Carl Gustav Jung: OLUMLU – OLUMSUZ ANNE KOMPLEKSİ

Anne kompleksi denen kompleksin temelini anne arketipi oluşturur. Bu kompleksin annenin nedensel bir etken olarak açıktan açığa katılımı olmadan da oluşup oluşmadığı sorusu henüz yanıtlanabilmiş değildir. Deneyimlerim bana, özellikle de çocuk nevrozlarında ya da etiolojik olarak erken çocukluk evresine dek uzanan nevrozlarda, rahatsızlığın oluşumunda annenin daima aktif bir rol oynadığını gösterdi. Fakat her halükârda çocuğun içgüdüleri bozulmuş; yabancı, genellikle korku uyandıran unsurlar olarak anne ile çocuğun arasına giren arketipler oluşmuştur. Örneğin, aşırı evhamlı bir annenin çocuklarının düzenli olarak rüyalarında annelerini kötü bir hayvan ya da bir cadı olarak görmeleri, çocuk ruhunda bir bölünmeye, böylelikle de nevroz olasılığına yol açar.

A. OĞULUN ANNE KOMPLEKSİ

Anne kompleksinin etkileri kız ya da erkek çocuğa göre farklılık gösterir. Erkek çocuktaki tipik etkileri eşcinsellik, Don Juanizm, bazen de iktidarsızlıktır.{6} Eşcinsellikte heteroseksüel unsur bilinçdışında anneye bağlanmıştır, Don Juanizmde ise anne bilinçdışı olarak “her kadında” aranır. Anne kompleksinin oğul üzerindeki etkileri Kybele- Attis ideolojisinde görülebilir: kendini hadım etme, delirme ve erken ölüm. Cinsiyetler farklı olduğu için oğuldaki anne kompleksi saf değildir. Erkekteki anne kompleksinde anne arketipinin yanı sıra cinsel partnerinin imgesinin, yani anima’nın da önemli bir rol oynamasının nedeni bu farklılıktır. Müstakbel erkeğin karşılaştığı ilk dişi yaratık annedir ve anne, açıkça ya da gizlice, kabaca ya da nazikçe, bilinçli ya da bilinçsiz, oğulun erkekliğini ima etmeden duramaz; oğul da annenin dişiliğinin giderek farkına varır ya da en azından bilinçsizce, içgüdüsel olarak buna yanıt verir. Böylece, oğulda, kimlikle ya da kendini farklılaştırmaya dirençle ilgili basit ilişkiler erotik çekim ya da itmenin faktörleriyle sürekli iç içe geçer. Bu durum tabloyu hayli karmaşıklaştırır. Fakat oğulun anne kompleksinin kızınkinden daha fazla ciddiye alınması gerektiğini iddia etmiyorum. Bu karmaşık ruhsal olguyla ilgili araştırmaların henüz çok başında, öncü çalışmalar evresindeyiz. Karşılaştırmalarda bulunmak ancak istatistiklerle mümkün olacaktır. Oysa elimizde henüz böyle rakamlar yoktur.

Yalnızca kızdaki anne kompleksi saftır ve karmaşık değildir. Burada, annenin etkisiyle dişi içgüdülerin aşırı güçlenmesi ya da tamamen yok olana kadar zayıflaması söz konusudur. İçgüdülerin aşırı güçlenmesi, kızın kendi kişiliğinin bilincinde olmamasına yol açar, içgüdülerin zayıflaması ya da ortadan kalkması durumunda ise içgüdüler anneye yansıtılmıştır. Şimdilik, kızdaki anne kompleksinin dişi içgüdüleri ya aşırı derecede güçlendirdiği ya da bunlara ket vurduğu, oğulda ise doğal olmayan bir cinselleşmeyle eril içgüdülerin zedelenmesine yol açtığı saptamasıyla yetinelim.

“Anne kompleksi” psikopatolojik bir kavram olduğu için, daima incinme ve hastalık kavramlarıyla ilintilidir. Fakat bu kavramı biraz fazla dar olan patolojik çerçevesinin dışına çıkardığımızda ve ona daha geniş, daha kapsamlı bir anlam yüklediğimizde, olumlu etkilerinden de söz edebiliriz: oğulda, eşcinselliğin yanı sıra ya da yerine, Eros’un farklılaşması{7} görülür örneğin (Platon’un Şölen’inde, bu tür imalar vardır); ayrıca, feminen bir unsurun kesinlikle zarar vermediği gelişmiş bir estetik ve zevk, dişi eşduyum yeteneğiyle genellikle mükemmel bir düzeye çıkan öğretici kapasitesi, son derece olumlu anlamda muhafazakâr olup geçmişin tüm değerlerini sadakatle koruyan bir tarih bilinci, erkek ruhları arasında şaşırtıcı zariflikte bağlar kurulmasını sağlayan, hatta cinsiyetler arasındaki dostluğu imkânsızlığın lanetinden kurtaran bir dostluk anlayışı, ecclesia spiritualis’i (ruhsal birlik) gerçekliğin ta kendisi yapan zengin bir din duygusu ve nihayet, vahiy için son derece elverişli bir kap olan ruhsal bir açıklık biçiminde tezahür edebilir.

Olumsuz anlamda Don Juanizm olan şeyin, cesur, kararlı bir erkeklik, en büyük hedeflere ulaşma hırsı, tüm budalalıklara, saplantılara, haksızlığa ve tembelliğe muhalif bir ruh, ödün vermez, sağlam bir irade, dünyanın muammalarından bile ürkmeyen bir merak, ve nihayet, insanlara yeni bir yurt kuran ya da dünyaya yeni bir çehre kazandıran devrimci ruh gibi olumlu tezahürleri olabilir.

Bütün bu olasılıklar, daha önce anne arketipinin özellikleri olarak sıraladığım mitolojik motiflere yansır. Oğulun anne kompleksini, anima komplikasyonuyla birlikte bir dizi yazıda ele aldığım için, anne kompleksine ayırdığım bu seminerlerde erkek psikolojisini arka planda tutacağım.

B. KIZIN ANNE KOMPLEKSİ

a. Anneliğe özgü unsurların hipertrofisi

Kızdaki anne kompleksinin{8} dişilik hipertrofisi ya da atrofisi yarattığını daha önce belirtmiştim. Dişiliğin aşırı derecede gelişmiş olması, tüm dişi içgüdülerin, özellikle de annelik içgüdüsünün kuvvetlenmesi anlamına gelir. Bunun olumsuz tezahürü, tek amacı doğurmak olan kadındır. Erkek açıkça ikincil önemdedir; o yalnızca bir dölleme aracıdır ve çocuklar, yoksul akrabalar, kediler, tavuklar ve mobilyaların yanı sıra bakılacak bir nesne konumundadır. Kadın için kendi kişiliği de ikincil önemdedir; hatta genellikle kişiliğinin bilincinde bile değildir, zira yaşam başkalarında ve başkaları üzerinden yaşanır, kendi kişiliğinin bilincinde olmadığı için bunlarla özdeşleşir. Önce çocukları doğurur, sonra da bunlara yapışır, çünkü onlarsız hiçbir raison d’être (varoluş nedeni) yoktur. Tıpkı Demeter gibi, kızına sahip olma hakkını tanrılardan zorla alır. Eros yalnızca annelik ilişkisi biçiminde gelişmiş, ama kişisel olarak bilinçdışı kalmıştır. Bilinçdışı bir Eros ise kendini daima iktidar hırsıyla ifade eder{9}; bu nedenle de bu tip kadınlar, güya kendilerini feda etmelerine rağmen, gerçek bir fedakârlıkta bulunacak durumda değildirler, tam tersine, annelik içgüdüsünü, hem kendi kişiliklerini hem de çocuklarının özel yaşamını mahvetmeye varacak kadar gözü dönmüş bir iktidar hırsıyla dayatırlar. Böyle bir anne kendi kişiliğinin ne kadar az bilincindeyse, bilinçdışı iktidar hırsı da o kadar şiddetlidir. Bu tipteki birçok kadına uygun simge Demeter’den ziyade Baubo’dur. Akıl, kendisi için geliştirilmemiştir, genellikle ilk baştaki düzeyinde kalmıştır, yani ilk halini korumuştur, başıboştur, vicdandan yoksundur, ama bir yandan da dosdoğru, zaman zaman da doğa kadar derindir.{10} Ama kadın bunun farkında değildir, bu nedenle de ne zekâsını gösterebilir ne de zekâsının derinliğine felsefi bir hayranlık duyabilir, hatta ne söylediğini bile unutabilir.

b. Eros’un aşırı gelişmesi

Böyle bir annenin kızda yarattığı kompleksin, annelik içgüdüsünün hipertrofisi biçiminde tezahür etmesi şart değildir ama. Tersine, bu içgüdü kızda tamamen yok olmuş da olabilir. O zaman da bunun yerini aşırı gelişmiş bir Eros alır, bu genellikle, babayla bilinçdışı bir ensest ilişkisine yol açar.{11} Aşın gelişmiş Eros, diğer insanların kişiliğinin anormal derecede önemsenmesine neden olur. Annenin kıskanılması ve ondan üstün olma isteği, genellikle felaketle sonuçlanan sonraki girişimlerin leitmotifidir. Bu tür kadınlar, romantik ve sansasyonel ilişkilere, salt öyle oldukları için bayılırlar,

evli erkeklere ilgi duyarlar ve bu ilginin nedeni, bir evliliği yıkma fırsatını yakalamış olmalarıdır, ki asıl amaç da budur zaten. Amaçlarına ulaşınca, annelik içgüdüsünün eksikliğinden dolayı ilgilerini yitirirler ve kancayı bir başkasına takarlar.{12} Bu tipin en belirgin özelliği, dikkat çekecek ölçüde bilinçsiz olmasıdır. Bu tür kadınlar yaptıkları{13} şeyler karşısında adeta kördürler, ki bu durumun hem etrafındakiler hem de kendileri için hiçbir olumlu yanı yoktur. Bu tipin, pasif bir Eros’u olan erkeklere, anima yansıtmaları için mükemmel bir zemin sunduğunu vurgulamamın gerekli olduğunu sanmıyorum.

b. Anneyle özdeşleşme

Kadındaki anne kompleksi Eros’un aşırı gelişimine yol açmazsa, kız anneyle özdeşleşir ve dişilik özellikleri felce uğrar. Kız kendi içgüdüler dünyasının, annelik içgüdüsünün ve Eros’un bilincinde olmadığı için kendi kişiliğini anneye yansıtır. Bu kadınlara anneliği, sorumluluğu, kişisel bağlılığı ve erotik arzuları anımsatan her şey onlarda aşağılık kompleksine neden olur ve onları bunlardan kaçmaya zorlar; kaçıp sığındıkları yer, kıza tümüyle ulaşılmaz gelen her şeyi mükemmel bir biçimde, denebilir ki bir üstkişilik olarak yaşayan anneden başkası değildir elbette. Kızın istemeye istemeye hayran olduğu anne, onun yaşayacağı her şeyi önceden yaşayıp tüketir. Kız ise kendini feda ederek anneye yapışmakla yetinir, bir yandan da bilinçsizce, denebilir ki kendine rağmen, annenin tiranı konumuna yükselir, fakat bunu tam bir sadakat ve boyun eğme maskesi altında yapar. Annesi tarafından gözle görülür bir biçimde kanı emilen ve sürekli bir kan transfüzyonuyla annesinin hayatını uzatan kız bir gölge gibi yaşar.

Kanı çekilmiş bu bakireler evliliğe karşı bağışık değildirler. Tam tersine, bir gölge gibi yaşamalarına ve pasifliklerine rağmen, ya da işte tam da bu yüzden, evlilik piyasasında çok revaçtadırlar. Bir kere o kadar boşturlar ki, bir erkek onlarda her şeyi bulabileceğini sanabilir; hem o kadar bilinçsizlerdir ki, bilinçdışı sayısız anten ya da görünmez polip kolu uzatarak erkeklerin tüm yansıtmalarını emer ve bu da erkeklerin müthiş hoşuna gider. Zira bu kadar büyük bir dişi belirsizlik erkeklerdeki kararlılığın ve keskinliğin arzulanan karşılığıdır; erkek kararlılığının bir ölçüde tatmin olabilmesi için tüm kuşkular, ikircikler, belirsizlikler ve muğlaklıkların büyüleyici bir dişi masumiyete yansıtılması gerekir.{14} Bu tipe özgü kayıtsızlık ve sürekli incinmiş masum rolü oynamasına neden olan aşağılık duygusu yüzünden erkeğin payına düşen avantajlı rol, üstün bir konumda olup yine de hoşgörülü davranmak ve kadının bildik yetersizliklerine tam bir şövalye gibi katlanmaktır. (Şansına, bu yetersizliklerin büyük ölçüde kendi yansıtmaları olduğunu bilmez.) Özellikle etkileyici olan bir şey de kızın şu meşhur çaresizliğidir. Annesinin o kadar çok eteğine yapışmıştır ki, bir erkek ona yaklaştığında şaşkınlıktan ne yapacağını bilmez. Kız o kadar yardıma muhtaç, her şeyden o kadar bihaberdir ki, en yumuşak kuzu bile adeta kurt kesilir ve seven bir annenin elinden kızını alıverir. İşte bu, bir kez olsun yaman bir erkek olma fırsatı, erkeğin eline her gün geçmediği için önemli bir motivasyondur. Nitekim Pluto da Persephone’yi Demeter’in elinden alarak onu acılara gark etmiş, fakat tanrıların meclisinde alınan karar nedeniyle karısını yazları kayınvalidesine bırakmak zorunda kalmıştır. (Dikkatli okuyucu bu tür efsanelerin “yoktan yere” çıkmadığını fark edecektir!)

d. Anneye karşı direnç

Ele alınan bu üç uç tip arasında, yalnızca en önemli olanlarını anmak istediğim çok sayıda ara basamak vardır. Bu “orta” tipin özelliği, dişi içgüdülerin aşırılığı ya da felç olması değil, annenin üstünlüğüne karşı direnmenin diğer her şeyden daha büyük bir önem taşımasıdır. Bu tip, olumsuz anne kompleksine mükemmel bir örnektir. Leitmotifi şudur: Nasıl olursam olayım, yeter ki annem gibi olmayayım! Bir yandan, asla özdeşleşme noktasına varmayan bir hayranlık, bir yandan da, anneyi kıskançlıkla reddetmekten ibaret olan Eros’un aşırı gelişimi söz konusudur. Böyle bir kız ne istemediğini çok iyi bilmesine rağmen, yazgısının nasıl olmasını istediği konusunda genellikle bir fikri yoktur. Tüm içgüdüleri anneyi reddetmek üzerine yoğunlaştığı için, kendine ait bir yaşam kuramaz. Ola ki bir gün evlenirse, evliliği ya anneden kurtulma aracıdır, ya da yazgı onun başına öyle bir erkek sarar ki, adam anneyle aynı karakter özelliklerine sahiptir. Tüm içgüdüsel süreçlerde beklenmedik zorluklarla karşılaşır; ya cinsel sorunları vardır, ya istemeden çocuk sahibi olur, ya da evlilik ilişkisinin gereklerini sabırsızlık ve huzursuzlukla yerine getirir. Çünkü tüm bunların, anneyi reddetmekten ibaret olan yaşamının asıl gerçekleriyle ilgisi yoktur. Bu kişilerde anne arketipinin özelliklerinin tüm ayrıntılarını görmek mümkündür. Örneğin klanın ya da ailenin temsilcisi anne, aile, cemaat, topluluk, gelenek ya da benzeri tüm şeylere karşı şiddetli bir tepki duyulmasına neden olur. Uterusun temsilcisi anne’ye karşı direnç, genellikle menstrüasyon sorunları, hamile kalmakta zorluk çekilmesi, hamilelikten nefret, hamilelik esnasında kanama ve kusma, erken doğum ve benzer biçimlerde tezahür eder. Maddenin temsilcisi anne, bu kadınların nesnelere karşı sabırsız, araç gereç, kap kacak kullanmakta beceriksiz, giysi seçiminde zevksiz olmasına neden olur.

Anneye karşı direncin bir tezahürü de, aklın, annenin giremeyeceği bir alan yaratmak amacıyla kendiliğinden gelişim göstermesidir. Bu gelişim, bir erkeği etkilemek ya da entelektüel yakınlık izlenimi uyandırmak amacıyla değil, kızın kendi gereksinimlerinden doğar. Amaç, annenin gücünü entelektüel eleştirellik ve bilgi üstünlüğüyle kırmak ya da onun tüm aptallıklarını, mantık hatalarını ve cahilliğini yüzüne vurmaktır. Entelektüel gelişimin yanı sıra, erkeğe özgü kimi nitelikler de öne çıkar.

C. ANNE KOMPLEKSİNİN OLUMLU YÖNLERİ

a. Anne

Birinci tip kompleksin, yani annelik içgüdüsünün aşırı gelişmesinin olumlu yönü, bütün çağlarda övgüler düzülmüş olan anne imgesidir. Yetişkinlerin en dokunaklı, en unutulmaz anılarından biri, her tür oluşum ve değişimin gizemli kaynağı, eve dönüşün, her tür başlangıç ve sonun sessiz temeli olan anne sevgisidir. Doğa kadar tanıdık ve yabancı, sevgi ve şefkat dolu, yazgı kadar acımasızdır, şevkle, bıkmadan usanmadan yaşam verir, acıların anasıdır, ölünün ardından kapanan karanlık, yanıtsız kapıdır. Anne, anne sevgisidir, benim deneyimim, benim sırrımdır. Anne adını taşıyan ve onu, beni, tüm insanlığı, hatta tüm canlıları kapsayan, çocukları olduğumuz yaşam deneyiminin -denebilir ki- tesadüfen taşıyıcısı olan bir insan hakkında ne diye uzun boylu, yalan yanlış, eksik sözler edelim? Gerçi bu sözler hep edilmiştir ve edilecektir ama duyarlı biri, anlam, sorumluluk, cennet ve cehennemden oluşan o muazzam yükü, zaaf ve yanılgıları olan, sevgi, hoşgörü, anlayışa ve affedilmeye layık, bize annelik eden bir insanın omuzlarına yüklemez. Bilir ki, doğuştan içimizde olan mater natura ve mater spiritualis (doğa ana ve tinsel ana) imgesinin, çocukken emanet ve de teslim edildiğimiz yaşamın tamamının taşıyıcısı annedir. İnsan hem kendini hem de annesini düşünerek, bu dehşet verici yükü onun omuzlarından almakta bir an bile tereddüt etmemelidir. Zira çocuğu anneye bağlayan, onu da çocuğuna zincirleyerek her ikisinin de ruhsal ve psikolojik çöküşüne neden olan bu anlam ağırlığının ta kendisidir. Hiçbir anne kompleksi, annenin salt insani ölçülere indirgenmesiyle çözülemez. Böyle bir tutum içine girdiğimizde, “anne” deneyimini de atomlarına ayırarak, yüce bir değeri yok etme ve bir iyilik perisinin beşiğimize bıraktığı altın anahtarı fırlatıp atma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu nedenle insan içgüdüsel bir önlem almış, çocuk bilinçsizliğe ya da kısa görüşlü bir rasyonelliğe kapılıp anne babasını tanrısallıkla karıştırmasın diye, yeni doğan bebeğe, anne babadan önce varolmuş tanrısal bir çift, yani bir “godfather” ve “godmother” (vaftiz babası ve vaftiz annesi) vermiştir.

Esasen arketip bilimsel bir sorundan ziyade, acil bir ruhsal hijyen meselesidir. Arketiplerin var olduğuna dair her tür kanıttan yoksun olsaydık, tüm akıllı insanlar böyle bir şeyin olamayacağı konusunda bizi ikna etseydiler bile, en yüce ve doğal değerlerimizin bilinçdışına gömülmemesi için arketipleri icat etmemiz gerekirdi. Zira bunlar bilinçdışında kaybolduğunda, ilk deneyimlerin tüm gücü de yok olur. O zaman da bunların yerini anne imgesinin saplantısı alır ve bu yeterince rasyonalize edildiğinde, insanın ratio suna bağlı kalıverir, o andan itibaren de yalnızca mantıklı olana inanmaya mahkûm ediliriz. Bu bir yandan bir erdem ve avantaj, bir yandan da kısıtlanma ve yoksullaşmadır, çünkü doktrinciliğin ve “Aydınlanma”nın ruhsuzluğuna daha da yaklaşılmış olunur. Bu Déesse Raison (Tanrıça Akıl), zaten bilineni aydınlatan ama özellikle de bilinmesi ve bilincinde olunması gerekenleri karanlıkta bırakan sahte bir ışık yayar. Akıl bağımsızlaştıkça, gerçekliğin yerine doktrinleri koyan ve insanı, olduğu gibi değil, olmasını istediği gibi gören salt zihin haline gelir.

İnsan, kavrasın ya da kavramasın, arketiplerin dünyasının bilincinde olmak zorundadır, zira o dünyada doğanın henüz bir parçasıdır ve ona kökleriyle bağlıdır. İnsan ile yaşamın ilkimgeleri arasındaki bağı kopartan bir dünya görüşü ya da toplum düzeni, bir kültür olmamakla kalmaz, giderek bir hapishane ya da bir ahır haline gelir. İlkimgelerin şu ya da bu biçimde bilincinde olunduğunda, bunlardaki enerji insana akabilir. Fakat aradaki bağı korumada başarılı olunamazsa, bu imgelerde bulunan ve çocuktaki anne baba kompleksinin altında yatan cazibeyi yaratan enerji gerisin geriye bilinçdışına gider. O zaman da bilinçdışına, zihnin önümüze cazip bir hedef olarak koyduğu her görüş, fikir ya da eğilimle ilgili karşı konulmaz bir vis a tergo (itici güç) olarak hareket eden bir güç yüklenir. Böylece insan kendi bilincine ve onun doğru ve yanlışla ilgili rasyonel yargılarına iyiden iyiye teslim olur. Tanrı armağanı aklı, insanın bu en büyük hâzinesini küçümsemek gibi bir niyetim yok. Ama karanlığın olmadığı bir dünyada ışığın bir hükmü olmadığı gibi, tek başına akıl da, anlamsızdır. Annenin bilge öğüdünü ve doğanın her varlığa sınırlar koyan acımasız yasasını insan mutlaka dikkate almalı, dünyanın zıt güçler dengede tutulduğu için varolabildiğini asla unutmamalıdır. Nitekim, rasyonel olan irrasyonel olanla, amaçlanan da verilmiş olanla dengelenir.

Konumuzun dışına çıkıp genellemelerde bulunmak kaçınılmazdı, zira anne çocuğun ilk dünyası, yetişkinin son dünyasıdır. Hepimiz onun çocukları olarak bu yüce İsis’in pelerinine sarınmış vaziyetteyiz. Fakat biz yine kadındaki anne kompleksi tiplerine dönelim. Erkekte anne kompleksi asla “saf’ değildir, daima anima arketipi ile karışmıştır, dolayısıyla, erkeğin anneyle ilgili görüşleri genellikle duygusal, yani “anima” lehine önyargılıdır. Anne arketipinin etkilerini anima karışımı olmadan incelemek ancak bir kadında mümkündür, fakat bunda bile, ancak dengeleyici animus henüz gelişmemişse başarılı olunabilir.

b. Aşırı gelişmiş Eros

Şimdi, kadındaki anne kompleksinin ikinci tipini, yani Eros’un aşırı gelişimini ele alacağız. Bu tipin, psikopatoloji alanında son derece olumsuz bir tablosunu çizmiştim. Fakat pek cazip olmayan bu tipin bile toplumun eksikliğini duymak istemeyeceği olumlu yönleri vardır. Örneğin, en kötü tarafı olan yuva yıkma vicdansızlığının ardında, doğanın anlamlı ve yararlı bir düzenlemesini görürüz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu tip, salt doğal ve içgüdüsel olan, bu nedenle de her şeyi yutan bir anneye tepki olarak gelişir. Bu anne tipi bir anakronizmdir, erkeğin yalnızca dölleyici ve tarlanın kölesi olarak ruhsuz bir varoluş sürdürdüğü karanlık bir anaerkilliğe geri dönüştür. Kızda Eros’un tepkisel gelişimi, annelik ve dişiliğin aşırı ağırlığı altında ezilen bir erkeğin kurtarılmasını hedefler. Böyle bir kadın, kocasının bilinçsizliği tarafından tahrik edildiği her yerde içgüdüsel olarak müdahale eder. Bu kadın, erkeğin kişiliği için onca tehlikeli olan, ama erkeğin sadakat olduğunu düşünmekten hoşlandığı konformizmi bozacaktır. Bu rahatına düşkünlük, erkeğin kişiliğinin bilincinde olmamasına ve erkeğin “baba”, kadının da “anne”den başka bir şey olmadığı, üstelik çiftlerin birbirlerine bu şekilde hitap ettiği sözümona ideal evliliklere yol açar. Evliliği partnerle bilinçdışı bir özdeşleşmeye kolayca indirgeyiveren kaygan bir zemindir bu.

Bu tipin kadını, Eros’unun yakıcı ışınını annelikle ilgili unsurların gölgesinde kalan bir erkeğe yönelterek ahlaki bir çatışmaya yol açar. Fakat bu çatışma olmadan kişiliğin bilincine varılamaz. Bu durumda akla şu soru gelecektir: “İyi de, insan â tort et â travers (durup dururken) neden daha yüce bir bilince ulaşmak zorunda ki?” Meselenin tam özüne isabet eden bu soruyu yanıtlamak kolay değildir. Gerçek bir yanıt vermek yerine, bir tür itirafta bulunabilirim yalnızca: Bana öyle geliyor ki, aradan geçen binlerce ve milyonlarca yıldan sonra, dağları, denizleri, güneşleri ve ayları, saman yolu, galaksileri, bitki ve hayvanlarıyla bu harikulade dünyanın varolduğunu birinin nihayet kavramış olması gerekirdi. Doğu Afrika’daki Athi ovasında küçük bir tepede durduğumda ve binlerce hayvanlık vahşi sürüleri, tasavvur edilemeyecek zamanlardan beri nasıl otladılarsa, o sessiz ıssızlıkta yine öyle otlarlarken seyrettiğimde, bütün her şeyin bu olduğunu bilen ilk canlı, ilk insan olduğum duygusuna kapıldım. Etrafımdaki dünya henüz başlangıçtaki sessizliği içindeydi ve var olduğunu bilmiyordu. Ve dünya işte bunu bildiğim o anda var olmuştu, o an olmasaydı asla var olmayacaktı. Doğa işte bu amacın peşindedir ve bu amacın insanda, ama yalnızca en bilinçlisinde gerçekleştiğini görür. Bilinçlenme yolunda atılan en küçük adım bile bir dünya yaratır.

Karşıtlar ayırt edilmediği sürece bilinç de olmaz. Ana kucağından, yani bilinçdışının ilksıcaklığından ve ilkkaranlığından sonsuz bir mücadeleyle kurtulan baba ilkesi, Logos budur. Tanrısal merak doğmayı amaçlar, bunun için hiçbir çatışmadan, ıstıraptan, günahtan çekinmez. İlk günah bilinçsizliktir, Logos için kötülüğün ta kendisidir. Bu nedenle, dünyayı yaratan ilk özgürleşme eylemi anne katlidir ve tüm yücelik ve derinliklere inip çıkmaya cesaret eden ruh, Synesius’un da dediği gibi, tanrıların verdiği cezayı çekmek, Kafkaslar’da kayalara zincirlenmek zorunda kalır. Zira hiçbir şey karşıtı olmadan var olamaz, başlangıçta nasıl bir idiyseler, sonunda da bir olacaklardır. Nasıl ki yaşayan her şey birçok ölümden geçmek zorundaysa, bilinç de ancak bilinçdışının daima dikkate alınmasıyla var olabilir.

Çatışma yaratmak, kelimenin tam anlamıyla şeytani bir erdemdir. Çatışma, duygulanım ve duyguların ateşini yakar ve her ateş gibi bunun da iki yönü vardır: yakmak ve aydınlatmak. Duygu, bir yandan sıcaklığıyla her şeyi var eden, omnes superfluitates comburit, yani tüm gereksizlikleri yakıp kül eden simya ateşidir, bir yandan da çeliğin taşla buluştuğu, kıvılcımın çaktığı andır: çünkü bütün bilinçlenmelerin ana kaynağı duygudur. Duygu olmadan karanlığın aydınlığa, ataletin harekete dönüşmesi imkânsızdır.

Yazgısı etrafındakileri rahatsız etmek olan kadın, yalnızca patolojik vakalarda yıkıcıdır. Normalde, rahatsızlığı kendinedir, dönüştürücü olarak kendisi dönüşür ve çatışmanın tüm kurbanları onun yarattığı ateşin ışığında hem aydınlanır hem de aydınlatılırlar. Anlamsız bir kargaşa gibi görünen şey, bir arınma süreci haline gelir – “Boş olan her şey yok olup gitsin”.{15}

Bu tip kadın işlevinin anlamının bilincinde olmamayı sürdürürse, yani “daima kötüyü isteyip iyiyi yaratan o gücün”{16} bir parçası olduğunu bilmiyorsa, kendi getirdiği kılıçla ölecektir. Oysa bilinç onu bir kurtarıcı ve aydınlatıcıya dönüştürür.

c. Salt Kız-Çocuk

Üçüncü tipin, yani kendi içgüdüleri felç olup anneyle özdeşleşen{17} kadının daima koca bir sıfır olması gerekmez. Aksine, eğer normal biriyse, boş kabın özellikle de yoğun bir anima yansıtmasıyla doldurulması olasılığı vardır. Nitekim, böyle bir kadının yazgısı buna bağlıdır: bir erkeğin yardımı olmadan biraz olsun kendini bulamaz; annenin elinden tam anlamıyla çalınması gerekir. Üstelik, kendine biçilmiş rolü uzunca bir süre büyük bir gayretle oynar. Fakat sonunda bundan bıkınca, kendisinin kim olduğunu keşfedebilir. Bu tür kadınlar, salt bir meslek ya da yetenekle özdeşleşerek var olan, ama bunun dışında bilinçsiz olan ve de öyle kalan erkeklere fedakâr bir eş olabilirler. Bu erkekler de yalnızca birer maske olduğundan, kadın eşlikçi rolünü büyük bir doğallıkla oynayabilmek zorundadır. Bu tür kadınların önemli yetenekleri de olabilir, ama kendi kişiliklerinin bilincinde olmadıkları için bunlar asla gelişmemiştir. Bu durumda yeteneklerini, bundan yoksun olan kocaya yansıtırlar ve bir de bakarız ki, önemsiz, hatta silik bir adam sanki sihirli halıya binmiş gibi başarının doruklarına çıkmıştır. Cherchez la femme (Arkasındaki kadına bakın) — o zaman bu başarının sırrı anlaşılır. Bu tür kadınlar bana -kabalık ediyorsam bağışlayınız- iri, güçlü dişi köpekleri anımsatırlar, bunlar en küçük erkek köpekten bile korkup kaçarlar, çünkü karşılarında korkunç bir erkek vardır ama onu ısırmak akıllarına bile gelmez.

Fakat ne de olsa, dişinin büyük sırrıdır boşluk. Erkeğe en başından beri yabancıdır, yarıktır, uçurum derinliğindeki öteki, Yin’dir. Erkekte merhamet uyandıran bu boşluk ve yokluk (burada bir erkek olarak konuşuyorum) dişiliğin maalesef -diyesim geliyor- tüm gizemini oluşturur. Böyle bir kadın yazgının ta kendisidir. Bir erkek bunun hakkında, buna karşı, bundan yana her şeyi, hiçbir şeyi ya da her ikisini de söyleyebilir, ama sonunda ya çılgınca bir mutlulukla bu deliğe düşer ya da erkek olmanın tek fırsatını kaçırır. İlkinin budalaca mutluluğunu kanıtlarla çürütemez, İkinciye talihsizliğini sağduyuyla kavratamazsınız. “Anneler! Anneler! Kulağa ne garip gelmekte!”{18} Erkeğin anneler âleminin sınırlarında teslim bayrağını çektiğini gösteren bu iç çekmeden sonra dördüncü tipe geçiyoruz.

D. OLUMSUZ ANNE KOMPLEKSİ

Bu tip, olumsuz anne kompleksinin özelliklerini taşır. Patolojik bir fenomen olan bu kadın erkek için sevimsiz, aşırı titiz, tatmin edilmesi güç bir eştir, çünkü tüm çabası doğal ilkkaynaktan çıkan her şeye direnmekten ibarettir. Fakat yaşamda deneyim kazandıkça aklını başına toplamayacak diye bir şey yoktur, o zaman da önce anneyle kişisel ve dar anlamda mücadele etmekten vazgeçer. Fakat ne kadar ilerleme gösterirse göstersin, karanlık, muğlak ve müphem olan şeylere düşmanlığı sürecek, belirgin, net, mantıklı şeylere değer verecektir. Kendisinden daha dişi olan kız kardeşini nesnellik ve soğukkanlılık konusunda geçecek, kocasının ise dostu, kız kardeşi ve yetkin danışmanı olabilecektir. Bunu başarabilmesinin nedeni, erkeğin bireyselliğine, erotizmin çok ötesine geçen bir anlayış göstermesini sağlayan eril özlemleridir. Anne kompleksi olan tipler içinde, yaşamının ikinci yarısında evliliğini başarıyla sürdürme şansına en çok o sahiptir, fakat bunu başarabilmesi için olumsuz kompleksinin en büyük tehlikesi olan salt-dişilik cehenneminden, anne rahmi kaosundan çıkması gerekir. Bilindiği gibi, bir kompleksin gerçekten üstesinden gelinebilmesi, o kompleksin sonuna kadar yaşanmasıyla olur. Kompleksimiz yüzünden uzak durduğumuz şeyin ötesine geçebilmek istiyorsak, onu son damlasına kadar içmemiz gerekir.

Bu tip kadın dünyaya yüzünü çevirerek yaklaşır, arkasına dönüp gözlerini Sodom ve Gomorra’ya diken Lut’un karısı gibidir. Dünya ve yaşam bir düş gibi geçer gider yanından, bir kere de başını kaldırıp karşısına bakmayı beceremediği için, yaşam onun için yanılsama, hayal kırıklığı ve huzursuzluk kaynağıdır. Gerçekliğe karşı salt bilinçdışı-tepkisel bir tutum içinde olması nedeniyle, sonunda yaşamı en çok savaştığı şeyden, yani salt-annelik-dişilik’ten ibaret olur. Fakat yüzünü çevirmediğinde, dünyayı olgunluğun ışığında, gençliğin, hatta çocukluğun tüm renkleri ve büyüleyici mucizeleriyle görüverecektir. Böyle bir vizyon, bilincin vazgeçilmez önkoşulu olan gerçekliğin kavranmasını ve keşfedilmesini sağlar. Yaşamın bir parçası yitirilmiştir gerçi, ama anlamı kurtarılmıştır.

Babasına karşı mücadele eden kadın, içgüdüsel, dişi bir yaşam olanağına sahiptir, çünkü o yalnızca kendisine yabancı olanı reddeder. Fakat eğer annesiyle mücadele içindeyse, içgüdülerinin zedelenmesi riskine karşın, yüksek bir bilince erişebilir, çünkü anneyi yadsırken, kendi benliğindeki karanlığı, güdüselliği, muğlaklığı ve bilinçsizliği de yadsımaktadır. Sağduyuları, nesnellikleri ve erkeksi özellikleri sayesinde yüksek mevkilere gelen bu kadınlar, annelik içgüdülerini ve dişiliklerini geç de olsa keşfettiklerinde, serinkanlı aklın önderliğinde muazzam nitelikler geliştirirler. Dişilik ve eril akıldan oluşan bu ender bileşim yalnızca dış dünyada değil, ruhun mahrem alanlarında da işe yarar. Böyle bir kadın erkeğin görünmez spiritus rector’u, yani manevi lideri ve danışmanı olarak dış dünyanın bilmediği önemli bir rol oynayabilir. Bu nitelikleriyle, erkeklere, anne kompleksinin diğer tiplerinden daha anlaşılır geldiği için, erkek dünyası ona genellikle olumlu anne kompleksini yansıtma teveccühünde bulunur. Aşırı dişi kadınlar, anne kompleksi olan çok hassas erkekleri ürkütürler. Oysa bu kadından ürkmezler, çünkü bu tür bir kadın, erkeğin duygularını karşı kıyıya güvenli bir biçimde ulaştırmasını sağlayan köprüler kurar. Bu kadının berrak aklı erkeğe güven verir, bu hiç de azımsanmayacak bir unsurdur, zira kadın-erkek ilişkisinde güvene sanılandan çok daha az rastlanır. Erkeğin Eros’u yalnızca yukarılara çıkarmaz, her entelektüel erkeği dehşete düşüren Hekate ve Kali’nin tekinsiz karanlık dünyasına da indirir. Bu kadının aklı, sonsuz labirentlerin umarsız karanlığında kaybolan erkeğin yolunu aydınlatır.

  1. ÖZET

Şimdiye dek söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, gerek mitolojinin ifadeleri, gerekse de, karmaşık ayrıntılarından sıyrıldığında, anne kompleksinin etkileri, son kertede bilinçdışıyla ilgilidir. Eğer insan bunun örneğini kendi bilincinde ve etkin ama görünmez, yani bilinemez olan bilinçdışında bulmasaydı, gündüz ve geceden, yazdan ve kıştan yola çıkarak, kozmosu aydınlık bir gündüz dünyasına ve masal yaratıklarıyla dolu gece dünyasına bölme fikrine kapılabilir miydi? İlkel insanın nesneleri algılayışı, kısmen şeylerin nesnel davranışına, çoğunlukla da, şeylerle ancak yansıtma yoluyla ilintilendirilen intra- psişik olgulara dayanır. Bunun nedeni basittir, ilkel insanın zihni katı bir disiplini, yani bilgi eleştirisini henüz bilmez; ilkel insan için dünya, kendi fantezi ırmağındaki hayal meyal bir görüntüdür, özne ile nesne ayırt edilmeksizin iç içe geçmiştir. Goethe{19} gibi “Dışarda olan her şey aynı zamanda içerdedir de” diyebiliriz. Fakat modern rasyonalizmin “dışardan” türetmeye bayıldığı bu “içerden”, bütün bilinçli deneyimlerin öncesinde var olan kendine özgü a priori bir yapıya sahiptir. En geniş anlamıyla deneyimin ve de psişik olguların yalnızca dış kökenli olduğu nasıl düşünülebilir ki? Yaşamın en derin sırlarından biri olan psike, her canlı organizma gibi kendine özgü bir yapıya ve unsurlara sahiptir. Ruhsal yapının ve unsurlarının, yani arketiplerin herhangi bir zamanda oluşup oluşmadığı sorusu metafiziğin alanına girer, bu nedenle de yanıtlanamaz. Yapı zaten mevcut olandır, yani her halükârda var olan önkoşuldur. Bu da anne, tüm deneyimleri içine alan biçim’dir. Buna karşılık baba, arketipin dinamizmini temsil eder, çünkü o hem biçim hem de enerjidir.

Arketipin taşıyıcısı öncelikle kişisel annedir, çünkü başlangıçta çocuk onunla tam bir ortaklık, bilinçdışı bir özdeşleşme içindedir. Anne, çocuğun hem fiziksel hem de psişik önkoşuludur. Ben bilincinin uyanmasıyla ortaklık yavaş yavaş ortadan kalkar ve bilinç, bilinçdışıyla zıtlaşmaya başlar, ki bu da bilincin önkoşuludur. Böylece Ben ve anne ayrımı oluşur ve annenin kişisel özellikleri giderek belirginleşir. Onun imgesindeki tüm efsanevi ve gizemli özellikler ortadan kalkar ve bunlar, en yakın olası kişiye, örneğin büyükanneye yüklenir. Büyükanne, annenin annesi olarak anneden daha “büyük”tür. Asıl “büyük ana” odur. Hem bilgelik hem de cadılık özelliklerini taşıdığı sık sık görülür. Zira

bir arketip bilinçten uzaklaştırıldığı oranda netleşerek mitolojik yanı belirginleşir. Anneden büyükanneye geçiş, arketipin statüsünün yükseldiği anlamına gelir. Bu durum Bataklar örneğinde açıkça görülür: Ölen babanın onuruna verilen kurban mütevazıdır, sıradan bir yiyecekten ibarettir. Fakat oğulun bir oğlu olduğunda, baba da artık büyükbaba olduğu için öte dünyada daha saygın bir konuma gelmiştir. O zaman kendisine büyük kurbanlar sunulur.{20}

Bilinç ile bilinçdışı arasındaki mesafenin büyümesiyle, büyükanne de Büyük Ana konumuna yükselir ve bu imgenin zıt özellikleri genellikle ayrışır. İyi bir peri ve kötü bir peri, aydınlık bir tanrıça ya da karanlık, tehlikeli bir tanrıça ortaya çıkar. Batı antikçağında, özellikle de doğu kültürlerinde zıtlıklar aynı figürde genellikle bir aradadır ve bu paradoks bilinci rahatsız etmez. Tanrı efsaneleri sık sık çelişkilerle dolu olduğu gibi, bu efsanelerdeki figürler de ahlaken çelişkilidir. Batı antikçağında gerek bu paradoks gerekse de tanrıların ahlaki çelişkileri insanların tepki ve eleştirilerine neden olmuş, bu eleştiriler sonucunda Olympos’taki tanrılar kumpanyası gözden düşmüş ve felsefi yorumlara vesile olmuştur. Bunun en belirgin ifadesi, Yahudi Tanrı kavramının Hıristiyanlıkta reformasyona uğramasıdır: ahlaken müphem olan Yehova tümüyle iyi bir Tanrı’ya dönüşmüş ve tüm kötülükler şeytanda toplanmıştır. Batılı insandaki hissetme işlevinin daha güçlü olması, Tanrı’yı ahlaken ikiye bölmesini zorunlu kılmışa benziyor. Oysa doğunun ağırlıklı olarak sezgisel olan entelektüel yaklaşımı duygu değerleriyle ilgili bir kararı dayatmadığı için, tanrılar ilk baştaki ahlaki paradokslarını rahatlıkla koruyabilmişlerdir. Bu nedenle de, Kali doğuyu, Meryem Ana batıyı temsil eder. Meryem Ana gölgesini tümüyle yitirmiştir. Gölgesi, popüler imgenin cehennemine düşmüş, orada “şeytanın büyükannesi” olarak sakin bir hayat sürmektedir. Duygu değerlerinin gelişimi sayesinde aydınlık ve iyi Tanrı’nın parıltısı muazzam boyutlara ulaşmış, fakat şeytan tarafından temsil edilmesi öngörülen kötülük insanda yer edinmiştir. Bu garip gelişimin başlıca nedeni, Maniheist düalizmden ürken Hıristiyanlığın tektanrıcılığını vargücüyle korumaya çalışmasıydı. Fakat karanlığın ve kötülüğün gerçekliği de yadsınamadığı için, bundan insanı sorumlu tutmaktan başka çare yoktu. Şeytanın tamamen ya da neredeyse tamamen ortadan kaldırılması, eskiden Tanrı’nın bir parçası olan bu metafizik figürün yerini, mysterium iniquatis’in (başarısızlığa uğrayan gizlem) asıl sorumlusu haline gelen insanın almasına neden olmuştur: omne bonum a Deo, omne malum ab homine!{21} Yeni dönemde bu gelişim şeytani bir biçimde tersine dönmüştür, kuzu kılığına giren kurt etrafta dolaşıp kulaklara, kötülüğün aslında iyiliğin yanlış anlaşılması, ilerlemenin faydalı bir aracı olduğunu fısıldamaktadır. Böylece, karanlık dünyanın ebediyen yok edileceği sanılmakta, bunun insanın ruhunu nasıl da zehirlediği kimsenin aklına gelmemektedir. Halbuki bu tutumla insan kendini şeytana dönüştürür, ki şeytan, karşı konulmaz gücü nedeniyle en inançsız Avrupalıyı bile uygun ya da uygunsuz her fırsatta “Aman Tanrım!” diye haykırtan bir arketipin öbür yarısıdır. İnsan bir arketiple mümkünse asla özdeşleşmemelidir, çünkü bunun sonuçları, psikopatolojiden ve dönemin bazı olaylarından da anlaşılacağı üzere, dehşet vericidir.

Batı ruhen o kadar büyük bir çöküntü içindedir ki, zaten yuttuğu kötüden sonra iyiyi de ele geçirmek için, insanın buyruğuna girmeyen ve de giremeyecek olan ruhsal gücü, yani Tanrı’yı yadsımak zorundadır. Nietzsche’nin Zerdüşt’ü nün bir de psikolojik açıdan dikkatle okunmasını öneririm. Nietzsche, tanrısı ölen ve tanrısal paradoksu ölümlü insanın dar kılıfına hapsettiği için yıkılan “Üst-İnsan”ın psikolojisini eşine az rastlanır bir tutarlılıkla ve gerçekten dindar bir insanın tutkusuyla tasvir etmiştir. Bilge Goethe, “Üstün insanın nasıl bir dehşete kapıldığını”{22} elbette fark etmiş, fakat bunun karşılığı, eğitimli cahillerin kibirli tebessümü olmuştur. Onun, Göğün Tanrıçası’nın yanı sıra Maria Aegyptiaca’yı da kapsayacak kadar zengin olan anne methiyesi, muazzam bir bilgeliğin ürünüdür ve bunun üzerine düşünebilen her batılı için önemli bir ipucudur. Fakat Hıristiyanlığın en yetkili temsilcilerinin bile din bilgisinin temellerini kavrayamadıklarını açıkça itiraf ettikleri bir dönemden ne beklenebilir ki? Aşağıdaki satırları bir teoloji (Protestan) makalesinden aldım: “Biz kendimizi -ister natüralist olalım isterse de idealist- yabancı güçlerin içsel yaşamımıza müdahalede bulunabileceği kadar bölünmüş değil, bütünsel varlıklar olarak kavrıyoruz,{23} ki Yeni Ahit de bunu öngörür.”{24} Bu satırların yazarının, bilincin zayıflığının ve çözülebilirliğinin bilim tarafından yarım asırdan fazla bir süre önce tespit edilip deneyle kanıtlandığından haberi yok belli ki. Bilinçli niyetlerimiz, başlangıçta nedenlerini bilmediğimiz, az çok bilinçdışı müdahalelerle sürekli bozulur ya da engellenir. Psike bir bütün olmaktan çok uzaktır, tam tersine, birbiriyle çelişen itki, ketlenme ve duygulanımların kaynadığı bir kazandır ve çatışmaları bazı insanlar için o kadar katlanılmaz hale gelir ki, teolojinin vaaz ettiği kurtuluşu bile dilerler. Neden kurtulmak istenir peki? Elbette, son derece kuşkulu bir psişik durumdan. Bilincin, diğer bir deyişle kişiliğin bütünselliği bir gerçeklik değil, bir dilektir. Bu bütünsellikten hayranlıkla söz eden ve nevrozu -kanser olduğuna dair sabit bir fikri vardı- nedeniyle bana başvuran bir filozofu hâlâ çok iyi anımsarım. Benden önce kaç uzmana başvurduğunu, kaç röntgen çektirdiğini bilmiyorum. Ona her defasında, kanser olmadığı söylenmişti. Bana demişti ki: “Kanser

olmadığımı biliyorum ama pekâlâ kanser olabilirim.” Bu kuruntudan kim sorumlu? Hasta bu kuruntuyu kendisi yaratmıyor, yabancı bir güç bunu ona dayatıyor. Ben bu durumla Yeni Ahit’teki ecinnilerin durumu arasında bir fark görmüyorum. Bir hava demonuna mı yoksa bilinçdışımda bana şeytani bir oyun oynayan bir faktöre mi inandığımın hiçbir önemi yok. İnsanın sahip olduğunu sandığı bütünselliğinin yabancı güçler tarafından tehdit edildiği gerçeğini değiştirmez bu. Teoloji, yüz yıl geriden takip ettiği Aydınlanmacı görüşler doğrultusunda “demitolojize” etmeye çalıştığı bu psikolojik gerçekleri artık dikkate alsa daha iyi ederdi.

Yukarıda, anne imgesinin baskın olmasından kaynaklanan psişik olguların genel bir tablosunu çizmeye çalıştım. Benim okurum, Büyük Ana figürünün mitolojik özelliklerini, kişilikçi psikoloji kisvesine bürünmüşlerse bile, bunları tek tek belirtmeye gerek kalmadan algılamıştır. Anne imgesinin etkisi altındaki hastalarımızdan, “anne” denince akıllarına gelen -olumlu ya da olumsuz- her şeyi sözle ya da resimle ifade etmelerini istediğimizde, mitolojideki anne imgesiyle bire bir örtüşen simgesel figürlerle karşılaşıyoruz. Bu analojilerle, ancak yoğun çalışmalar sonucunda aydınlığa kavuşabilecek bir alana adım atıyoruz. Ben en azından kendi adıma şunu belirtmek isterim ki, bu konuda net bir şey söylemem mümkün değil. Yine de birtakım sözler etme cüretinde bulunuyorsam, bunlara kesinleşmemiş ifadeler gözüyle bakılmasını isterim.

Özellikle dikkat çekmek istediğim husus, kadın ile erkeğin anne imgelerinin birbirinden çok farklı olduğudur. Kadın için anne, cinsiyetinin belirlediği bilinçli yaşamın misalidir. Oysa erkek için anne, örtük bilinçdışının imgeleriyle dolu, henüz tanımadığı bir yabancıdır. Salt bu nedenle bile, erkeğin anne kompleksi kadınınkinden tümüyle farklıdır. Erkek için anne en başından beri son derece simgesel bir karaktere sahiptir, erkeğin anneyi idealize etme eğilimi de bundan kaynaklanıyor olsa gerek. Birini idealize etmek, kötülükten korunma isteğidir aslında. İnsan korktuğu şeyi savuşturmak istediğinde idealize eder. Korkulan şey bilinçdışı ve onun büyülü etkisidir.{25}

Erkekte anne ipso facto (kendiliğinden, otomatikman) simgeseldir, fakat kadında ancak psikolojik gelişimle birlikte simge haline gelir. Erkekte genellikle Urania tipinin öne çıkması, kadında yeraltı tipinin, Toprak Ana’nın ağır basması dikkat çekicidir. Arketipin ortaya çıktığı evrede, ilkimgeyle neredeyse tam bir özdeşleşme yaşanır. Kadın doğrudan doğruya Toprak Ana’yla özdeşleşebilirken, erkek (psikotik vakalar hariç) özdeşleşemez. Mitolojide sık sık görüldüğü gibi, Büyük Ana’nın özelliklerinden biri de, eril karşılığıyla bir çift oluşturmasıdır. Bu nedenle erkek, Sophia’nın lütfuna mazhar olan oğulsevgiliyle, bir puer aeternus (ebedi çocuk) ya da bir fılius sapientiae, bir bilgeyle özdeşleşir. Fakat Toprak Ana’nın eşi bunun tam tersidir, kalkıkfalluslu bir Hermes (Mısır’da Bes) ya da -Hindistan’daki gibi— bir Lingam’dır. Bu simgenin Hindistan’da büyük bir ruhsal anlamı vardır, Hermes ise Helen senkretizminin en çelişkili figürlerinden biridir ve batı uygarlığının en önemli zihinsel gelişimlerinin kaynağıdır: Hermes aynı zamanda gizli bilginin tanrısıdır ve erken ortaçağın doğa felsefesinde dünyayı yaratan nous’ un ta kendisidir. Bu gizemin en iyi ifadesi, Tabula Smaragdina da yer alan şu karanlık sözlerdir: Omne superius sicut inferius.{26}

Bu özdeşleşmelerle, birinin diğerinden, karşıtından asla ayrı olmadığı zıt eşleşmeler âlemine gelmiş bulunuyoruz. Birey olmanın, kendi olma deneyiminin yaşandığı alandır bu. Batının ortaçağ edebiyatında, hele hele doğunun bilgelik hâzinelerinde bu süreçle ilgili çok sayıda simge bulunabilir ama burada sözcükler ve kavramların, hatta fikirlerin pek önemi yoktur, hatta bizi tehlikeli sapa yollara götürebilirler. Arketipin doğrudan karşımıza çıktığı, henüz hayli karanlık olan bu ruhsal deneyim alanı, arketipin gücünün en yoğun hissedildiği yerdir. Bu alan, saf deneyim alanıdır, bu nedenle de herhangi bir formüle hapsedilemez. Fakat bilen kişi, Apuleius’un muhteşem “Regina Coeli” duasında nasıl bir gerilimi ifade ettiğini uzun boylu açıklamalara gerek kalmadan anlar, bunun için coelestis (göksel) Venus ile nocturnis ululatibus horrenda Proserpina’yı{27} bir arada düşünmesi yeterlidir: ilk baştaki anne imgesinin ürkütücü paradoksudur bu.

1938 yılında bu makalenin ilk halini kaleme aldığımda, anne arketipinin Hıristiyanlıktaki versiyonunun on iki yıl sonra dogmatik bir gerçek statüsüne yükseleceğini henüz bilmiyordum.( 1950 yılında Papa XII. Pius, Meryem’in Göğe Çıkışı öğretisinin Katolikler için bağlayıcı bir dogma olduğunu ilan etti, (ç.n.)) Hıristiyan “Regina Coeli”, Olympos’tayken sahip olduğu tüm özellikleri, aydınlık, iyilik ve sonsuzluk hariç, sıyırıp attı elbette; hatta maddi çürümeye teslim olmaya en müsait yeri olan insan bedeni bile ruhani bir ölümsüzlüğe kavuştu. Yine de, Tanrı’nın anasıyla ilgili zengin alegorilerde, pagan öncüleri İsis (ya da İo) ve Semele ile bağları kısmen korundu. İkonolojik örnekler yalnızca İsis ve çocuk Horus değildir, Dionysos’un ilk başta ölümlü olan annesi de göğe yükselmiştir. Semele’nin oğlu da ölen ve dirilen bir tanrıdır (ve Olympos tanrılarının en gencidir). Bakire Meryem’in İsa’yı doğuran toprak olması gibi, eskiden Semele de bir toprak tanrıçasıydı. Bu durumda psikolog şu soruyla

karşı karşıya kalır; hayvani tutkulara ve içgüdülere sahip “bedensel” insanın, anne imgesinde onca karakteristik olan toprakla, karanlıkla, uçurumla, genel olarak “madde” ile ilişkisine ne oldu? Dogmanın ilanı, bilimsel ve teknolojik başarıların rasyonalist ve materyalist dünya görüşüyle el ele vererek, insanlığın zihinsel ve ruhsal mülkünü yok etmekle tehdit ettiği bir dönemde oldu. İnsanlık korku ve nefretle donanarak muazzam bir suç işlemeye hazırlanıyor. Öyle durumlar ortaya çıkabilir ki, örneğin hidrojen bombası kullanmak zorunda kalınabilir ve haklı bir özsavunma için, hafsalanın alamayacağı kadar korkunç bir eylem kaçınılmaz hale gelebilir. Göğe yüceltilmiş Tanrı Anası olayların bu feci gelişimiyle taban tabana zıttır; hatta onun Göğe Yükselişi, materyalist doktrinizme karşı bilinçli bir hamle, yeraltı güçlerinin isyanı olarak yorumlanmıştır. Tanrı’nın eskiden göğün sakinlerinden biri olan oğlu, İsa’yla birlikte, gerçek bir şeytana ve Tanrı düşmanına nasıl dönüştüyse, şimdi bunun tersi olmuş, göksel bir varlık yeraltıyla eski bağlarını yitirerek, dünyanın ve yeraltı dünyasının zincirlerini koparmış muazzam güçlerinin karşısında yer almıştır. Tanrı Anası maddeselliğin tüm önemli özelliklerinden nasıl arındırıldıysa, madde de tümüyle “ruhsuzlaştırıldı”, üstelik de, özellikle fiziğin, maddeyi tam olarak maddeden arındırmasa da, ona kendine özgü özellikler atfeden ve psike ile ilişkisini daha fazla ertelenemeyecek bir konu haline getiren bilgiler elde ettiği bir dönemde. Doğa bilimlerinde yaşanan muazzam gelişmeler, aceleci davranıp ruhun tahtından indirilmesine ve yine aynı düşüncesizlikle maddeye taparcasına hayranlık duyulmasına neden olmuştu; bugün iki dünya görüşü arasında açılan koca uçurum arasında bir köprü kurmayı kendine görev edinen de yine aynı bilimsel bilgi ihtirasıdır. Psikoloji, Göğe Yükseliş dogmasını, bir anlamda bütün bu gelişmeleri öngören bir simge olarak görmeye eğilimlidir. Ona göre, anne arketipinin zaruri özelliklerinden biri, toprak ve maddeyle ilişkisidir. Bu arketipin bir figürünün göğe, ruhsal âleme kabul edilmesi, yerin ve göğün, yani madde ve ruhun birleştiğine işaret eder. Fakat doğabilimin yaklaşımı tam tersi yönde olacaktır: ruhun eşdeğerini bizzat maddede bulacaktır, göğe yükselen ama tüm özelliklerini sıyırıp atan dünyevi madde gibi “ruh”un imgesi de, şimdiye dek bilinen tüm ya da en azından çoğu özelliğinden yoksun bırakılacaktır. Yine de, birbirinden ayrılan ilkelerin birleşmesinin yolu yavaş yavaş açılacaktır.

Somut açıdan bakıldığında, Göğe Yükseliş materyalizmle taban tabana zıttır. Bir karşı hamle karşıtların arasındaki gerilimi azaltmadığı gibi, en uç noktaya götürür.

Fakat simgesel açıdan bakıldığında, bedenin Göğe Yükselişi, yalnızca “pnömatik” bir eğilim yüzünden kötüyle özdeşleştirilmiş maddenin kabul görmesidir. Aslında, gerek ruh gerekse de madde nötrdür ya da daha ziyade “utriusque capax”tır, yani insanın iyi ya da kötü dediği şeye muktedirdir. Bunlar son derece göreceli tanımlar olsa da, hem fiziksel hem de psişik doğanın enerji yapısındaki gerçek çelişkilere dayanırlar, ki onlar olmadan varoluş da olmaz. Bir fikrin olması için karşıtının da olması gerekir. Taban tabana zıt olmalarına rağmen, hatta tam da bu yüzden, biri olmadan diğeri de olmaz. Aynen klasik Çin felsefesinde ifade edildiği gibidir: yang (aydınlık, sıcak, kuru ve eril ilke) yin’in (karanlık, soğuk, nemli ve dişi ilke) tohumunu kendi içinde barındırır, aynı şey diğeri için de geçerlidir. Buna göre, maddede ruhun tohumu, ruhta da maddenin tohumu vardır. Eskiden beri bilinen ve Rhine’ın deneyleriyle istatistiksel olarak da doğrulanan “senkronistik” olgular da bu yöndedir.{28} Maddenin “ruhla dolması”, bu durumda ruh bir tür töze sahip olacağı için, ruhun mutlak maddedışılığının sorgulanmasını gerektiriyor. Tarihin en büyük siyasi bölünmesinin yaşandığı bir dönemde ilan edilen bu kilise dogması, bilimin bütünsel bir dünya imgesi kurma çabasını yansıtan dengeleyici bir semptomdur. Bir anlamda, bu iki gelişme simyada karşıtların hieros gamos’unda (kutsal birlik) öngörülmüştü, ama yalnızca simgesel olarak. Fakat simgenin en büyük avantajı, heterojen, hatta uyumsuz faktörleri tek bir imgede toplamaktır. Simyanın çökmesiyle ruh ve maddenin simgesel birliği ortadan kalktı, şimdi modern insan ruhsuzlaşmış bir dünyada köklerinden kopmuş bir yabancı.

Simyada zıtların birliğinin simgesi ağaçtır; bu nedenle, kendini dünyasında yabancı hisseden ve varlığını ne artık var olmayan geçmişle ne de henüz olmamış gelecekle temellendirebilen günümüz insanının, bu dünyada kök salan ve göğün kutbuna uzanan, aynı zamanda da insanın kendisi olan dünya ağacı simgesine yeniden sarılmasına şaşmamak gerek. Simgeler tarihinde bu ağaç, ebediyen olana ve değişmeyene doğru büyüme ve yaşam yolu olarak tasvir edilir, zıtların birliğinden doğmuştur ve bu birleşmenin gerçekleşmesinin nedeni onun ebedi varlığıdır. Öyle görünüyor ki, kendi varoluşunu boşu boşuna arayan ve bundan bir felsefe çıkaran insan, artık bir yabancı olmayacağı dünyaya giden yolu ancak simgesel gerçekliği yaşayarak yeniden bulabilir.

Dört Arketip
Carl Gustav Jung
METİS YAYINLARI

Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer