Prens Mışkin’in Budalalığı: Freud, Nevroz ve Toplumsal Patolojinin Dansı

Saflığın Patolojisi: Mışkin’in Budalalığı ve Freud’un Nevrozu

Prens Mışkin’in “budala” sıfatı, Dostoyevski’nin Budala romanında yalnızca bir lakap değil, aynı zamanda toplumun ona biçtiği bir kimliktir. Mışkin’in saflığı, çocuksu dürüstlüğü ve empatiyle yoğrulmuş kırılganlığı, Freud’un nevroz kavramıyla çarpıcı bir kesişim noktası oluşturur. Freud, nevrozu bireyin içsel çatışmalarının, bastırılmış arzuların ve toplumsal normlarla uzlaşamamanın bir sonucu olarak tanımlar. Mışkin’in epilepsisi, bu bağlamda, yalnızca fiziksel bir rahatsızlık değil, aynı zamanda psişik bir başkaldırının somutlaşmış halidir. Onun nöbetleri, bilinçdışının isyanıdır; toplumun dayattığı aristokratik protokollerin, sahte nezaketlerin ve güç oyunlarının karşısında bir çığlık. Mışkin’in “budalılığı”, Freud’un gözünden bakıldığında, bireyin otantik varoluşunu koruma çabasıdır; fakat bu çaba, toplumun normatif aygıtları tarafından patolojikleştirilir. Saflık, bir erdem değil, bir hastalıktır bu düzende.

Patolojikleştirme ve Kontrol

Mışkin’in uyum sağlayamaması, devletin ve aristokrasinin bireyi disipline etme arzusunun bir aynasıdır. Toplum, Foucault’nun panoptikon metaforuna benzer şekilde, bireyi gözetler, yargılar ve “normal” bir kalıba sokmaya çalışır. Mışkin’in epilepsisi ve saflığı, bu disiplin aygıtının hedefindedir; çünkü o, sosyal hiyerarşinin sahte ahlakını ve protokollerini reddeder. Freud’un nevroz teorisi, bu noktada politik bir okuma kazanır: Toplum, bireyin öznelliğini bastırarak nevrotik bir hale getirir. Mışkin’in “hastalıklı” addedilen hali, aslında toplumun kendi patolojisinin bir yansımasıdır. Aristokratik düzen, bireyi bir makine gibi işleyen bir sisteme entegre etmeye çalışırken, Mışkin’in saflığı bu makineye bir kum tanesi gibi takılır. Onun budalalığı, toplumun dispotik doğasının bir eleştirisidir; bir yara, bir gedik, bir direniş.

Mışkin’in Ahlaki İsyanı

Mışkin’in saflığı, sadece bir nevroz olarak değil, aynı zamanda ütopik bir ahlakın taşıyıcısı olarak da okunabilir. O, Dostoyevski’nin Hıristiyan idealine yakın bir figürdür; sevgi, merhamet ve dürüstlükle dolu bir dünyayı temsil eder. Ancak bu ütopik vizyon, kapitalist ve aristokratik düzenin pragmatizmiyle çarpışır. Freud’un perspektifinden, Mışkin’in bu ahlaki duruşu, süperegonun aşırı baskın olduğu bir nevrotik durum olarak görülebilir; zira Mışkin, toplumun “gerçekçi” taleplerine boyun eğmek yerine, kendi içsel ahlak yasasına sadık kalır. Bu sadakat, onu hem bir aziz hem de bir budala yapar. Onun epileptik nöbetleri, bu ütopik ahlakın bedensel bir patlamasıdır; toplumun ona dayattığı çelişkilerin ağırlığı altında psişesinin çöküşü. Mışkin, bir ütopyanın mümkün olduğunu haykırırken, aynı zamanda bu ütopyanın imkânsızlığını kendi bedeniyle öder.

Kim Gerçek Budala?

Mışkin’in budalalığı, aslında toplumun kendi deliliğinin bir aynasıdır. Freud’un nevroz kavramı, bireyin değil, toplumun hasta olduğunu ima eder. Aristokratik düzenin sahte nezaketleri, güç mücadeleleri ve ahlaki ikiyüzlülüğü, Mışkin’in saflığı karşısında grotesk bir maskaralığa dönüşür. Toplum, Mışkin’i patolojikleştirirken, kendi nevrotik doğasını gizlemeye çalışır. Onun epilepsisi, toplumun bastırdığı kendi karanlık yüzüdür; bir anlamda, Mışkin’in nöbetleri, kolektif bilinçdışının dışavurumudur. Bu provokatif okuma, şu soruyu sorar: Gerçek budala, saflığıyla dünyayı anlamaya çalışan Mışkin mi, yoksa kendi yalanlarını gerçek sanan toplum mu? Mışkin’in nevrozu, belki de toplumun sağlıklı addedilen deliliğine karşı bir isyandır.

Birey ve Devlet Arasında

Mışkin’in hikayesi, politik psikolojinin merceğinden bakıldığında, birey ile devlet arasındaki ezeli çatışmayı gözler önüne serer. Devlet, bireyi normlara uydurarak bir “makbul vatandaş” yaratmayı amaçlar; ancak Mışkin, bu makbul vatandaş tanımına direnir. Onun saflığı, devletin ideolojik aygıtlarına karşı bir tehdittir; çünkü o, nezaket maskelerinin ardındaki güç oyunlarını göremez ya da görmek istemez. Freud’un nevroz teorisi, bu direnişi bir semptom olarak ele alabilir; ancak politik psikoloji, bu semptomun bir başkaldırı olduğunu öne sürer. Mışkin’in epilepsisi, devletin birey üzerindeki baskısının psişik bir yansımasıdır. Her nöbet, devletin bireyi ezme çabasının bir metaforudur; Mışkin’in bedeni, bu baskıya karşı koyarken çöker, ama ruhu teslim olmaz.

Sonuç: Mışkin’in Trajedisi ve Toplumun Maskesi

Prens Mışkin’in budalalığı, Freud’un nevroz kavramıyla kesişirken, bireyin toplum karşısındaki kırılganlığını ve direncini ortaya koyar. Onun saflığı, hem bir nevroz hem de bir ahlaki duruş; hem bir patoloji hem de bir ütopya. Toplumun dispotik aygıtları, Mışkin’i patolojikleştirirken kendi nevrotik doğasını ifşa eder. Mışkin’in epilepsisi, bu çatışmanın bedensel bir çığlığıdır; bireyin, devletin ve toplumun normlarına karşı varoluşsal bir isyanıdır. Dostoyevski’nin bu trajik kahramanı, bize şu soruyu bırakır: Bir budalanın saflığında mı yatıyor gerçek insanlık, yoksa toplumun “normallik” maskesinin ardında mı? Bu soru, hem ahlaki hem de provokatif bir meydan okumadır; çünkü cevap, belki de hepimizin içinde bir Mışkin taşıdığımız gerçeğini açığa çıkarır.