Kötülüğün Sıradanlığı ve Maskeli Uyanış: Bireyin Suça Ortaklığı ve Devrim Arzusunun Sınırları

Kötülüğün Sıradanlığı: Arendt’in Merceğinden Günümüz

Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, bireylerin devlet aygıtlarının suçlarına düşünmeden, sorgulamadan nasıl ortak olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Eichmann davasında gözlemlediği gibi, kötülük, şeytani bir niyetten değil, bireyin ahlaki sorgulamadan yoksun, sıradan bir itaatkârlığından doğar. Günümüzde bu sıradanlık, bireylerin küresel şirketlerin çevre tahribatına veya savaş sanayisinin yıkıcı etkilerine sessizce ortak olmasıyla kendini gösterir. Plastik atıklarla okyanusları kirleten ürünler satın alan, savaş sanayisini dolaylı olarak finanse eden vergiler ödeyen veya sosyal medyada bu suçlara karşı tepkisiz kalan bireyler, Arendt’in işaret ettiği “düşüncesizlik” tuzağına düşer. Politik açıdan, bu suçlara ortaklık, bireyin devlet ve şirketlerin oluşturduğu sistemin bir parçası haline gelmesiyle derinleşir; birey, bu sistemin bir dişlisi olarak, kötülüğü normalleştirir ve suçun bir parçası olur.

Suç Ortaklığının İçselleştirilmesi

Psişik düzeyde, bireylerin bu suçlara sessiz kalması, bir tür ahlaki uyuşma ve sorumluluktan kaçıştır. Politik psikoloji, bireyin bu uyuşmayı, sistemin dayattığı korku, konformizm ve “başka çare yok” algısıyla açıklar. Örneğin, bir birey, küresel bir şirketin çevreye verdiği zararı bilse bile, “Benim boykotum neyi değiştirir?” diyerek sorumluluktan kaçar. Bu, Arendt’in “düşüncesizlik” dediği şeyin ta kendisidir: Birey, sistemin suçlarını sorgulamak yerine, onun bir parçası olmayı seçer. Distopik bir lensle bakıldığında, modern toplum, bireyin zihnini işgal eden bir panoptikon gibidir; birey, sürekli gözetim altında olduğunu hissederek, suçlara karşı çıkma cesaretini yitirir. Bu uyuşma, bireyin özgür iradesini değil, sistemin itaatkâr bir uzantısı haline gelmesini sağlar.

V for Vendetta ve Halkın Uyanışı: Devrim mi, Farkındalık mı?

V for Vendetta filmindeki halkın, maskeli bir figür olan V’nin liderliğinde uyanışı, bireyin bu suç ortaklığına karşı nasıl bir sorumluluk alabileceğini sorgular. V, totaliter bir rejime karşı bireysel farkındalığı ateşleyen bir katalizördür; ancak halkın maskeleri takarak sokağa dökülmesi, bireysel bir bilinçten çok kolektif bir devrim hareketini temsil eder. Film, ütopik bir vizyon sunar: Halk, suç ortaklığını reddederek, sistemin zincirlerini kırabilir. Ancak bu uyanış, gerçekten bireysel bir farkındalık mıdır, yoksa V gibi bir figürün manipülasyonu mu? Politik açıdan, V’nin eylemleri, bireyin sorumluluğunu bir lidere devretme riskini taşır; halk, kendi ahlaki sorgulamasını yapmak yerine, bir kahramanın peşinden gider. Bu, Arendt’in “düşüncesizlik” uyarısını yeniden gündeme getirir: Devrim, bireyin suç ortaklığını sona erdirir mi, yoksa sadece yeni bir itaat biçimi mi yaratır?

Günümüz ve Sorumluluk: Devrimin Sınırları

Günümüz bireyleri, küresel şirketlerin çevre tahribatına veya savaş sanayisine karşı sorumluluk taşırken, bu sorumluluğun nasıl hayata geçirileceği bir ikilem yaratır. Bireysel farkındalık, boykotlar, bilinçli tüketim veya aktivizm gibi yollarla suç ortaklığını azaltabilir; ancak bu çabalar, sistemin devasa yapısı karşısında genellikle yetersiz kalır. V for Vendetta’nın gösterdiği gibi, kolektif bir devrim, bu suçlara karşı daha etkili bir çözüm gibi görünebilir. Ancak distopik bir gerçekle yüzleşmek gerekir: Devrimler, çoğu zaman yeni bir baskı rejimine dönüşebilir. Arendt’in perspektifinden, asıl çözüm, bireyin düşüncesizliğinden kurtulmasıdır; yani, her bireyin kendi ahlaki sorumluluğunu üstlenmesi. Bu, ütopik bir ideale işaret eder: Birey, suç ortaklığını reddederek, kendi özgürlüğünü ve ahlaki özerkliğini yeniden inşa edebilir.

Birey, Kendi Kötülüğünün Mimarı mı?

Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” ve V for Vendetta’nın devrimci anlatısı, provokatif bir soruyu gündeme getirir: Birey, suçlara ortak olurken, aslında kendi kötülüğünün mimarı mıdır? Günümüzde, çevre tahribatına veya savaş sanayisine sessiz kalan birey, Arendt’in Eichmann’ına benzer bir düşüncesizlik içinde midir? V’nin maskesi, bireyin suç ortaklığını gizleyen bir sembol mü, yoksa onu özgürleştiren bir araç mı? Eğer birey, kendi sorumluluğunu bir devrime veya bir lidere devrederse, kötülüğün sıradanlığından gerçekten kurtulabilir mi? Bu sorular, bizi rahatsız edici bir gerçekle yüzleştirir: Belki de kötülük, yalnızca sistemin bir ürünü değil, bireyin kendi ahlaki tembelliğinin bir yansımasıdır. Öyleyse, asıl devrim, maskelerin ardında değil, bireyin kendi vicdanında mı yatıyor?