Tolstoy: “İlerlemenin iki ayağından biridir sanat”

İlerlemenin iki ayağından biridir sanat. İnsanoğlu, sözcükler aracılığıyla düşüncelerini, imgeler (sanat) aracılığıyla da duygularını iletir öteki insanlara; yalnızca şimdiyi değil, geçmişi ve geleceği de kapsayan bir iletişim söz konusudur burada. Bu ikili iletişim insanoğluna özgüdür; dolayısıyla da bunlardan birinin bile bozulması topluma zarar verir. İki farklı sonucu olur bunun: İlki, bozulan ayağın gerçekleştirmesi gereken işin toplumda yok olması; ikincisi de bozulan ayağın yarattığı zararlı etkiler.

Bugün her iki sonucu da gözlemekteyiz bizim toplumumuzda. Sanat ayağının bozulması, toplumumuzun yüksek sınıf ve tabakalarını bu ayağın gerçekleştirmesi gereken etkinliklerden önemli ölçüde yoksun bırakmıştır. Toplumumuzda büyük ölçüde yaygınlık gösteren, insanları yalnızca eğlendirmeye ve yozlaştırmaya yönelik taklit sanat ile yüksek sanat olarak görülen değersiz, ayrıksı sanat, toplumumuzda çoğu kişinin gerçek sanat yapıtlarını anlama yetisine zarar vermiş, böylelikle de onları insanlığın bugüne dek yaşadığı –ve insandan insana ancak sanat yoluyla geçen– en yüce duyguları yaşama olanağından yoksun bırakmıştır.

İnsanoğlunun sanatta gerçekleştirdiği en güzel şeyler, sanattan etkilenme yetisini yitirmiş insanlara yabancılaşır ve bunların yerini ya sahte (taklit) sanat ya da onların gerçek sanat olarak benimsedikleri değersiz sanat alır. Günümüzde ve toplumumuzda insanlar, şiirde Baudelaire, Verlaine, Moréas, İbsen, Maetherlinck; resimde Monet, Puvis de Chavannes, BurneJones, Stuck, Böcklin; müzikte Wagner, Liszt, Richard Strauss vb. vb. sanatçıların yapıtlarına hayranlık duyuyorlar ve bu insanlar artık en yüce sanattan da, en sade, yalın sanattan da anlama yetisine sahip değiller.

Yüksek sınıf ve tabakalar arasında, sanattan etkilenme yetisinin yitirilmesinin bir sonucu olarak insanlar sanatın yumuşatıcı, geliştirici etkilerinden yoksun olarak yetişir, eğitim görür ve yaşarlar; böylece de ne daha güzele ve kusursuza doğru ilerleyebilirler, ne de iyi insan olabilirler; tam tersine, nesnel (dışsal) gelişmişlik koşullarında daha yabanıl, kaba ve acımasız olurlar.

İlerlemenin olmazsa olmaz ayağı olan sanatın toplumumuzda etkisini yitirmiş olmasının yarattığı sonuç budur. Sapınç içine düşmüş sanatın yarattığı sonuçlarsa, hem çok daha ağır, hem çok daha fazladır.

Bu sonuçlardan ilk göze çarpan, yalnızca yararsız değil, çoğu kez zararlı da olan bir şey için harcanan muazzam emektir; bu da bir yana, gereksiz ve kötü bir şey uğruna paha biçilmez, telafisi olanaksız insan yaşamları harcanmaktadır. İşlevleri sefih birtakım düşünceleri yaymak olan sanat taklidi birtakım kitapları dizebilmek için gece gündüz – bazen günde on dört, on altı saat– çalışan, bu nedenle de kendileri için, aileleri için en zorunlu işleri yapmaya zamanları kalmayan ya da –çoğunlukla yine aynı sefih düşünceleri yayma işlevi taşıyan– tiyatrolarda, konser salonlarında, sergilerde, galerilerde sayıları milyonları bulan insanın ne büyük gerilim, ne büyük yoksunluklar içinde çalıştığını düşünmek bile korkunç geliyor insana! Ama en korkuncu, iyi ve güzel olan her şeyi yapabilecek yetenekte, canlı, hayat dolu çocukların küçücük yaşlarından başlayarak ve günde sekiz, dokuz saat çalışarak, üstelik de on, on beş yıl boyunca yapmak zorunda oldukları işlerdir; bu çocukların kimi gam yapmak, kimi kol ve bacaklarını döndürmek, parmak uçlarında yürümek ya da bacağını başından yukarı kaldırmak, kimi solfej okumak, kimi zorlana zorlana şiir okumak, kimi büstlere ya da çıplak doğaya bakarak resim yapmak, kimi belli bir dönemin kurallarına göre kompozisyon yazmak zorundadır ve insan onuruna yakışmayan –çoğu kez yetişkin olduktan sonra da sürdürdükleri– bu işler uğruna çocuklar fiziksel ve zihinsel bütün güçlerini harcar, yaşamın anlamını yitirirler. Bacaklarını kaldırıp ayaklarını boyunlarının üstüne koyan küçük akrobatları izlemenin insanın yüreğini paramparça ettiği söylenir; iyi de, on yaşında konser veren bir çocuğu izlemek daha mı az yürek paralayıcıdır? Ya dokuz, on yaşlarında Latince dilbilgisindeki kuraldışılıkları ezberden sayan bir ortaokul öğrencisi? Bu çocuklar fiziksel ve zihinsel olarak bozulurlar, hatta ahlak olarak da bozulurlar ve sonuçta insanlar için gerçekten gerekli herhangi bir şeyi yapamaz hale gelirler. Toplumda varlıklıların eğlencesi olma rolünü üstlenen bu gençler, insanlık onurlarını da yitirirler ve kendilerinde övülme, alkışlanma tutkusu o denli gelişir ki, şöhretperestlik hastalığına yakalanırlar ve bütün ruhsal güçlerini bu tutkularını tatmine harcarlar. İşin en elem verici, kahredici yanı ise şudur: Sanat uğruna yaşamlarını mahveden bu insanlar, sanata herhangi bir katkıda bulunmadıkları gibi, tam tersine büyük zarar verirler. Akademilerde, liselerde, konservatuvarlarda taklit sanatın nasıl yapılacağını öğrenen bu insanlar giderek öyle yozlaşırlar ki, gerçek sanatı üretme yetilerini tümüyle yitirirler ve dünyamızı sayısız örneğiyle dolduran taklit, değimsiz ya da ahlaksız sanatın üstencileri haline gelirler. Sanatta bozulmanın, yozlaşmanın ilk sonuçlarından biri budur.

İkinci sonuca gelince… Muazzam bir profesyonel sanatçı ordusu tarafından hazırlanan ve adına sanat yapıtları denilen eğlencelikler, günümüzün varsıllarına yalnızca doğadışı değil, insanlık dışı da bir yaşam sürme olanağı sağlıyor. Tembel, avare varsılların –onların özellikle de kadınlarının– doğadan, hayvanlardan uzak, yapay ortamlarda, gelişmemiş, güdük kalmış ya da tam tersine jimnastikle aşırı geliştirilmiş kaslarla, iyice azalmış yaşam enerjisiyle vb. yaşamaları, sanat adı verilen eğlencelikler bu insanların dikkatlerini yaşamlarının ne denli anlamsız olduğundan uzaklaştırmasa, tümden olanaksız olurdu; varsılları sıkıntıdan patlamaktan sanat kurtarıyor. Bu insanların yaşamlarından tiyatroları, konserleri, sergileri, piyano çalmayı, romansları, romanları… kısacası onların çok incelikli, estetik, bu nedenle de yararlı uğraşlar olarak gördükleri bütün bu etkinlikleri çıkarıp alın; şu kendilerine sanat koruyucusu denilen, tablolar satın alan, müzisyenleri koruyan, yazar çizerlerle oturup kalkan insanların elinden sanat koruyuculuğu denilen, onları ayakta tutan o çok önemli işlevlerini koparıp alın, hiçbiri yaşamını sürdüremeyecek, nasıl bir anlamsız, ahlaksız yaşam sürmekte olduklarının bilincine vararak, hepsi can sıkıntısından telef olup gidecektir. Bu insanların ne denli anlamsız ve acımasız, hatta doğaya bile aykırı bir yaşam sürmekte olduklarını fark etmeden yaşayabilmelerini sağlayan tek şey, kendi aralarında sanat diye adlandırdıkları uğraşlardır. Sanatta bozulmanın, yozlaşmanın ilkinden daha az önemli sayılamayacak ikinci sonucu da budur işte: Varsılların sahte, iğreti yaşamlarını sürdürülebilir kılmak, ona destek olmak.

Sanatın bozulmasının üçüncü sonucu, çocuklarda ve sıradan halk kesimlerinde yarattığı kavram kargaşasıdır. İçinde yaşadığımız toplumun sahte kuramlarıyla bozulmamış insanlar, yani çalışan halk ve çocuklar arasında kimlere, niçin saygı duyulacağı, kimlerin, niçin övüleceğine ilişkin kesinleşmiş yargılar vardır. Sıradan halk kesimleriyle çocukların gözünde övgünün olsun, yerginin olsun temelini oluşturan şey maddi ve manevi güçtür; maddi güç (Herkül, destan kahramanları, fatihler) ve manevi güç (insanlar uğruna krallığını ve ailesini bırakan SakiaMuni, inandığı gerçekler uğruna çarmıha gerilmeyi göze alan İsa ve bütün öteki azizler, ermişler, çilekeşler), bunlar sıradan halk ve çocuklar için anlaşılır şeylerdir. Onlar maddi güce saygı göstermek gerektiğini iyi bilirler, çünkü maddi güç karşısındakini buna zorlar. Bozulmamış bir insan iyiliğin gücüne –manevi güce– saygı göstermezlik edemez, çünkü o zaten bütün ruhsal varlığıyla bu güce doğru yönelmiştir. Derken birdenbire bu insanlar, sıradan halk ve çocuklar, maddi ve manevi güçlerinden dolayı saygı duyulan, övülen, ödüllendirilen insanların yanı sıra, salt güzel şarkı söyledikleri, dans ettikleri, şiir düzdükleri için, üstelik de gücün ve iyiliğin kahramanlarından daha çok saygı gören, övülen, ödüllendirilen birilerinin daha bulunduğunu, ayrıca da bunların paraya para demediklerini görür ve apışır kalırlar.

Puşkin’in ölümünden elli yıl sonra hem şiirlerinin ucuz baskıları halk arasında dolaşmaya başlamıştı, hem de ozanın Moskova’da bir anıtını dikmişlerdi. Bu anıt dolayısıyla onlarca köylüden, Puşkin’in böylesine onurlandırılmasının nedenini soran mektuplar aldım. Yine o sıralarda okur yazarlığı da olan Saratovlu bir esnaf ziyaretime geldi; bu anıt dolayısıyla adamın kafası öyle karışmıştı ki, Bay Puşkin’in “heykel”inin dikilmesine katkıda bulunan din adamlarına teessüflerini bildirmek için Moskova’ya gidiyordu.

Gerçekten de bir an durup, bulunduğu uzak kente, kasabaya ulaşan gazetelerden ya da kulaktan kulağa yayılan söylentilerden, Rusya’nın en önemli insanlarının, din büyüklerinin, yöneticilerin toplanıp görkemli bir törenle adamcağızın o güne dek adını bile duymadığı, Rusya’nın velinimeti, övüncü, Puşkin adlı yüceler yücesi birinin anıtını açtıklarını öğrenen böyle bir vatandaşın durumunu düşünün. Gazetelerin ağız birliği etmişçesine yazdıklarından ya da kulağına çalınanlardan şöyle bir çıkarsamada bulunacaktır doğallıkla bu vatandaş: Böylesine onurlandırılan biri ya olağanüstü bir şeyler gerçekleştirmiştir, ya fiziksel olarak çok güçlüdür ya da çok iyi bir insandır. Ve hemen Puşkin’in kim olduğunu, neler yapıp eylediğini öğrenmeye girişecektir. Puşkin’in bir destan kahramanı ya da muzaffer bir komutan olmayıp yalnızca özel bir insan, bir ozan olduğunu öğrenince de, bu Puşkin kutsal bir insan, bir iyilik yayıcısı olmalı diyecek ve bir an önce onun yazdıklarını ve yaşamını öğrenmeye çalışacaktır. Şimdi, bu vatandaşın Puşkin’in bir düelloda –yani bir başkasını öldürmek için tutuştuğu ikili kavgada– ölmüş, tek yaptığı iş açık saçık aşk şiirleri yazmak olan, gayri ciddi, havai biri olduğunu öğrendiğinde ne hale düşeceğini bir gözünüzün önüne getirin.

Destan kahramanlarının, Büyük İskender’in, Cengiz Han’ın ya da Napolyon’un büyük insanlar olduğunu kolayca anlar bu vatandaş, çünkü bunların her birinin onu ve onun gibi daha binlerce insanı mahvedebileceklerini bilir; Buda’nın, Sokrates’in ve İsa’nın da büyük insanlar olduğunu anlar, çünkü kendisinin ve bütün öteki insanların onlar gibi olmaları gerektiğini bilir, duyumsar; ama kadınlara duyduğu aşk üzerine şiirler yazan birinin neden büyük insan sayıldığını anlayamaz.

Aynı durum, Baudelaire’in Fleurs du mal’ini okuyan –ya da kendisine şiirin içeriği açıklanan– ve bu arada tıpkı Meryem Ana heykeli diker gibi Baudelaire’in heykelinin dikildiğini öğrenen her Bröton ya da Norman köylüsü de hayretler içinde kalmış olsa gerektir. Hele hele Verlaine’in sürdüğü acınası sefih yaşamı öğrendiğinde ve onun şiir diye yazdıklarını okuduğunda köylüceğizin şaşkınlıktan dili tutulmuştur. Halktan birinin, Patti ya da Taglioni’ye bir sezon için 100.000 kağıt ödendiğini ya da tek bir resmi bu kadar eden ressamlar olduğunu, aşk sahneleriyle dolu romanlar yazanlarınsa bundan da çok kazandığını öğrendiğinde düşeceği durumun ne kadar içler acısı olacağı kolayca kestirilebilir.

Aynı durum çocuklar için de geçerli. Ben bu apışma, şaşıp kalma evresini nasıl atlattığımı ve sanatçıların tıpkı destan kahramanları ya da azizler, çilekeşler denli övülmeleriyle nasıl uzlaştığımı, bunu kendime nasıl kabul ettirdiğimi iyi anımsıyorum: Zihnimde manevi değerlerin önemini, anlamını düşürüp, sanat yapıtlarının doğal olmayan, sahte önem ve anlamlarını abartarak üstesinden gelmiştim bunun. Sanatçılara bol keseden onur payeleri, ödüller, unvanlar dağıtıldığını gören her çocuk, halktan her insan, benzer ruhsal süreçlerden geçer. Toplumumuzda sanata yanlış bakışın üçüncü sonucu da budur.

Toplumumuzun sanata bakışındaki çarpıklığın dördüncü sonucunu ise, güzellikiyilik çelişkisiyle her gün daha sık karşılaşan yüksek sınıftan insanların, güzellik idealini en yüce ideal yerine koymaları, böylelikle de kendilerini ahlaki zorunluluklardan bağışık görmeleri oluşturmaktadır. Bu insanlar rolleri çarpıtarak, hizmetinde oldukları sanatın ne denli geri olduğu gerçeğini kabul edecek yerde, maneviyatı, ahlakı, kendilerinin bulunduğunu varsaydıkları yüksek düzeye erişmiş insanlar için hiçbir önemi ve işlevi olmayan, geri, ilkel bir kurum olarak görmektedirler.

Sanata bakışımızdaki çarpıklığın bu sonucu toplumumuzda nicedir kendini göstermekteydi; ama son zamanlarda bu görüşün peygamberliğine soyunan Nietzsche ve onun izleyicileriyle, bunların hınk deyicisi dekadanlar ve İngiliz estetikçileri tarafından pek bir küstahça dile getirilmeye başlanmıştır bu görüş. Oscar Wilde benzeri dekadan ve estetler, yapıtlarında açıkça ahlakı yadsımakta, kendi sefih yaşam biçimlerine övgüler düzmektedirler.

Bu sanat, ortaya çıkmasına da kısmen katkıda bulunduğu bir felsefeyle önemli ölçüde örtüşür. Bu yakınlarda Amerika’dan bir kitap geçti elime: The Survival of the Fittest: Philosophy of Power. 1897 by Ragnar Redbeard, Chicago, 1896. Yayıncının da önsözde belirttiği gibi, kitapta özetle şunlar anlatılmaktadır: İyiyi, Yahudi peygamberlerin ve ağlayan (weeping) Mesih’in sahte felsefeleriyle değerlendirmeye kalkmak çılgınlıktan başka bir şey değildir. Hak, öğretilerden değil, iktidardan doğar. Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma diyen bütün yasaların, buyrukların, öğütlerin ve öğretilerin kendi başlarına hiçbir önemleri yoktur; onları önemli, güçlü kılan şey kırbaç, kılıç ve zindandır. Gerçekten özgür bir insan, dünyevi ya da ilahi hiçbir buyruğa uymak zorunda olmayan insandır. Boyun eğme, yozlaşma belirtisidir; boyun eğmeme ise, kahramanlık. İnsanlar, düşmanlarınca uydurulmuş söylenceleri umursamamalıdır. Bütün dünya kaygan bir savaş alanıdır. Yenilenin sömürülmesi, eziyet görmesi ve aşağılanması, ideal adaletin gereğidir. Özgür ve yürekli olan biri bütün dünyayı ele geçirebilir. O yüzden de, hayat, toprak, aşk, kadınlar, iktidar, altın uğruna hiç bitmeyen savaşlar olacaktır, olmak zorundadır. (Birkaç yıl önce ünlü ve zarif akademisyen Vogüé de benzeri şeyler söylemişti.) Yeryüzü bütün hazineleriyle “cesur insan için bir ganimet alanı”dır.

Sanatçının Nietzsche’den bağımsız olarak –ve kendi de farkında olmadan– yeni sanatçılarca yayılmaya çalışılan sonuçlara ulaştığı görülüyor.

Öğreti biçiminde sunulduğunda oldukça ürkütücü geliyor insana bu düşünceler. Gerçekteyse, güzelin hizmetindeki sanatın ulaşmak istediği ideali, hedefi dile getiren şeylerdir bunların tümü. Bizim yüksek sınıfların sanatı, insanlarda “üstün insan” idealini geliştirmeye çalışırken, gerçekte Stenka Razinlerin, Cengiz Hanların, Robert Macairelerin, Napolyonların ve onların hempalarının ideallerini yaymaya, yerleştirmeye çalışmaktadır.
İdeallerdeki bu yer değişimi, yani ahlak idealinin yerine güzellik, bir başka deyişle haz idealinin geçirilmesi, sanattaki yozlaşmanın toplumumuzda yol açtığı dördüncü korkunç sonuçtur. Bu yoz sanatın geniş halk yığınları arasında yaygınlık kazanması durumunda –ki usuldan yayılmaya başladı bile– insanlığın başına neler gelebileceğini düşünmek dahi korkunç.

Toplumumuzun Avrupai kesiminde –yüksek sınıflarda– gelişen sanatın beşinci ve en önemli sonucu ise, insanoğlu için düşünülebilecek en kötü, en zararlı duyguları (yurt sevgisine ilişkin kör inançlarla, şehvet duygularını) yayarak toplumu yozlaştırmasıdır.

Dikkatle baktığınızda halk yığınlarındaki cehaletin genel olarak düşündüğümüzün tersine, okul ya da kitaplık eksikliğinden değil, kiliseye ya da yurt sevgisine ilişkin kör inançlardan kaynaklandığını görürsünüz; bütün sanat kolları tarafından dur durak bilmeksizin üretilen kör inançlara gömülmüştür halk boğazına dek. Kiliseye ilişkin kör inançlar şunlardır: dualar, ilahiler, resimler, yontular, ikonalar, şarkılar, orglar, mimari ve tiyatro. (Evet, ayinler sırasında dramatik sanatlardan yararlanılarak resmen tiyatro yapıldığı da olur.) Yurtseverliğe ilişkin kör inançlar ise şunlardır: daha ilkokullarda öğretilmeye başlanan şiirler, öyküler, marşlar ile görkemli resmi geçitler, resmi kabuller, askerliği yücelten resimler ve anıtlar.

Bütün sanat dalları dur durak bilmeksizin halkı din ve yurt sevgisine ilişkin olarak sersemletmemiş, öfke ve kin duygularına gömmemiş olsaydı, yığınlar çoktan gerçek aydınlığa kavuşmuş olacaklardı. Üstelik sanatın yozlaştırıcı etkisi yalnız kiliseyle ve yurtseverlikle de sınırlı değildir.

Günümüzde sanatın insanları cinsellik gibi toplumsal yaşamın en önemli alanlarından birinde yozlaştıran başlıca etken olduğu görülmektedir. Cinsel tutkulardaki sınır tanımazlığın ne büyük ruhsal ve bedensel acılara mal olduğunu, bu uğurda ne inanılmaz çabaların heba olup gittiğini herkes kendisinden, ana babalar da çocuklarından bilir.

Çıkış nedeni cinsel tutkulardaki sınır tanımazlık olan Troya savaşından tutun da, her gün gazetelerde yer alan aşk intiharlarına ya da cinayetlerine kadar, dünya kuruldu kurulalı insanoğlunun içinde debelenip durduğu acılardaki en büyük pay hep bu cinsel kudurmuşluğundur.

Çok küçük bir istisnayla, gerçek ya da sahte bütün sanatlar, bütün çeşitlilikleriyle her türden cinsel aşkı tasvir, tahrik ve teşvik etmeye adamışlardır kendilerini. Edebiyatımızı baştan aşağı istila etmiş olan en incesinden, en kabasına dek aşk ve cinsel tutku tasvirleriyle dolu şu mahut romanları anımsadığınızda… Çıplak kadın bedenlerini işleyen resimleri, yontuları, ilan ve reklam panolarını kaplayan iğrençlikleri düşündüğünüzde… toplumsal yaşamımızın her alanını, her yanı kaplamış olan operaları, operetleri, aşk şarkılarını vb. düşündüğünüzde ister istemez, toplumumuzda bugün geçerli olan sanatın tek bir hedefinin bulunduğunu, o hedefin de ahlaksızlığı en geniş ölçüde yaymak olduğunu görürsünüz.

Toplumumuzu bugün kemirmekte olan sanatta bozulmanın yol açtığı sorunların belli başlıları, bunlar. Toplumumuzda sanat diye adlandırılan şeyin insanlarımızın ileri gitmesine en ufak bir katkıda bulunmak şurada dursun, tam tersine, toplumsal hayatımızın iyileşmesinin karşısındaki en büyük engel olduğu görülmektedir.

O bakımdan sanat etkinlikleriyle ilgisi olmayan, dolayısıyla ülkemizde bugün geçerli olan sanatla çıkar ilişkisi içinde bulunmayan herkesin kafasına ister istemez takılacak olan ve benim de bu kitabın en başında sorduğum, “Adına sanat denilen, toplumun bir avuç kesiminin ulaşabildiği etkinlik, uğruna heba edilen onca şeye, maddi ve manevi onca özveriye, hatta uğrunda yitirilen onca insan canına değer mi?” sorusunun yanıtı doğallıkla şu olacaktır: “Hayır, böyle bir şey doğru değildir, adil de değildir, böyle şey olamaz!” Sağduyunun ve çarpıtılmamış, sakatlanmamış ahlak duygusunun vereceği yanıt budur.

Aramızda sanat diye adlandırdığımız şey uğruna özverilerde bulunmak, kurbanlar vermek şurada dursun, daha güzel bir yaşam sürmek isteyen herkes, var gücüyle bu sanatı yok etmek için çaba göstermelidir; çünkü o, insanlığın içini karartan, ona zarar veren kötülüklerin en acımasız olanıdır. Hıristiyan uygarlığımız için hangisi daha iyi olurdu: Sanat adı verilen şeyden, yanlışları ve barındırdığı bütün iyi yanlarıyla hepten yoksun kalmak mı, yoksa gelişmesi için ona destek olmayı sürdürmek ya da bugünkü haliyle varlığının sürmesine göz yummak mı? Böyle bir soruyla karşı karşıya kalmış olsaydık, her aklı başında ve ahlaklı insanın bu soruya da vereceği yanıt, Platon’un Devlet’inde sunulan ya da Hıristiyan ve Müslüman din bilginlerince getirilen yanıtın aynısı olurdu; yani: “Sanatın hiç olmaması, bugün sanat diye yürütülmekte olan ahlaksızlığın ve sanat öykünmeciliğinin sürüp gitmesinden çok daha iyidir!” Bereket versin ne kimse böyle bir sorunun muhatabıdır, ne de soruya öyle ya da böyle bir yanıt verme zorunluluğu söz konusudur. Konumumuz gereği hayatta karşılaştığımız ya da iç içe olduğumuz durumların önem ve anlamını kavramak gibi bir olanağa sahip bulunan biz eğitimliler de, insanların yapabildikleri her şeyi yapabilmeliyiz, yapmalıyız: İçinde bulunduğumuz yanılgıları, yanlışları görmeli, inat edip ayak diremeksizin onlardan kurtulmanın yollarını aramalıyız.

L.N. TOLSTOY

SANAT NEDİR?
RUSÇA ASLINDAN ÇEVİREN: MAZLUM BEYHAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir