Edward Said, Yabancı’nın sıklıkla insanlık durumuna ilişkin bir tür soyut metafor olarak yorumlanmasına rağmen, romanın tarihsel bağlamına, yani Albert Camus’nün büyüdüğü sömürge Cezayiri’yle yakından ilişkili olduğuna dikkat çekiyordu.

Yabancının yolculuğu
“Edward Said Yabancı’nın sıklıkla insanlık durumuna ilişkin bir tür soyut metafor olarak yorumlanmasına rağmen, romanın tarihsel bağlamına, yani Albert Camus’nün büyüdüğü sömürge Cezayiri’ne dikkat çekiyordu.”

Hiçbir yere sığamaz yabancı, dokuz köyden kovulur… Antik Roma’da pérégrin’ken (Roma İmparatorluğu’nda hacı; Roma tarafından fethedilen eyaletlerde yaşayan, ancak Roma vatandaşlığına ya da Latinlerin yasal statüsüne sahip olmayan yabancı) 212’de, Caracalla Fermanı’yla, barbarlar hariç, çoğunluğun “bir parçası”, dolayısıyla da “gelir ve vergiye” tabi vatandaştır. Ancak “dışarıdan gelen paralı asker ya da köylü” olarak addedilen barbar, çok sürmez, “konuşamayan, düzgün bir şekilde akıl yürütemeyen, korkak, kadınsı, acımasız, iştahını ve arzularını kontrol edemeyen” olarak tanımlanır olur. “Romanlığın” kriterine dönüşen din açısından yabancılığınsa eli kulağındadır.

Zaman içinde barbara mukabil, günlük dilde pérégrin de, kendisine ait olmayan bir ülkede bulunan gezgin, yolcu, göçebe gibi anlamlar alır. O artık bir yabancıdır; ne zaman kendini tanıtsa çekim, merak, endişe ya da düşmanlık uyandırır. Onun hakkında ilk bakışta ne düşüneceğimizi bilemeyiz. Ancak yabancının kökeni her zaman aynıdır: Başka bir yerden gelmiştir; onu nasıl karşıladığımız, vatandaşı olduğu bu başka yerin algısıyla yakından bağlantılıdır. Tıpkı onu tanımlama biçimimizin onunla kurduğumuz ilişkinin de bir işlevi olduğu gibi. Hegel, “İlk bakış düşmancadır” dememiş midir? Yabancı, Verlaine’in “Rüya” isimli şiirinde, “Her seferinde ne tamamen aynı / Ne tamamen farklı” kadındır. Bu şiir yabancının “öteki” figürü olarak tanımlanmasını destekler niteliktedir; Latincede hostis ve hospes terimlerini incelediğimizde de zenginleşen yan anlamlar çıkar karşımıza. Hostis, Hint-Avrupa g(h)ostis’ten gelir; asıl anlamı “yabancı”dır ama ikinci anlamı olan rakip ya da düşman, polemiksel bir ilişkiyi ifade eder. Üçüncü anlamı olan “düşmanın piyonu” da bir o kadar ilginçtir; ikiliğin ötesine geçerek üçüncü tarafı devreye sokar.

Odysseus ile Penelope: Buluşma sahnesi resmedilmiş.
Yabancı yolculuğuna devam eder. Odysseia’da, Truva kuşatmasından sonra evine, İthaka’ya saç sakal birbirine karışmış, kirli ve tanınmaz halde dönen Odisseus’dur o. Sarayına yerleşmiş bir grup talip Kraliçe Penelope’yle evlenmenin peşindedir. Kraliçe, kral olduğuna dair Odysseus’dan bir iz, bir işaret ister. Yabancıyla kocası arasındaki büyük fiziksel benzerliğe rağmen bu üçüncü unsur Penelope’yi yanılsamadan ve hatadan kurtaracaktır. “Yabancıya bakışın” kıstaslarından birine dönüşen bu üçüncü unsura başka bir örnek, Eshilos’un Les Suppliantes ya da Türkçede Hypermestra’nın Yargısı olarak geçen oyunudur. Kuzenleriyle evlenmeyi reddettikleri için babalarının önderliğinde Mısır’dan kaçan Libya Kralı Danaos’un elli kızı Argos şehrine sığınır. Sınırı geçmek için epey mücadele veren bu kadınlar sonunda Kral Pelasgos’un çoğunluk oyuna gitmesiyle metek (yabancı, başkalığın ya da başkasının reddi) olarak şehre kabul edilir.

Kaçma arzusunun ölüm arzusu biçimine büründüğü bu eserden esinlenen Elfriede Jelinek, Yalvaranlar adlı oyununda, kendisine sürekli olarak aşamadığı sınırlar gösterilen yabancıyı kamyon kasalarında, botlarda, teknelerde yol giden mülteci olarak temsil eder. Sınırda bekletmenin ve başka bir yere “nakletmenin” Avrupa’nın yeni kelimeleri, yeni değerleri olmadığını ortaya koyar. Yabancı yolculuğuna devam eder. Ve Jelinek’i belgelercesine, bu defa Céline Regnard’ın En Transit adlı eserinde görürüz onu. 1908’de, Marsilya’da, Beyrutlu bir kadının bagaj taşıyıcısı, oteller için çığırtkanlık, aracılık yapan bir “insan taciri-takipçi” tarafından öldürülmesiyle açılır kitap. Avrupa’nın kapalı bir kale olmadığı, 1880’lerden Büyük Savaş’ın arifesine kadar güneyinden, doğusundan ve Ortadoğu’dan ayrılan milyonlarca göçmen için kabul ve geçiş toprağı olduğu zamanlara götürür. 1840 ile 1940 yılları arasında, 300.000’i Osmanlı vilayeti Suriye’de yaşayanlar dahil olmak üzere, en az 56 milyon Avrupalı Atlantik’i geçmiştir. Yol uzundur; bir bağlantı beklerken, para yardımı için, sağlık nedenleriyle ya da tercihen sıklıkla durmanın gerektiği limanların kullanıldığı bir dizi geçişten oluşur. Doğu Akdeniz’den yeni kıtanın kıyılarına gitmek iki, çoğu zaman üç hafta, öngörülemeyen durumlardaysa birkaç ay sürer. Kitap işte bu yerleri, bu geçiş anlarında yaşananları, göçmenlerin bu limanlarda yaşadıkları deneyimleri anlatır. Yabancının sonsuzcasına almaşmasına neden olan da bu deneyimlerdir. Acil bir transfer olmadığı sürece –ki bu nadir bir durumdur– kalacak yer, yiyecek, bir sonraki seyahat için –akrabaları göndermemişse– bilet, Avrupalı görünmek için yeni kıyafetler bulmak ve bir sonraki seferde bunları yeniden satmak. Ayrıca karantinalara, sağlık kontrollerine ve geri gönderilme riskine boyun eğmek. ABD yetkilileri tarafından reddedilmekten korkanlar, Liverpool üzerinden, Meksika üzerinden daha dolambaçlı rotalara, hatta Latin Amerika’ya, özellikle de Brezilya’ya yönelenler. Faaliyetleri bu güçlü göç akışlarının varlığına bağlı olan iz sürücü-takipçiler, tüccarlar ve otelciler.

Yabancı yolculuğuna devam eder. Onu sürekli var eden, onu tanımayan, daha doğrusu onda bir bilinmeyeni tanıyan başka bir bakıştır. Fransızcada “hôte” kelimesinin hem ev sahibi hem konuk anlamıyla yarattığı müphemlik gibi, karşılayan ve karşılananın duruşları tersine çevrilir: O bizim için ne, biz onun için neyizdir? Sokrates’in şu hoş sözleri yabancıyı ilahi bir dönüşüme uğratmamış mıdır?: “Belki de cennetten gelen bir Tanrı olan bahtsız bir gezgine hakaret etmek iyi değildir; muhtemel ki o, uzak ülkelerden gelen konuklar gibi, insanların şiddetini ya da adaletini gözleriyle görmek için şehirler arasında seyahat eder durur.” Böylelikle gezgin, yabancının bir tür karşılıklılığını deneyimler: Geldiği yer ona yabancıdır, kendisi de karşılaştığı kimseler için yabancı olur.

Ondan ne gelebileceğine dair belirsizliğin, gizemin, endişenin ve kuşkunun birbirine karıştığı ve onun bizim için neyi temsil ettiği her zaman bir yönüyle karanlıkta kalan “yabancıyla ilişki” bir kültüre dönüşür ve gelip “hassasiyet özürlü” karakter Meursault şahsiyetinde, Albert Camus’nün Yabancı’sının orta yerine kurulur. “Bugün annem öldü, belki de dün, bilmiyorum” cümlesiyle başlayan roman, kahramanla duygudaşlık kurmaya izin vermeyen, neredeyse düz, üslupsuz bir teknikte devam eder. Buradaki zorluk, duygusal açıdan pek bir şey hissetmeyen, tepkileri sıradan insanlarınkiyle karşılaştırıldığında tuhaf, uyumsuz, beklenmedik olan birine kendi ölçütlerimize göre hüküm vermenin imkânsızlığıdır. Meursault’nun Cezayir yakınlarında bir bakımevinde kalan annesi ölmüştür. Cenazede gözlerinden tek damla akıtmayan o ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yüzmeye gittiği limanda Marie’yle tanışır. Marie’nin komşusu Raymond metreslerinden biriyle sorunlar yaşamaktadır ve bir gün onları sahilde bir arkadaşının kulübesine davet eder. Birlikte vakit geçiren grup, içlerinde söz konusu metresin kardeşlerinin olduğu gençlerle karşılaşır. Kavga patlak verir ve Raymond yaralanır. Kavganın yatışmasından bir süre sonra, Meursault üzerinde Raymond’un silahı, sahilde yürürken kavganın kahramanlarından biriyle yeniden karşılaşır. Güneşten gözleri kamaşır, duyularını yitirir, cebindeki tabancayı alır ve körü körüne, arka arkaya ateş ederek genç adamı öldürür. Annesi öldüğünde ağlamadığı için eleştirilen Meursault mahkemede de zerre pişmanlık göstermez. Giyotine mahkâm edilir, son anlarında Tanrı’ya sığınıp ondan af dilemesi için ziyaretine gelen papazı da reddeder. Meursault yabancıdır; kendine, dünyaya, onun kurallarına, hatta hep bir taraf tutmak, yorumda bulunmak zorunda olan okura. Ve metne “absürd” denmesinin nedeni kahramanla değil, gündelik hayatın mekaniğiyle, onun suni yapısıyla ilgilidir. İçselleştirilen kodlar, alışkanlıklar ya da beklentiler başkalarının gözünde onu “tuhaf”, “tutarsız” ve yabancı kılar. En temel ahlakın, toplumsal mutabakatın kurallarını ihlal eden Meursault, “kötü bir oğul” olarak annesinin cenaze töreninde ağlamamış, mahkemede pişmanlık duymamıştır. Bunlara eklenen başka “absürd” nedenler skandal toplumsal olgular haline gelecek ve idam cezasının gerçek sebebini oluşturacaktır.

Meursault cinayeti güneşin gözlerini kamaştırması nedeniyle işlediğini söylüyordu. Güneş halüsinasyona benzer bir görme bozukluğuna yol açmıştı. Kendi yabancılaşmışlıkları içinde Meursault’yü “yabancı” addeden “yabancı olmayanlarla” kendi irrasyonel eylemi arasında kalan “yabancı”nın tarih boyu süren göz kamaşmasıdır bu. Edward Said, Kültür ve Emperyalizm adlı kitabında, Yabancı’nın sıklıkla insanlık durumuna ilişkin bir tür soyut metafor olarak yorumlanmasına rağmen, romanın tarihsel bağlamına, yani Albert Camus’nün büyüdüğü sömürge Cezayiri’yle yakından ilişkili olduğuna dikkat çekiyordu. Mesela Arap karakterlerin isimlendirilmediğini, isimleri ve kimlikleri olan Avrupalı ​​karakterlerin hayatlarında pasif bir arka plan oluşturduğunu vurguluyordu. Tıpkı sömürge sistemindeki gibi, Araplar hep ikincil konumda bulunuyordu.

Ama biz yine de Yabancı’nın Cezayir Savaşı’ndan (1954-1962) çok önce, 1942’de yazıldığını, Albert Camus’nün de Cezayir Savaşı konusunda olmasa bile sömürgecilik karşıtı[*] bir yazar olarak net tavır aldığını hatırlatalım. Dahası, Edward Said’in bu karşı eleştirisinin yabancıya bakışın bir kabuğunu daha soyduğunu, uzak durulan ve toplumdan ayrı tutulana, absürt eylemiyle Meursault’yu, öldürülen “isimsiz” Arap yanında Camus’yü de ekleyip karşılıklı göz kamaşmasını sürdürdüğünü söyleyelim. Gerçekten de, Germaine Tillion, Frantz Fanon ya da Jean Genet gibi Avrupalı entelektüellerin aksine, Cezayir Savaşı sırasında mücadelelerine açık destek vermediği için Cezayir milliyetçileri tarafından reddedilmesi, “Cezayir’e sadece mutluluk derslerimi değil, aynı zamanda acı ve mutsuzluk derslerimi de borçluyum” diyerek ifade ettiği Arap Fransız kimliğiyle karmaşası, romanlarında Arapların yer bulmaması yüzünden suçlanması, tıpkı annesinin cenazesine gitmeyen Meursault gibi, ironik bir biçimde, “ülkesinin geleceğine ilişkin belirsiz tutumu”yla Camus’yü de “yabancı” kılar. Karşılıklı almaşıklığı içinde “yabancı”, hep kendi yabancısını yaratacak, “dünyaya yabancı” olarak XX. yüz yılın yabancılaşmış dünyalıların eline geçen Meursault da öldürülen Arap da aynı köteği yiyecektir. Hiçbir kurumun köleliğini yapmak istemediği için özgürce ölmek ister Meursault; infazının gerçekleşmesine çok az bir zaman kala, kendisini ziyarete gelen papazın Tanrıdan bahsetmesi üzerine söylediği sözler arka plandaki derin ve suskun acıyı gözler önüne serer:

[Papaz] kendinden ne kadar da emin görünüyordu, değil mi?… Yaşadığına bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim boş gibi duruyordum ama kendimden de, her şeyden de emindim, ondan daha emindim, hayatımdan da, gelmek üzere olan şu ölümden de emindim. Evet, bundan başka şeyim yoktu…. Geçirmiş olduğum bu saçma, boş hayat boyunca geleceğimin derinliklerinden ve henüz gelmemiş yılların arasından karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor; bu soluk, geçtiği yerde, yaşadığım yollardan daha gerçek olmayan o gelecek yıllar için vaat edilen bütün şeyleri aynı hizaya getiriyordu. Başkalarının ölümünün, bir annenin sevgisinin, onun Tanrısının, seçilen yaşamların, kaderlerin ne önemi vardı benim için, değil mi ki beni de, onun gibi benim kardeşim olduklarım söyleyen milyarlarca imtiyazlıyı da bir tek kader seçecekti. Anlıyor muydu bunu, anlayabiliyor muydu acaba?… Ötekileri de günün birinde mahkûm edeceklerdi… Eğer, adam öldürmekle suçlanıp da annesinin cenazesinde ağlamadığı için idam edilirse, ne çıkardı bundan?” (s. 109)

Yabancı yolculuğuna devam eder. Kalıba uymadığı için reddedilen, dışlanan ve Hypermestra’nın Yargısı’nda ya da Camus’nün Yabancı’sında olduğu gibi yargılanan o, bu defa bir filmde, Justine Triet’nin Bir Düşüşün Anatomisi’nde kocasını öldürmekle suçlanan ve kendisini hiper medyatik bir davanın içinde bulan yazar bir kadındır. Özel hayatı, işi, sadakatsizlikleri, kirli-temiz bütün çamaşırları duruşma sırasında halkın önüne serilir, tıpkı Camus’nün Yabancı’sında olduğu gibi: “Kahramanın yanında olmak”, “ona karşı olmak”, sonra “ondan şüphelenmek” arasında gidip gelinir. Kadın Alman, ölen eş Fransızdır ve oğullarıyla İngilizce konuşurlar. Sayısız geriye dönüş sırasında üç dil bir arada var olur. Ancak duruşmanın Fransızca yapılması kadın için bir engeldir. Kriminoloji uzmanlarıyla psikiyatristler, savunma avukatıyla acımasız bir savcı arasındaki mücadeleler arasında yargılama dili sertleştikçe kelimeler kadını gerçekte olmadığı kişilere böler. Ahlakın da işin içine girmesiyle, giderek yargılanan Sandra’nın yaşam tarzı olur. Kadının kocasını öldürmesinden “kuşkulanılması” yetmez. Hayatı didik didik edilirken herkes için aldığı konuma göre kadın, lezbiyen, anne, yazar binlerce kez yargılanmalı, duruşma sırasında ebeveynlerinin hikâyesini keşfeden çocukları karşısında güvenilmez hale getirilmelidir. Mahkemenin sonuna doğru, gözleri güneşten kamaşan Meursault gibi kafamız karışır, yargılardan yorgun düşeriz. “Yabancıya” alınan yabancılık mesafesi yargının hoyratlığıyla doğru orantılıdır. Duruşma mahkeme salonundan sinema salonuna döner.

Anatomy of a Falll (Bir Düşüşün Anatomisi), Justine Triet, 2023.

Kendisi için verilen hükmün ya da hukuki rejimin bulunduğu yere ve iktidarla olan ilişkisine göre değiştiği yabancı yoluna devam eder ve toplumsal grup “ötekine bakışta” ne kadar tutarlıysa, yabancı kavramı o kadar sağlam bir yere oturur. Sıradışı bir bireyle karşı karşıya kalan sistem esneklikten aciz, acımasız, merhametten yoksun, hatta yargıladığı özneden daha da kötü olduğunu ortaya koyar. (Bu bakışı “canlı” boyutuna, yasağı elinde bulunduran, cezalandırma hakkına sahip merci boyutuna taşıdığımızda köpeklere yapılanlar ortada!) Tarihten, coğrafyadan, ırktan ya da “hukuken geçerli” bir atıf kümesine ait olmamaktan miras kalan basit farklılık, güncel olayların beslediği ve kendi içinde kendini ha bire üretme kapasitesine sahip, daha radikal, daha kendine has, hatta daha “absürd” bir “ayırmaya” dönüşür. Ve bizi, absürd dendi mi Camus’nün Yabancı’sı Meursault’ya rahmet okutan kadastrocu K. ile karşı karşıya getirir. Konu, bir iktidarın, bir idarenin ifadesini simgeleyen bir şatoyla karşılamanın pek sıcak olmadığına bakılırsa, şato bölgesine belli ki davet edilmeden giden bir yabancının, oraya yeni atanan K’nın şatoya erişme çabaları etrafında şekillenir. Yerel alışkanlıklar, gelenekler hakkında hiçbir şey bilmeyen bir yabancıdır K. Yine de kendisini kabul ettirmek, hem bir yere sahip olmak hem de onu üç kilometre öteden sezen ve etraflarında istemeyen “yerlilerden” belli bir saygı görmek ister. Onun trajedisi gidecek hiçbir yerinin olmamasıdır. Bu yurtsuzluk o dönemde Avrupa’daki sıradan bir Yahudi’nin durumunu yansıtır niteliktedir. Köyde bir yerinin olmadığı, daha önce onsuz hayatın çok iyi gittiği kendisine sürekli hatırlatılır. Hemen hemen herkesin yaşadığı tüm rahatsızlıklardan K. sorumlu tutulur.

Hakkında sürekli spekülasyon yapılan, bir türlü aşılamaz, kuralları belirsiz şato gibi, kendisinden neyin talep edildiğini ya da şart koşulduğunu bilmeyen ve inatla şatoya girmek isteyen K da karşılıklı olarak belirsizlik-çelişkiyi, sözünü ettiğimiz karşılıklı göz kamaşmasını besler ve korur.

Yabancı yolculuğuna devam ediyor. Baştan beri insanları ayıran ve birbirine bağlayan şeyin dünya olduğunu söylüyordu Hannah Arendt. Eylemlerden ve sözlerden oluşan, kökenini bütünüyle insanların birbirlerine hitap ederek hareket etmelerine ve konuşmalarına borçlu olan bambaşka bir ara, bir ikisi ortası vardı. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, inanç ayrımcılığı ya da homofobi gibi suçsuz suçlar üreten toplumların yabancısı artık kadın, LGBTİ+, göçmen, mülteci, sığınmacı, engelli, sokak hayvanı değil, var olmaları yeterli olmayan, var olduklarına sürekli dikkat çekilenler: Komşu, öğrenci, genç, yaşlı, evli, bekâr… Yabancı yoluna devam ediyor.

[*] Bununla birlikte Camus 1939 gibi erken bir tarihte, Alger républicain’de yayımlanan “Kabile’nin Sefaleti” başlıklı bir dizi makalesinde, Cezayir halkının bağımsızlığı fikrini doğrudan iddia etmese de, çoğunlukla dağlardan gelen bir nüfusun ekonomik sefaletinden, “sömürgecinin, ülkenin talihsiz halkına duyduğu genel küçümsemeden” bahsedecektir.

DEĞİNİLEN KİTAPLAR
Céline Regnard, En transit: Les Syriens à Beyrouth, Marseille, Le Havre, New York, 1880-1914, Anamosa, 2022.
Elfriede Jelinek, Les Suppliantes, Arche, 2016.
Albert Camus, Yabancı, çev. Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, 1960.
Franz Kafka, Şato, İş Bankası Kültür Yayınları, çev. Regaip Minareci, 2014.

ŞULE S. ÇİLTAŞ
k24kitap
21 Kasım 2024