilan etmek ‘Kurtuluş Savaşı’ söylemini inkar etmek anlamını taşıyordu. Dolayısıyla, Cumhuriyet elitleri için Batı-Doğu ikiliğini çözümlemek kolay bir iş olmadı, dahası bu gerilim günümüze kadar sürdü.

Tarihi 1870’lere kadar götürülen Kürt milliyetçiliği, 1920’lerde gerek Batılı güçlerin politik manevraları, gerekse Kürtler arasında ulusal bilincin henüz oluşmaması yüzünden, bağımsızlık hedefine ulaşamamıştı ama 1923-1938 yılları arasında patlak veren 18 iç isyanın 17’si Doğu Anadolu’daydı ve bunun 16’sına Kürtler katılmışlardı. Gerçi bu isyanların dinsel mi, etnik mi temellere dayandığı, yoksa merkezileşmeye karşı tepki niteliğinde mi olduğu meselesi hâlâ tartışılıyor, fakat sonuç Türklük bilincinin daha çok vurgulaması oldu. Ancak burada daha önemli olan nokta, Arap dünyasının Türk tahayyül dünyasından çıkarılmasıyla oluşan ‘Doğu’ imgesini Kürt coğrafyasının doldurması idi. Nitekim, dönemin tüm milliyetçi metinlerinde Kürtler, hep ‘medenileştirilmesi gereken’ unsurlar olarak ele alındı. 1984’ten itibaren PKK ile yürütülen kanlı iç savaş ve Kuzey Irak’taki siyasi gelişmeler Kürtlerin ‘geri kalmış Doğulu’ statüsünden en tehlikeli ‘iç düşman’ kategorisine yükseltilmesine neden olurken, PKK’nın dış bağlantıları yüzünden aynı zamanda ‘dış düşman’ kategorisine konulmasına da neden oldu.

Bazıları bu fay hatlarından birinin Doğuluk-Batılılık arasında olduğunu düşünüyorlar. Sizce öyle mi?
Böyle bir arada kalmışlığın olduğu doğru ama bir toplumun ‘Batılı’ ve ‘Doğulu’ karakteristiklere sahip olmasının hiçbir dezavantajı olamaz. Dezavantaj yaratan şey, bir toplumun ‘Batılı’ ve ‘Doğulu’ kavramsallaşmasını, tarihsellikten kopararak, durağan, tek tip biçimde yapması ve sonunda kendi imalatı olan bu saçma paradigmaya uymayan şeylerle karşılaşınca şaşkınlığa, ardından hayal kırıklığına, ardından öfkeye kapılması. Bence Türklerin esas sorunu, Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir yapıdan, Türkiye Cumhuriyeti gibi mütevazı boyutlara inmenin yarattığı aşağılık duygusu. Bilinen durumdur, uluslaşma sürecine geç girmiş, ulusal devlet kurma tarihlerini bir süreklilik olarak değil önemli kırılmalar biçiminde yaşamış, uzun süren yenilgilerle eski güçlü konumlarını kaybetmiş uluslar “dengesiz” ulusal kimlikler geliştirirler. Kendilerinden emin olamama/aşağılık kompleksi ile malul olma/kendi değeri hakkında ciddi kuşkulara sahip olma sık rastlanan özelliklerdir. Almanya’da bu olmuştur ve sonuçta Almanya, iki korkunç savaş ile Avrupa’yı ateşe vermiştir. “Yaralı Ulusal Onur”un Türkiye’e verdiği en büyük zarar etrafımızın bizim mahvımızı istemekten başka işi gücü olmayan düşmanlarla çevrildiği fikri. Şu son yıllarda her Türk vatandaşı, ülkemizi, dinimizi ve milletimizi bölmeye yönelik gizli, açık, sivil, dini, rasyonel irrasyonel, her türlü yıkıcı faaliyet karşısında daima uyanık olmak zorunda hissediyor kendini. Bakıyorsunuz bir hatip aynı kalıp cümleyi radikal İslami tehlikeye karşı Türkleri teyakkuza çağırmak için kullanıyor. Başka bir yerde başka birisi bölücü faaliyetleri bu kez etnik kimlik tanınması talepleriyle ilintilendiriyor. Bunlar yetmezse işin içine mistik unsurlar katılıyor, misyonerlik ya da Sabetaycılık tartışmaları ortaya atılıyor. Mesele bütün bu komplo teorilerinin doğru ya da yanlış olmasında değil, bir ulusun toptan, bütün iç ve dış politikasını bazı varsayımların üzerine inşa etmesi. Bu noktada Doğulu yanımızı görkemli bir geçmişin kaybından duyulan üzüntü ve öfke oluşturur. Batılı yanımız ise bütün olumsuz koşullara rağmen geleceğimizi inşa edebileceğimize dair coşkudur. Ancak ‘Batı’ aynı zamanda Osmanlı imparatorluğunu dağıtan güçleri temsil ettiği için bu iki unsuru bir türlü sağlıklı biçimde birleştirmeyi başaramayınca da yerinde sayıp dururur. İşte tam bu noktada tarih bilinci lazım: Tarih ancak tarih bilinci olmayan toplumlarda ‘tekerrür eder’. Yani başımıza bir kez gelen felaket, her zaman gelecek değildir. Bu ancak bizim hatalarımız yüzünden olur.

Kimileri bu bitmeyen çatışmayı Türkiye’nin kabahatlarıyla yüzleşmemesine bağlıyor, ne dersiniz?
Bu konu tam yumurta-tavuk meselesi. Başta anlattığım toplumun dikey örgütlenmesi en çok Türklerin ama aynı zamanda Lazların, Çerkeslerin, Kürtlerin, Süryanilerin de tarihle ilişki kurma biçimini belirledi bence.

Türkler neden hatırlamayı sevmiyor diye düşündüğümde şunlar aklıma geliyor: Bir kere ülkede hatırlamayı teşvik eden bir ortam yok. Benim İttihatçı gelenekten geliyor dediğim devlet bu konuda tekelini sürdürüyor. Çünkü hatırlanması gereken kabahatler onların ideolojik babalarına ait. (Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker ve sivil kadroların yüzde 80’inin 1915 Ermeni Tehciri’nde görev almış olduğunu hatırlayalım). Dahası bu kişiler o ideolojiyi halen onaylıyor. Bunun için de gizli ya da açık baskı yaparak gerçeğe ulaşmayı zorlaştırıyorlar. TCK’nın birçok maddesi, aykırı fikirleri söyleyenlerin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Başınıza ille de bir şey gelmesi gerekmiyor, bir kişinin başına gelince, örneğin Hrant Dink öldürülünce korkanlar olabiliyor. İlle de böyle trajik bir şey olması gerekmiyor, bazen en yakın çevreniz bile sizin tavrınızdan rahatsızlık duyabiliyor. Toplumdan dışlanabiliyorsunuz. Çünkü adı üstünde, bir şey ‘tabu’ olduysa bir çeşit kutsallık kazanmıştır ve kutsallara dokunanı en yakınları bile affetmez!

İkincisi, bu topraklarda egemen olan devlet politikaları yüzünden, bu toplumun tüm katmanları (Türkler, Ermeniler, Kürtler, Aleviler, İslamcılar ve daha nicesi) uzak ya da yakın tarihte işlenen şu veya bu ‘suç’ un ya failidir ya da faile yardım etmiştir. Devlet ne yapıp edip, bütün kesimleri birbirine karşı suçlu duruma düşürmüştür. Dolayısıyla kimsenin geçmişi hatırlamaya gönlü olmaz. Yani ‘unutma’ eylemi bizde, toplumsal olarak üzerinde konsensüs sağladığımız bir konu. Bu tutumu kısa vadede değiştirebilecek şey uluslararası baskı ve kınama ancak bu kalıcı ve sağlıklı olmuyor. Nitekim Türkler, birileri milli kimliklerini sorgulamaya başlayınca tarihe aşırı bir ilgi duymaya başladı. Ama daha çok o güne kadar farkına varmadan edindikleri ‘tarih bilinci’ni pekiştirmek için didiklediler tarihi. Rumların, Ermenilerin ne kadar ‘hain olduğuna dair’ kanıtlar toplamaya çalıştılar çoğunlukla. İttihatçıların ya da Kemalistlerin Kürtleri ezmekte ne kadar haklı olduğunu göstermek için seferber oldular. Dindarlar ve Kürtler ise tarihi daha çok sözlü kaynaklardan öğrendi. İçe kapalı bir tarih okuması yaptılar çoğu zaman. Bu tarih daha çok mağduriyet hikâyeleriyle örülmüştü. Bu tarih anlatısında, dindarlar hep alanda dışlanan, evlerinde Kuran okumalarına veya cenazelerini gömmelerine bile izin verilmeyen, camileri ahıra çevrilen, ‘Beyaz Türkler’ tarafından ‘göbeğini kaşıyan adam’ diye aşağılanan, 28 Şubat’ta işsiz kalan insanlardı. Kürtlerin tarih anlatısında, Kürtler kusursuz, hep doğru söyleyen, eyleyen aktörler olarak tanımlanmıştı. Türkler ise âdeta kötülüğün tecessüm etmiş haliydi çoğu zaman. Benzer tek yanlı tarih okumaları Aleviler, Süryaniler için de var. Genel olarak tarih tartışması yaparken ‘ben’ ile ‘biz’ kavramlarını ayıramadık. Bütün tartışmaları ‘Kürtler’, ‘Türkler’, ‘Ermeniler’, ‘Aleviler’ gibi yaratılmış kategoriler üzerinden konuştuk. Halbuki tarihte eylemleri yapanlar ‘milletler’, ‘uluslar’ gibi kolektif kategoriler değil. Bu kimlikler adına hareket ettiğini düşünen, hükümetler, partiler, çeteler, örgütler, çevreler veya kişiler. Bizim sorumluluğumuz, kolektif geçmişimizi tartışmaya yanaşmadığımızda ortaya çıkar. Dolayısıyla ‘ben’ ile ‘biz’i, geçmişle bugünü, tarih yazıcılığıyla tarihi birbirinden ayırmadığımız sürece tarihten umduğumuz faydayı sağlayamayız.

Bir de şu var. Bugün ilk bakışta tarihe ilişkin görünen bir çok tartışma aslında bugünkü ahlâki duruşumuza, bugünkü insan hakları algılayışımıza, bugünkü uygarlık düzeyimize ilişkin bir tartışmadır. Tarih burada gerçek bir turnusol kağıdı işlevi görür. Ne demek istediğimi bir örnekle anlatayım: 1915-1917 arasında tam 17 ay süren ve gerekçesi ne olursa olsun resmi tarihçilere göre bile en az 300 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Ermeni Tehciri konusunda konuşurken, olayı ‘Osmanlı Devleti haklı mıydı, haksız mıydı?’ sorusu çerçevesinde tartışmayı kabul eden bir kişi aslında şunu demek istiyordur: “Bir devlet kendisini tehdit altında hissettiği an, kendisini tehdit eden unsurlarla mücadele etmek yerine, o unsurların dahil olduğu tüm grubu bir gecede yalınayak yurdundan sürme hakkına sahiptir. Bunun sonunda istenmeyen (!) ölümler olursa bu olay haksızlık sayılmaz! Madem haksızlık değildir o zaman gerekirse yine yapılır!” Bu yorumu yapan bir insanın maazallah PKK ile devlet arasında bir savaş çıksa hiç tereddüt etmeden İstanbul’daki, Edirne’deki, Trabzon’daki veya Muğla’daki Kürt asıllı vatandaşlarımızı çoluk çocuk, yalın ayak Irak’a veya Suriye’ye süreceklerinden korkabiliriz. Sonuçta bu vatandaşlarımız ölürse, “bunda bir kasıt yoktu” diyeceklerdir. İşte bu zihniyet tüyler ürperticidir. Benim en büyük amacım, insanların tarihle bugün arasındaki bu bağı kurmalarını görmelerine yardımcı olmak.

Söyleşiyi yapan: Cem Erciyes
06.11.2015 http://kitap.radikal.com.tr/

DARBELİ VE ÇATIŞMALI YILLAR 1961-2000
Çok Partili Dönem’in Öteki Tarihi 2
Ayşe Hür
Profil Yayıncılık, 2015
219 sayfa, 20 TL.

Bir yorum

  1. Ayşe Hn. kitabınızı dikkatle ve özenle okudum. Doğrular var, ancak izaha ve delile muhtaç tarafları da mevcut. Benim tanıdığım Ayşe Hür, soyadına özgü tarihi konuları tam bir tarafsızlık içerisinde incelemesi gerekir diye düşünüyorum. Özellikle Rahmetli Demirel ile ilgili düzeltilmesi icap eden hususlar var. İleride nasip olursa bunları tek tek yazacağım. Yine de teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir