Sürgünde Hayat Unutulmuş Bir Öyküdür – Nejdet Evren
Çağdaş hakların belki de en önemlisi – ki, “en” olgusu her yönüyle tartışmaya açık olmakla birlikte – yaşama hakkıdır. Hayatı insanın ya da herhangi bir canlının salt beden bütünlüğünü koruması, onu geliştirmesi, çoğalması ile sınırlı ele almak onu ana damarlarından koparmaktan başka bir şey değildir; zira salt organik canlılığın sürdürülmesi şeklinde korunan bir hak olarak sınırlandırılmış olsaydı insan-robot, canlı-robot arasında organik ve inorganik olmak dışında bir fark kalmazdı. On binlerce yıl yıl süren ve hala sürmekte olan sınıf savaşımları her insanın ayrı bir birey/özne kabul edilmesi ile ve de onun özde ya da sözde – çok fark etse de – özgür olduğu, olması gerektiği düşüncesi ve edimiyle farklı bir noktaya taşınmıştır; insan önce reaya ve serf olmaktan kurtulmuş ve daha sonra aydınlanmacı aklın özgür kıldığı kölelere dönüşmüş olmasına rağmen bireyin seküler bir tarzda, mülkiyet ilişkisinin nesnesi olmaktan çıkmış bir durumda olmasının politik olarak bir ilerleme olduğu söylenebilir. Yaşama hakkının evrensel normlarda kabul edilmesine, düşünülmesine ve bu yönde çabalar sarf ediliyor olmasına karşın tüm canlı yaşamının örgütlü ya da örgütsüz tehdit altında olması bu hakkın gerçek manada teslim edilmediği, savunulup gerekli koşulların sağlanmadığı ve göreceli olarak korunduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. İnsanı diğer canlılardan bu kadar yücelten şey ile insanı ve tüm canlılığı bu denli yaşamdan koparmaya yönelen şey arasındaki çelişki insan egosunu aşan bir durumdur. Yaşama arzusuna dayalı iç-güdünün sınırları hayatta kalabilme ile belirlenirken, bu sınırın aşılması durumunda hayatta kalma iç-güdüsünün varlığından artık söz edilemeyeceği aşikardır. İnsanı ve canlıyı yok etme iradesinin insana dair bir istenç olması, gelinen aşamada insanın hala özgür ve eşit özne olmadığının açık bir işareti gibidir. “En” kutsal hak olan yaşama hakkı diğer haklarla kaynaştırılmadığı, desteklenmediği sürece ne anlam ifade edebilir ki?
Yaşama hakkının özde korunabilmesi için doğal çevrede yaşayabilme, yaşamını sürdürebilme olanaklarına her bireyin erişim hakkının mutlaka bulunması ve korunması gerekir. Zira üretim ve üretim araçlarına eşit erişim hakkının, kendini sosyal bir özne olarak gerçekleştirebilme olanağının bulunduğu en saf, doğal, bir çok sosyal-politik-ekonomik engelden arınmış yer, insanın doğal yaşama alanıdır. Geçmişte ve halen yaşanmakta olan tüm göçler, sürgünler yaşama olanaklarına erişim için yer değiştirmek özgür iradenin/istencin gerçekleştirdikleri edimler olamazlar; zira insan, doğal çevresinde tüm geçmişi ile oluşturduğu sosyal kimliği ile varlık kazanabilmektedir. Bu varlığın bir yerde ketlenmesi, adeta sıfırlanması/başka bir deyişle yeni bir coğrafyada ve yeni sosyal kalıplarda inşa edilmesi, kurulması önceki kimliğin tümden reddi ve yeni bir kimliğin canlandırılması gibi bir metafor ile karşılaşmakla eş anlamı gibidir. “ Sürgünler, göçmenler, mülteciler ve topraklarından koparılan kişiler, yeni çevrelerde başlarının çaresine bakmak zorundadır.” (1) Bu zorluğun temelinde ekonomik olarak varlık sürdürebilme olgusu yatmakla birlikte bununla sınırlı olmadığı da kesindir. Zira, kültür dokusundaki kayma, dil, öğrenim, giyimden kuşanmaya kadar tüm entelektüel var olma biçimlerindeki farklılaşmalar ile ayrı bir derinlik ve mücadele şekli kazanır ve bu aynı zamanda üst yapıdaki politik edimlere ve çatışmalara zemin hazırlar.
Üretim araç ve gereçlerine, üretilenlere ve tüketim maddelerine erişimde eşitliğin olmadığı tüm toplumlarda göçe zorlanan insanların yerleşik kültür/toplumun bireyleri üzerindeki baskısı temelde ekonomik çıkarlar üzerinde şekillenecektir. Paranın egemen olduğu sosyal-siyasal yapıda ekonomik varlığı olmayanın yaşama şansı neredeyse yok gibidir. Hiçbir şey sabit değildir; her şey her zaman ve sürekli olarak değişir, dönüşür ve evrilir; buna rağmen tüm yerleşik toplumların günlük ritüelleri, statükoları mevcuttur. Göçün yaratmış olduğu alt-üst oluş, çalkalanma bu ritüeller ve statüko üzerinde onları kırmaya başlaması, değiştirmeyi zorlaması ile yeni bir aşamaya ulaşır; sentezlenen süreçte statükoyu koruma refleksi giderek yerini önce kültürel düzeyde bir çatışmaya ve daha sonra da giderek politik tartışma ve kavgalara neden olur. Göçe herhangi bir şekilde zorlanan bireylerin bu zorun üzerinde yaratmış olduğu baskıyı tamamen gideremese de azaltacak bir takım karşı tepkileri ortaya koyması ile mümkün olacaktır; göçe zorlamanın baskısı, yabancı kültürel ortam, yaşama dair var olma mücadelesi ve kaynaklara ulaşmada mevcut eşitsizlik bu bireylerin hem koptukları/koparıldıkları hem de geldikleri yer/coğrafya ve kültürel-sosyal yapıya yabancılaşması ile farklı boyutlara taşınacaktır. Beş yüz yıllık bir geçmişi ve üstadın söylediği gibi “tarihte bir ayraç olan” kapitalist üretim tarzında bireysel tüketim esas alınmakta ve dayanışma/paylaşma kültürü sürekli törpülenmektedir. Bu nedenle politik olmayan göçlerde göçe zorlananlara gösterilen dayanışma ve paylaşım anlık ve kısa sürelidir. Çoğunlukla göçe zorlayan olgunun/süreçlerin kendileri üzerindeki olası etkilerine gösterilen ve vicdana dayalı birer kısa süreli edimler olarak ortaya çıkmaktadırlar. Göçlerin değişik nedenleri vardır; doğal afetler, savaşlar, soy-kırım gibi; ancak hepsinin temelinde ekonomik-politik nedenler vardır. Dolaylı olarak göçe/yer değiştirmeye neden olan güçlerin ekonomik-politik hesapları hem öncesinde hem de akabinde devam etmektedir; perde önünde hamaset gözyaşları dökerlerken perde gerisinde yaşanan ve yaşanacak olan çatışmadan ne kadar pay alacaklarının kavgasına tutuşurlar.
Yerleşik coğrafyasından kopmuş, koparılmış ve de tarihi, kültürü ve mirasıyla bağları kesilmiş bireylerin yeni coğrafyalardaki yaşam biçimlerinde bütün kültürlerin yaratıcısı, insanlaşmanın olmazsa olmazı el-beyin-dil diyalektiği karşısında ürkekleşmelerine, belki de içine kapanmalarına neden olacak bir durumla karşı karşıya kalmaları kaçınılmazdır. Zira yerleşik olanın kültürel, sosyal, ekonomik ve politik varlık kazandığı bir ortama sevk edilmiş, zorlanmış kısacası terk edilmiştir. “Zamanımıza özgü yeni durum…birçok kişinin kendisini göçmen ve sürgün yapan, köklerinden sökülme ve yerinden edilme deneyimini yaşamasıdır. Dilin kullanımını normalde çok daha ilginç ve olumsal kılan bir aciliyet – vizyon güvenilmezliği ve ifade ürkekliği demeyelim de – bu tarz bir zor durumdan çıkmaktadır.” (2)
Dil, yazılı ve sözlü dil, evrilen-değişen, dönüşen en temel iletişim aracı olarak dil, kültürleri oluşturan temel bir taştır. Onun sayesinde sosyal ortaklaşma, dayanışma, bilgi paylaşımı ve kimlik kazanımı gerçekleşebilmektedir. Salt beden diliyle yaratılabilecek kültürün varabileceği nokta ne kadar olabilir ki? Dilin kendisi onu sadece bir iletişim aleti olmaktan çıkarmaktadır; o, aynı zamanda dün, an ve geleceği dokuyan tarihsel bir işleve sahiptir; bu tarihsellik toplumlar arasında kimi zaman kapanamayacak kadar büyük uçurumlara, çatlaklara neden olabilir. “ Dilin ve edebiyatın biçimci yapısında çatlak açan diğer bir unsur ise etnik grupların ve azınlıkların tarihsel deneyimleridir.” (3)
Her toplumun tarihsel bir geçmişi vardır ve bu, birikiminin, deneyimlediği olgulara dayalı bilimsel bilgisinin, deneyimlemediği olgular karşısındaki bilinçsizliğinin toplamından ibarettir. Bilinen şeye inanılmamasının, bilinmeyen şeye ise inanılmasının sebebi de budur. Dil’in gelişimi el-beyin diyalektiği ile maddi dünyada bir karşılık bulur, zira dil ve onun yarattığı kavramlar maddi gerçeklikten azade olmadığı gibi maddi gerçeğin bizzat yaratıcısı da değildir; lakin, maddi gerçeğin algılanmasını, anlamlandırılmasını, yorumlanmasını ve ona nüfuz edilmesini sağlayan bilginin ve o bilginin iletilmesinin yegane aracıdır.
Kaygıda, sevinçte, kederde, beklentide ortak bir dilin kullanıyor olunması insanlar arasında hem bir empati hem de ortaklaşabilecek paylaşım biçimlerini belirlemede önem arz eder. Ne ki bu her zaman aynı sonucu vermeyebilir; zira, aynı dili kullananlar arasında bile dil farklılaşabilir, bu ise yaşamaya dair endişenin ortaklaşması temelinde ve gereksinimlere ulaşabilme konusunda eşitleme ya da eşitsizlik sonucunda ortaya çıkar. Tam bu noktada göç eden ile yerleşik olan arasındaki ilişki eşitsizler arasındaki eşitsizliğe denk bir uçurumda cereyan eden bir ilişkidir.
Yabancı ve hep bir öteki olmak göçmeni gölge gibi takip eder. Kısa süreli bir yer değiştirme değilse eğer geriye dönme olasılığı da yok olmuş demektir. Hayat dayatması, sosyal-ekonomik baskının yoğunluğu bir şekilde kıyısından köşesinden güncel hayatı yakalamayı gerçekleştirme il kısmen hafifler; ancak, her şey her daim dağılmış, bir çok şey yerinden edilmiş, adete kaybolmuş bir eğretilikte varlığını sürdürmek durumunda kalır. Zaman durmaz ve zaman ilerledikçe bu eğretilik hayatının tüm alanlarında kendini göstermeye başlar; yer zamanda kayar ve anlamını yitirir, bu aşamada artık hiçbir coğrafyanın anlamı kalmaz. Hayat her coğrafyaya karşı bir yabancılaşma öyküsüne dönüşür. Sürgünde hayat yazılmamış bir öykü gibi soluklaşır. “”…yabancılaşmanın, uzaklığın, dağılmışlığın, kaybolmuşluk ve ne yapacağını bilemem yıllarının neden olduğu bu huzursuzluk duygusu var – aynı şekilde önemli olan “normal” sakinlerin, sürgünde gerekenleri , neredeyse aşırı bir dikkat, çaba, şüphe ve ironiyle altı oyulmuş ıslah, yineleme ve kabule yönelik entelektüel enerji harcamayı kolay ve normal görmelerini sağlayan tereddütlü bir ifade duygusu var. Üstesinden gelinmesi bence en zor şey ise, karşı-dönüş arzusu, kaybedilenin yerine yeni bir sistem veya bağlılık bulma isteği ve kolayca kompleksliği, farklılığı ve çelişkiyi ortadan kaldıracak olan her derde deva, yeni ve daha bütünsel vizyonlarla düşüne isteğidir.”” (4)
Bilinen bir gerçektir; “hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz” Yine hiçbir süreç zaman dışı, zamandan azade değildir. Her şey, tüm devinimlerin an-ı, geçmişi ve ilerlemekte olan bir geleceği vardır. Nasıl ki geriye dönüş asla mümkün değilse, geçmişsiz bir gelecek de mümkün değildir; geçmiş ve geleceğin çakıştığı, çatıştığı ve yoğunlaştığı yer ise, yaşanılan an-dır. Tüm çelişkiler an itibariyle yaşanır ve geçmişin harmanı ile gelecekte filizlenebilir; geçmişin harmanında ve an itibariye yaşanılan çelişkide bir tereddüt yoktur ve fakat geleceğin filizlenip filizlenmeyeceği hususunda her daim bir tereddüt var olacaktır. Çünkü gelecek binlerce olasılığın içinden sadece birine tekabül eder/karşılık gelir. Tüm coğrafyalara yabancılaşmış olanın geleceğe yönelik belirsizliği kat-be-kat artmış demektir; araftadır, ne kovulur ne de içeriye buyur edilir. Bu durum onun hırçınlaşmasına, yeri geldiğinde vurdum-duymazlığına kadar bir çok edimlerini tetikler. “Sürgünün hem hınç ve nefret hem de keskin bir bakış açısı üretebileceğini ileri sürmüştüm. Zira geride kalan şeylere ya sızlanılır ya da onlar, farkı bir perspektif oluşturma amacıyla kullanılır. Tanımı gereği sürgün ve bellek, birlikte oldukları/ işledikleri için insanın nasıl gördüğünü belirleyen şey de, geçmişi nasıl hatırladığı ve ona ilişkin hatıraların ne olduğudur.” (5)
Yara kabuk bağlamaya başladığında artık iyileşme eğilimine girmiş demektir; lakin öyle yaralar vardır ki söylendiği gibi “kabuk bağlamaz”; sürekli kanayan inceden bir sızı gibi, yere sermeyen ve fakat bir türlü belini doğrultamamasına kanayan yaralar vardır, bu türe örnek olarak “sürgün” gösterilebilir. Kimi sürgünler kısa zaman içinde gerçekleşir, sonuçlarını doğurmaya başlar ve fakat kimi sürgünler ise zamana yayılmıştır, tarihsel bir zaman diliminde sürekli yaşanır; buna tarihsel sürgün demek mümkündür ki bu iradi görünmesine karşın neredeyse zorunludur. Tarihsel zorunlu sürgünü yaşayan kültürler genelde sömürgeciliğin egemen olduğu coğrafyalarda yaşanır; kapitalizmin yarattığı kent-kır çelişkisi bu şekilde ekonomik olarak varlığını gerçekleştirirken, sürgüne zorlanan toplum bireyleri de kültürel yabancılaşmaya, asimile olmaya , yozlaşmaya başlar. “Sürgün, hakkında düşüncenin tuhaf şekilde çekici fakat deneyimi korkunç olan bir şeydir. O, bir insan ile doğduğu yer, benlik ile benliğin gerçek yeri arasında zorla açılmış kapatılmaz bir gediktir: Üstesinden asla gelinemeyecek özel bir mutsuzluktur…Sürgündeki başarılar, sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybıyla sürekli olarak baltalanır.” (6)
Sürgün neredeyse uygarlık tarihi kadar eski bir olgudur; köleler, yerlerinden yurtlarından edilen, başka yerlerde çalışmaya zorlanan, sömürülen ilk insanlar değil midir? Ve yine onlar tarihin ilk gerillası Spartaküs’ü içlerinden çıkarmışlardır. İnsanın insana yapabileceği en büyük eziyet, en büyük kıyım sürgün olgusunu yaratmaktır. Bunu yaratan insan ise bunu yok edebilecek yegane güç de insandır. “Sürgün iflah olmaz şekilde seküler ve katlanılmaz derecede tarihseldir; sürgün insanların başka insanlar için ürettiği bir şeydir; sürgün aynen ölüm gibi fakat ölümün nihai merhameti olmaksızın milyonlarca insanı, geleneğin, ailenin ve coğrafyanın beslemesinden koparmıştır.” (7)
Yersiz ve yurtsuz olmanın adı ise sürgün, ayrı bir özgürlüğü olmalı ve entelektüel bir birikimi, yere ve yurda sığmayan bir birikim…
Nejdet Evren,
Mart-1 Mayıs (Bijî Yek Gulan/Yaşasın Bir Mayıs) 2023; Akarca
ESİN KİTABIN KÜNYESİ;
Sürgün Üzerine Düşünceler, Edward W. Said, Hece Yayınları, İkinci Basım, Nisan 2019, Çeviren: Salih Özer, 552 Sayfa
(1) Age, S:5-6
(2) Age, S:16
(3) Age, S:22
(4) Age, S:31
(5) Age, S:32
)6) Age, S:187
(7) Age, S:188


