Yunan felsefesinin doğuşu bir mucize mi?

Yunanlının Yazılı Bir Gelenek Yaratması
Öykümüz ve dolayısıyla, bizim açımızdan çok daha önemli olan ikinci husus, Sokrates’in, ölüm cezasına çarptırılmış olmasına rağmen, oldukça talihli biri olması, çok hoş ve iyi bir karaktere sahip bulunmasıdır. Bu talih ya da kaderin hoş veya iyi olmasını belirleyen olgu da insanlık tarihinin en büyük yazarlarından biri olan Platon gibi birinin onun öğrencisi olmuş olmasıdır. Platon mükemmel bir öğrenci, coşkulu bir hayran, dikkatli bir izleyici, birinci sınıf bir yazar, büyük bir eğitimci ve gerçek bir felsefe dehasıydı. İşte bu büyük filozof, Sokrates’in tartışmalarını ve felsefi muhabbetlerini baştan sona dinleyip kaydettikten sonra, bir bütün olarak işleyip tamamen dönüştürdü. Böylelikle, sonuçta ortaya çıkan diyaloglar, felsefede tamamına sahip olduğumuz ilk eserler bütünü oldu. Gerçekten de bu diyaloglar külliyatı, bütün bir felsefe tarihinin Platon’a düşülmüş dipnotlar olmasını temin edecek kadar önemli ve şaşırtıcı eserlerdir. Buradan öncelikle şu sonuca varabiliriz: Platon olmasaydı eğer, Sokrates’in kendisi muhtemelen Yunan düşüncesi tarihinde çok önemsiz bir dipnot olurdu.

Çünkü üstat yazının insan zihnini tembelleştirdiğine inandığı için yazılı hiçbir
şey bırakmamıştı. Fakat çok daha önemlisi Sokrates olmasaydı, Platon
herhalde hiç olmazdı. Ve nihayet Platon olmasaydı, Sokrates’ten önceki
filozoflarla ilgili bütün bilgileri kendisinden aldığımız Aristoteles de
olmayacaktı. Demek ki Sokrates yaşamasaydı eğer, bizim bildiğimiz şekliyle
Yunan felsefesi diye bir şey hiç olmayacaktı. Buradan hareketle, Yunan
felsefesini öne çıkartan şeyin, bu felsefenin yazılı bir gelenek oluşturması,
yani üretilen düşüncelerin, onları okuyacak ve okullara yazılacak öğrencilerin
bulunduğu bir ortamda kâğıda dökülmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Demek ki Yunan felsefesi, sadece tarihsel bir ilginin konusu olmak
bakımından değil fakat sonraki Batı felsefesine olduğu kadar, İslam
felsefesine de etki ettiği için oldukça önemli bir felsefedir. Buna göre,
Yunanlılar felsefeyi ve hatta doğa bilimlerini, sonraki Avrupa felsefesi ve
bilimini mümkün kılan temel fikirlerle teçhiz edip, felsefenin sonradan
alacağı neredeyse bütün tipik formları geliştirmişlerdir. Ortaçağın Kilise
felsefesi olarak skolastisizm bile, ondan vazgeçmemiş ve felsefe bu sıralarda
salt teolojik bir Aristotelesçilik formunda donma tehlikesiyle karşı karşıya
kaldığında, onu zincirlerinden Yunan ruhu kurtarmıştır; Rönesans’ta düşünce
ve araştırmaya yepyeni bir canlılık kazandıran ve modern çağın felsefesinin
yolunu hazırlayan felsefe de hemen tamamen Yunan felsefesi olmuştur.

Doğduğu dönemde, dünyada hiçbir şekilde tek felsefe olmadığı gibi
diğerleri karşısında aşırı veya büyük bir üstünlüğü de bulunmayan bu önemli
felsefenin Antik Yunan’da MÖ 6. yüzyıldaki doğuşunu açıklamak amacıyla;
tarih içinde, özellikle Batı uygarlığının kolonyalist amaçlarla dünyanın çeşitli
yerlerine yayılmaya başladığı andan itibaren çok çeşitli yollar; çoğunlukla
ideolojik, bazen sosyolojik, seyrek olarak da felsefi açıklamalar
geliştirilmiştir. Demek ki bir toplumda veya kültür çevresinde felsefenin
doğuşu, her şeyden önce izahı imkânsız bir olay olamaz; o, öte yandan,
sadece bir ulusun, hatta bir ırkın üstün birtakım özellikleriyle açıklanabilecek
bir mucize de değildir:

Çünkü Yunanlılardan önce, ilkin Mısır ve Mezopotamya’da, başta
astronomi, tıp ve matematik alanlarında olmak üzere ciddi bir bilimsel
faaliyet, yine İran, Mısır ama özellikle de Çin ve Hint’te önemi asla
azımsanamayacak bir felsefi düşünce geleneği yaratılmıştır. Yunan hikmeti,
yani felsefesi ve bilimi, bütün bu yörelerde, neredeyse eşzamanlı olarak
başlayan entelektüel bir faaliyetin, tarihsel koşulların mümkün kıldığı hoş ve
biraz da rastlantısal bir devamıdır. Demek ki Yunan felsefesinin doğuşu asla
bir mucize olmayıp, onu mümkün kılan tarihsel ve kültürel oluşumlar bir
şekilde ortaya konabilir.

Ahmet Cevizci,
Felsefe Tarihi
Say Yayınları