Ortaçağ Tarihçileri ve Tarih Türleri
Ortaçağ Tarihçileri ve Tarih Türleri
Ortaçağ’da tarih disiplini bizzat o dönemin bilim anlayışına göre dahi “bilimsel” sayılmıyordu; Aristo’nun görüşü yüzyıllar süren bu döneme de damgasını vurmuştu. Ne var ki çeşitli “entelektüel”ler, çeşitli biçimlerde tarihi anlatılar yazmaktan da geri durmuyorlardı. Bu alandaki ürünlere somut olarak eğilirsek yazarlarının bu anlatıları “kronik”, “yıllık” (annales) ya da “tarih” olarak adlandırdıklarını görüyoruz. Bu başlıklar altında kaleme alınan eserler nelerdi? Ve aralarında ne gibi farklar vardı? Ortaçağ felsefesi ve tarih-yazıcılığı ile ilgilenen hemen her düşünür bu soruya yanıt aramıştır.[43]
Littré, ünlü sözlüğünde, bu farkı şurada görmüştü: Ona göre, “tarih” yazarı ele aldığı olguları nedenleri ve sonuçları ile açıklarken, “yıllık” ve “kronik” yazarları önemli gördükleri olayları tarih sırasına göre nakletmekle yetinmişlerdi. Bunun gibi, bazı çağdaş tarihçiler de “yıllık” ve “kronik”leri aynı kategori içinde değerlendirmiş, fakat bazen kronik yazarlarının da tarihçiler gibi olayların nedenlerini aradığını ve bu bağlamda değerlendirmeler yaptığını ileri sürmüştür. Örneğin İkinci Haçlı Seferi’ni anlatan Guibert de Nogent, kroniğine, “önce böyle bir seferi acil kılan olgu ve motifleri sergilemeyi zorunlu buldum” diye başlıyor, Guillaume de Tyre de Haçlı Seferleri’nin başarılarını (daha sonra da yenilgilerini) açıklayan nedenleri sorguluyordu. Bununla beraber bu sorgulamaların da “İlahi neden”e dayanan sınırları vardı. Örneğin G. de Tyre, “İlk neden bizi her şeyin yaratıcısı olan Allah’a götürüyor” derken bu sınırların da altını çizmiş oluyordu.[44] Kuşkusuz dinin egemen olduğu, felsefenin de ilahiyatın aracı sayıldığı bir çağda bu normaldi. Bu yüzden bazı tarihçiler, Ortaçağ tarih-yazıcılığını özgül bir “zihin yapısı” ya da “zihin yapıları” çerçevesinde açıklamaya çalışmışlardır.
W. Brandt, Ortaçağ zihniyetini aristokratlara ve din adamlarına (“klerk”lere) özgü iki ayrı “zihin kalıbı” şeklinde incelemiştir. Bunlardan birincisini teşkil eden aristokratik yaşam tarzı, değerler üzerine kurulmuştu ve sorgulamayı değil, onurlu duruşları ve kahramanlıkları öven anlatılara konu oluyordu. Bu anlatıda “nedensellik” sorunsalına yer yoktu. Aynı şekilde “klerk”lerin temsil ettiği Ortaçağ zihniyeti de olayları neden ve sonuçları ile bir süreç içinde anlamaya çalışan bir zihniyet değildi. Doğada her nesne, birbirinden farklıydı ve bunlar arasında tam bir kopukluk vardı. Her vücut, erdemleri ve kusurları ile kendine özgü bir birimdi ve bu durumda insan kişiliği de birbirine eklenmiş bir nitelikler yumağı olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Bireysellik tanımayan bu zihniyet tek nedensellik olarak ilahi nedenselliği tanıyordu.
W. Brandt’ın analizi öğreticiydi; ne var ki, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Ortaçağ kronik yazarları içinde tarihî olayları nedensellik bağları içinde anlatmaya çalışanlar da olmuştu. Zaten Brandt da tezini mutlak biçimde koymamış, yaratıcı esprilerin yeniliklerine tarih alanında da kapıyı açık tutmuştu. “Olağanüstü zekâ ve hayatiyet sahibi insanlar, diyordu Amerikalı tarihçi, her zaman yeni şeyler düşünebilirler. Ortaçağ’da olduğu gibi iki entelektüel dünya yan yana bulunursa, insanlar yeni şekillerde düşünmeyi öğrenir; çünkü bu dünyalardan her biri, yetenekli insanlar için öbürünün eleştiri alanını teşkil eder”.[45]
Ortaçağ’ın iki dünyası arasındaki gerilimin düşünce hayatı açısından doğurgan niteliği başka düşünürler tarafından da vurgulanmıştır. Örneğin Benedotte Crocé’ye göre, Hristiyanlık, kökeni Zerdüştçü İranlılara kadar uzanan Civitas Diaboli’nin karşısında manevi bir dünya, bir Civitas Dei yaratmıştı ve bu ikilem de belli bir dogmatizmi, “insan zihninin birçok etkinlikte özelleşebileceği, birçok biçimde somutlaşabileceği gerçeğini bir türlü anlayamamak” şeklindeki dogmatizmi doğurmuştu. Ne var ki Civitas Dei’nin “aşkın” niteliği dünyevi şeylerin “yabancı” ve “ilahi düzene asi” nesneler sayılmasına yol açarak düşüncede Antikite’ye nispetle bir ilerleme de sağlamıştı. “En diri gençliğinde, diyor Crocé, Hristiyanlık, kutsal tarihin yanı sıra, siyasal, askeri ve ekonomik çıkarların zorladığı din dışı (dünyevi) bir tarihi de kabullenmek zorunda kaldı”.[46]
Ortaçağ tarih-yazıcılığını “zihin yapıları” açısından inceleyen başka bir tarihçi de Georges Duby olmuştur. Fransız tarihçi, Georges Dumézil’in Hint-Avrupalı eski kavimler için geliştirdiği şemayı izleyerek, Ortaçağ’da üç zümreye tekabül eden üç ayrı zihin yapısı olduğunu ileri sürmüştü.[47] Bunlar savaşçı zümreye, din adamları zümresine ve üreticiler zümresine özgü zihin yapıları idi. Aslında Duby bu yapıları ekonomik alt-yapıdan bağımsız düşünmüyordu. Tarihçiye göre bu şema, “1000 tarihi civarında” entelektüeller tarafından ilk kez tasarlandığı zaman “üretim ilişkilerine tamamen uygundu; fakat daha sonra böyle bir toplumu algılama biçimi katı bir çerçeve oluşturmuş ve bir ölçüde toplumsal ilişkilerin gelişmesini frenlemişti.”[48]
Görüldüğü gibi ileri sürülen zihin yapıları içinde “halk zihniyeti” diye özgül bir yapıya rastlamıyoruz. Duby, tarihî anlatılarda halkı ancak aristokratların gözleriyle tanıdığımızı söylüyor. Yazara göre yukarı sınıfların kültür modelleri bir “direnilemeyen hareket” yaratıyor ve bu da halkı etkiliyor ve halk kültürünü zenginleştiriyordu.[49] Görüldüğü gibi, Marx’ın “egemen sınıfların ideolojisi tüm topluma egemen olur” şeklindeki tezi, bu anlatıda yabancılaştırıcı değil, “zenginleştirici” bir süreç şeklinde karşımıza çıkıyor.[50]
Ortaçağ’da tarih-yazıcılığının bilim sayılmaması, hatta makbul bir meslek olarak dahi görülmemesi, o dönemde tarihçilerin daha çok yeteneksiz insanlar arasından çıkmış olabileceği düşüncesine de yol açmıştır. Bu herhalde doğru değildi; bununla beraber meslekten beklenenler, ne kadar yetenekli olursa olsunlar, tarihçileri belli bir konformizme zorlamaktan da geri durmuyordu. 12. yüzyılın önemli “yıllık”çılarından Orderic Vital’in şu sözleri, bu açıdan anlamlı görünüyor: “Her şeyin, sayesinde vuku bulduğu ilahi iradeyi aydınlatamam. Olayların gizli nedenlerini açıklamak istemiyorum; çünkü meslektaşlarımın (Lonca’nın) isteği üzerine, yıldan yıla tüm olayları anlattığım basit bir tarih yazıyorum”.[51] Kendi istediklerini değil, kendisinden istenenleri yazan Vital, öyle görünüyor ki Ortaçağ korporatist zihniyetini layıkıyla temsil ediyordu.
Yukarıdaki genel açıklamalar Ortaçağ tarih-yazıcılığının kendine özgü çoğulcu bir yapıya sahip olduğunu göstermiştir sanıyorum. Serflerin nesnel dünyanın bir parçasını teşkil ettiği bir üretim tarzı aşamasında, asillerle din adamlarından oluşan egemen sınıflar, ideolojik üretimin de altyapısını teşkil ediyor ve kültür tekelini ellerinde bulunduruyorlardı. Özellikle 11 ve 12. yüzyıllardan itibaren yaşanan sosyoekonomik dönüşüm ortamında, bazı tarihçiler bu çoğulculuğu çok daha zengin bir çerçeve içinde sunmuşlardır. Örneğin İngiliz tarihçi Ranulf Higden, “pozitivist” bir yaklaşımla, yedi farklı kişilik tipi sayıyor ve tarihi bunların yaptıklarını ileri sürüyordu. Eylemleri tarihsel değer taşıyan bu kişilikler şunlardı: Krallık yöneten prensler, savaşan şövalyeler, adalet dağıtan hâkimler, kiliselerde ayinleri yürüten rahipler, kamusal işleri düzenleyen siyasetçiler, ev (malikâne) yöneten efendiler ve manastırlarda ruhları kurtarmaya çalışan papazlar. Buna karşılık Ortaçağ tarihçilerine günümüzden bakan B. Guenée, bu tarihçilerin yer aldıkları mekânları göz önünde bulundurarak bir tarih sosyolojisi yapmış ve üç türlü tarih-yazıcılığı saptamıştır. Bunlar, 1) kitap ve el-yazmalarının korunduğu manastırlarda yaşayan, metinler üzerinde çalışan ve içinde bulundukları manevi sığınağın (bazen de, bunu aşarak, erken “ulusal” davaların) savunucusu olan papaz tarihçiler; 2) saray, şato ya da kiliselerde bulunan ve daha çok bağlı oldukları prens ya da azizlerin övgüsünü yapan rahip tarihçiler ve 3) yakın Ortaçağ’da belli bir gelişme göstermiş olan bürokratik yapılarda yer alan ve orijinal belgelere dayanarak “resmî nutuklardakine benzer belagat parçalarıyla bezenmiş, anlaşma ya da diplomatik belgeler biçiminde eserler veren büro tarihçileri” idiler.
Guenée’ye göre bunlardan modern tarih-yazıcılığının doğuşunu hazırlayanlar saray tarihçileri değil, manastırlarda ve bürolarda belgeler üzerinde çalışan tarihçiler olmuştur.
Kuşkusuz Ortaçağ’da belgeler azdı; olduğu kadarıyla arşivler tasnif edilmemişti ve kitaplıklarda da çok az tarih kitabı bulunuyordu. Durum 13. yüzyıldan itibaren hızla değişmeye başlayacak ve 15. yüzyılda matbaanın keşfi entelektüel hayatı zenginleştirerek bu süreci daha da hızlandıracaktır. Rönesans düşünce ve sanat hayatında olduğu gibi –ve bunlarla bağlantılı olarak– tarih-yazıcılığında da köklü bir değişikliğe yol açacaktır. Ancak Rönesans’ın tarih anlayışını sorgulamaya başlamadan, İbn Rüşd gibi Hristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasında bir köprü teşkil eden ve ilk kez tarihî süreci sosyolojik yöntemle inceleyen yaklaşımıyla modern tarihçiliğin kurucularından sayılan İbn Haldun üzerinde de kısaca durmamız gerekiyor.
Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP