10 Başlıkta ”Her Şeyin Şafağı: İnsanlığın Yeni Tarihi ” Kitabı
“David Graeber, David Wengrow, Kerim Kartal – Her Şeyin Şafağı: İnsanlığın Yeni Tarihi” kitabından nsanlık tarihi, toplumsal örgütlenme, eşitlik, özgürlük ve iktidarın kökenleri hakkında geleneksel anlatılara meydan okuyan zengin bir bilgi tabanı sunan kitabı on başlıkta anlamak isterseniz ;
- Geleneksel Tarih Anlatılarının Eleştirisi: Kitabın yazarları, insanlık tarihine dair genel anlatıların genellikle hatalı olduğunu, ciddi siyasi sonuçlar doğurduğunu ve geçmişi gereksiz yere yavan hale getirdiğini savunmaktadır. Özellikle, insanlığın bir zamanlar mükemmel bir durumda var olduğunu ve her şeyin ters gitmeye başladığı belirli bir noktanın belirlenebileceğini varsayan bir çerçevelemenin (“Cennet Bahçesi” veya ilkel masumiyet gibi) ilginç sorular sormayı neredeyse imkansız hale getirdiğini belirtirler. Bu anlatılar genellikle doğrusal bir evrim çizgisi varsayar, oysa yazarlar, insanlık tarihinin kaydının garip, kesik kesik tarzda şekillendiğini öne sürer. Ayrıca, sosyal bilimlerin genellikle insanları özgür olmayan varlıklar olarak ele alarak, eylemlerinin ve anlayışlarının kontrolleri dışındaki güçler tarafından belirlendiğini varsaydığını, bunun da insanların kendi kaderini şekillendirme yeteneğini göz ardı ettiğini vurgularlar.
2. “İyi” ve “Kötü” Gibi Kavramların İnsana Özgü ve Üretilmiş Olduğu: Yazarlar, insanların temelde iyi mi yoksa kötü mü olduğunu tartışmanın, insanların temelde şişman mı yoksa zayıf mı olduğunu tartışmakla aynı kapıya çıktığını belirtir. Bu tür kavramların, insanların kendilerini başkalarıyla karşılaştırmak için uydurduğu şeyler olduğunu savunurlar. Tarih öncesi üzerine düşünülürken bu tür sorulara dönülmesinin yanıltıcı olduğunu ima ederler.
3. Eşitsizlik Kavramının Muğlaklığı ve Eleştirisi: “Eşitsizlik”in kaygan bir terim olduğunu ve hatta “eşitlikçi toplum” tanımının bile net olmadığını ileri sürerler. Eşitsizliği tartışmanın genellikle teknokrat reformcular çağının bir yöntemi olduğunu, bunun da gerçek bir toplumsal dönüşüm vizyonunun masada bile olmadığını varsaydığını belirtirler. Bu tür tartışmaların istatistiklere, katsayılara ve vergi rejimlerini ayarlamaya odaklandığını, ancak altta yatan sorunun yapısı hakkında derinlemesine bir çözüm sunmadığını ima ederler. Yazarlar, “eşitsizliğin” nasıl böyle bir sorun haline geldiğini sormayı önerirler. Ayrıca, “eşitlikçi” teriminin genellikle olumsuz olarak tanımlandığını (hiyerarşilerin yokluğu gibi) ve pozitif bir tanımının daha karmaşık olduğunu belirtirler. Tarihsel olarak “eşitlikçi” denilen toplumların sadece yetişkin erkekler arasında eşitlikçi olabileceğini veya cinsiyet ilişkilerinin eşitlik dışında her şeye benzeyebileceğini de eklerler. Bilinçli “eşitlik” fikirlerinin insanlık tarihine nispeten geç katıldığını ve ortaya çıktıklarında bile nadiren herkes için geçerli olduklarını belirtirler.
4. İnsanların Özgürlük Eğilimi ve Otoriteye Direnişi: Kaynaklar, uzak atalarımız arasında kendi topluluğunu terk etme, mevsimsel olarak toplumsal yapılar arasında gidip gelme ve sonuçlarına katlanmaksızın otoritelere itaat etmeme özgürlüğünün gayet normal göründüğünü öne sürer. İnsanların tarihlerine ilkel bir masumiyet durumunda değil, kendilerine ne yapılması gerektiğinin söylenmesine karşı bilinçli bir hoşnutsuzlukla başladıklarını belirtirler. Gerçek belirsizliğin, reislerin veya kralların ilk ortaya çıkışında değil, sarayları dışında onlara gülmenin artık mümkün olmadığı zaman başladığını iddia ederler. Prehistorik insanların yöneticilerden, hükümetlerden ve bürokrasilerden bağımsız olmalarının, bizim hayal gücünden yoksun olduğumuz yerde onların yaratıcı olmalarından kaynaklanmış olabileceğini düşünmeye teşvik ederler.
5. Özel Mülkiyetin Gelişimi ve Kutsallıkla İlişkisi: Gerçek hukuki mülkiyetin belirleyici özelliğinin, kişinin ona bakmama ve hatta istediği zaman onu yok etme seçeneğine sahip olması olduğunu (“dominium”) öne sürerler. Mutlak (“özel”) mülkiyetin, kişisel özerkliğin en önemli değer olarak görüldüğü toplumlarda, genellikle kutsal bağlamlarla sınırlı olarak var olan tek önemli ve münhasır mülkiyet biçimi olduğunu belirtirler. Özel mülkiyet kavramı ile kutsal kavramı arasında derin bir biçimsel benzerlik olduğunu, her ikisinin de esasen dışlamak için var olan yapılar olduğunu savunurlar. Avustralya Batı Çölü’ndeki katılım ayinleri örneğini vererek, günlük hayatta hüküm süren özgür ve eşit ilişkilerin, ayin bağlamlarında katı hiyerarşilere ve görev bilincine dayalı emirlere itaate dönüşebildiğini ve bu bağlamlarda münhasır (kutsal) mülkiyet biçimlerinin var olduğunu gösterirler.
6. Neolitik Çağ ve Tarımın Farklı Yüzleri: İlk tarım topluluklarının çoğunun nispeten makam ve hiyerarşilerden bağımsız olduğunu belirtirler. Tarımın benimsenmesinin özel toprak mülkiyetinin başlangıcı veya toplayıcı eşitlikçilikten geri dönülmez bir ayrılma anlamına geldiğini varsaymak için hiçbir neden olmadığını savunurlar; bazen bu şekilde olmuş olsa da, artık öngörülen bir varsayım olarak ele alınmaması gerektiğini belirtirler. Özellikle Bereketli Hilal’in ilk birkaç bin yılında durumun tam tersi göründüğünü eklerler. “Sele çekilmesi” veya düşük seviyeli tarım gibi yöntemlerin, doğayı işin çoğunu kendileri için yapmaya “ikna etme” bilimi olduğunu, hakimiyet veya sınıflandırma bilimi olmadığını belirtirler. Bu tür tarımın genellikle avcılık, toplayıcılık ve ticaret gibi diğer faaliyetleri sürdürmek için gerekli minimum geçim işi olarak yapıldığını ima ederler (“gönülsüz çiftçiler”).
7. Şehirlerin Kökenleri ve Çeşitliliği: On binlerce insanın yaşadığı yerleşim yerlerinin, insanlık tarihinde ilk kez yaklaşık 6000 yıl önce, neredeyse her kıtada, ilk önce birbirinden kopuk olarak ortaya çıktığını belirtirler. Bu ilk şehirlerin ne kadar farklı olduğunun şaşırtıcı olduğunu, bazılarının sınıf ayrımından, servet tekellerinden veya yönetim hiyerarşilerinden yoksun olduğunu öne sürerler. Şehir formlarında bilinçli bir deneyi önerecek kadar aşırı değişkenlik sergilediklerini savunurlar. Mevsimlik toplanma alanlarının yavaş yavaş kalıcı yerleşimlere dönüşmesi gibi basit bir hikayenin gerçekle örtüşmediğini belirtirler. Erken şehir tapınaklarının iş gücünün, gidecek başka yeri olmayan veya yoksulluk, hastalık gibi nedenlerle savunmasız hale gelen şehirli muhtaç kimselerden oluşabileceğini düşünürler.
Örnek Şehirler ve Toplumsal Yapılar:
- Göbeklitepe: Yaklaşık 30.000 yıl önce sosyal tabakalaşma olabileceğine dair bazı arkeolojik kanıtlar (anıtlar, görkemli gömüler) sunar. Ancak, bu yapıları inşa edenlerin bildiğimiz kadarıyla henüz çiftçiliğe başlamadığını belirtirler. Binlerce yıl boyunca anıtlar ve görkemli gömüler görülmesine rağmen, devletlere benzeyen yapıların veya rütbeli toplumların büyümesine işaret eden çok az şey görüldüğünü vurgularlar.
- Çatalhöyük: Genel planının tekdüzeliği ima etse de, binaların içindeki hayatın tam tersini işaret ettiğini, belirgin bir “ürkütücü” iç tasarım anlayışı olduğunu belirtirler. Merkez otoriteye dair kanıt olmadığını, her hanenin az çok kendi başına ayrı bir dünya gibi göründüğünü, depolama, üretim ve tüketim yeri olduğunu söylerler. Hanelerin kendi ritüelleri üzerinde önemli ölçüde kontrole sahip olduğunu, ancak ritüel uzmanlarının haneler arasında yer değiştirmiş olabileceğini belirtirler. Kadın heykelciklerinin gebeliği değil, yaşlılığı gösteriyor gibi göründüğünü ve yaşlı kadın liderlere ilgiyi ortaya çıkardığını, ancak onlara eşdeğer yaşlı erkek lider temsillerinin bulunamadığını belirtirler. Kadınların erkeklerden daha iyi hayat standartlarına sahip olduğuna dair kanıt olmadığını, ancak sanatta eril ve dişil temaların (erkekler için av, kadınlar için yaşlı formları) farklı sektörlerde ayrı tutulmuş gibi göründüğünü belirtirler. Toplumsal yapının mevsimsel değişiklikler gösterdiğini ve bu dikkatle dengelenmiş değişimlerin kasabanın ayakta kalması için önemli olduğunu öne sürerler.
8. Bürokrasi ve Yönetim Kavramları: Ayllu gibi bazı toplumlarda (İnka döneminde, ancak kökleri tarih öncesine dayalı olabilir) muhasebe sistemlerinin (khipu gibi) borçları kaydetmek ve silmek, tarım arazilerini yeniden dağıtmak ve ihtiyaç sahiplerini (yaşlılar, hastalar, dul ve yetimler) gözetmek gibi işlevler gördüğünü, bunun da bir tür köy bürokrasisi olduğunu belirtirler. Bu sistemlerin temelinde belirgin bir eşitlik idealinin yattığını ve denklik sisteminin herkese bir tarafsızlık ve eşitlik havası sağladığını savunurlar. Ancak, bu tür muhasebe işlemlerinin başka amaçlara yönlendirilebileceği tehlikesine dikkat çekerler; egemenlik ve yönetimin potansiyel olarak ölümcül bir birlik oluşturmasının, yönetimin eşitleyici etkilerini alıp onları toplumsal tahakküm, hatta zorbalık araçlarına dönüştürmesinden kaynaklandığını söylerler. “Devlet” teriminin, tutarlı bir tanımı olmamasına rağmen, genellikle bilimsel kabul edildiği için sosyal bilimlerde tercih edildiğini, ancak bunun da artan karmaşıklık ve hiyerarşi anlatısına takılıp kalmaya neden olduğunu belirtirler.
9. Yerli Eleştirisi ve Aydınlanma Üzerindeki Etkisi: Avrupalıların, seyahat edebiyatı ve misyonerlerin felsefi tartışmaları aracılığıyla Kuzey Amerika yerlilerinin siyasi fikirlerine maruz kaldığını ve bu fikirlerin Aydınlanma Çağı’nın oluşumunda önemli rol oynadığını öne sürerler. Kandiaronk gibi yerli düşünürlerin, Avrupalı okurlar için siyaseten zorlayıcı ve büyüleyici olan fikirler sunduğunu belirtirler. Bu eleştirilerin, Avrupalıların mülkiyet ayrımı, rütbe farklılıkları ve yasalar gibi kendi toplumsal düzenlemeleri hakkındaki varsayımlarına meydan okuduğunu gösterirler. Yerli düşünürlerin rasyonel, şüpheci ve diyalog tarzında tartışmalar yürüttüğünü ve bunun da Avrupa Aydınlanması’yla özdeşleşen akılcılık biçimine benzediğini savunurlar. Ancak, Avrupalıların yerli düşünürlerden fikir aldıklarını açıkça söylediklerinde bile, tarihçilerin genellikle bu fikirlerin ciddiye alınmaması gerektiği sonucuna vardığını, onları yanlış anlama veya Avrupa fikirlerinin naif yansımaları olarak gördüğünü eleştirirler. Hem yerlileri “doğanın masum çocuğu” olarak idealize etmenin hem de söylediklerini tamamen görmezden gelmenin, anlamlı bir konuşmayı engellediğini belirtirler.
10. İktidar Biçimleri: Şiddet, Bilgi ve Karizma: Yazarlar, ilk aşamada (birinci dereceden rejimler) siyasi yapıların temelinin şiddet, bilgi veya karizma olabileceğini gösterirler. Bu tür rejimlerin belirgin bir şekilde sınırlan çizilmiş bir elit etrafında örgütlendiğini ve “eşitlikçi” olarak tanımlanamayacağını belirtirler. Ancak, bu elitlerin varlığının temel özgürlükleri (hareket özgürlüğü gibi) ne ölçüde kısıtladığının açık olmadığını eklerler; örneğin, Natchez tebaasının Büyük Güneş’in civarından uzaklaşmasının çok az muhalefetle karşılandığı görülmektedir. Keyfi gücün (özellikle şiddet yoluyla) ilahi veya üstün bir güçle özdeşleştirilme eğilimi olduğunu, ancak bu tür bir dokunulmazlığın aynı zamanda kişiyi kısıtlamalarla çevrelediğini ve eylem özgürlüğünü sınırladığını öne sürerler. Bazı toplumlarda dış şiddet (esir alma) ile iç bakım (esiri topluma entegre etme veya işkence) arasında bir bağlantı kurulduğunu ve bunun esnek ilişkilerin nasıl sabitlendiğinin bir örneği olabileceğini düşünürler.
Bu fikirler, insanlık tarihinin geleneksel, doğrusal ve kaçınılmaz olarak hiyerarşiye veya devlete doğru ilerlediği anlatısına meydan okur. Bunun yerine, geçmişte çeşitli ve esnek toplumsal örgütlenme biçimlerinin var olduğunu, özgürlük, eşitlik ve mülkiyet gibi kavramların bağlama göre çok farklı anlamlar taşıdığını ve Avrupa düşüncesinin bile dışarıdan gelen eleştirilerden etkilendiğini göstermektedir.
Kaynak : “David Graeber, David Wengrow, Kerim Kartal – Her Şeyin Şafağı: İnsanlığın Yeni Tarihi”


