Carl Gustav Jung’un Tanrı Algısı Üzerine: Bilmek ve İnanmak Arasında : ”Tanrıyı Biliyorum”
22 Ekim 1959’da BBC’de yayınlanan Face to Face adlı programda John Freeman’ın konuğu olan Carl Gustav Jung’a yöneltilen en çarpıcı sorulardan biri, onun Tanrı’ya inanıp inanmadığıydı. Jung’un yanıtı kısa ama sarsıcıydı:
“Şimdi bu soruya cevap vermek çok zor. Ama… hayır, inanmama gerek yok… çünkü biliyorum.”
Jung’un bu yanıtı, modern çağın inanç krizine bir meydan okuma gibiydi. İnancın ötesinde, doğrudan bir deneyime, bir “bilme” haline işaret ediyordu. Bu ifadeyle Jung, Tanrı’yı dışsal bir figür ya da inanca dayalı bir kavram olmaktan çıkarıyor; insanın içsel yaşantısı, bilinçdışıyla kurduğu derin ilişki ve psişenin gizemli katmanlarında karşılaşılan bir gerçeklik olarak yeniden konumlandırıyordu.
Haziran 1960’ta verdiği bir başka röportajda, bu sözlerine açıklık getirme ihtiyacı hissetti:
“BBC bana yine aynı soruyu yöneltti: Tanrı’ya inanıyor musunuz? Bu soru oldukça karmaşık ve içten içe yakıcıydı. Ve ben de yandım… Tanrı’ya inanmaya ihtiyacım yok, çünkü biliyorum. Bu sözleri daha sonra düşündüğümde, gerçekten de cevap verdiğime şaşırdım. Ama bu yanıt benim için doğruydu.”
Jung, bu noktada Tanrı’yı metafizik bir varlık olarak değil, psişik bir gerçeklik, insanın deneyim dünyasında karşılaştığı etkin bir güç olarak tanımlar. Bilinçdışıyla karşılaşmalarında, birey üzerindeki etkisini inkâr edemeyeceği, yön verici ve dönüştürücü bir güçten söz eder.
“Hayatım boyunca geçtiğim tüm bu aşamalardan sonra şunu fark ettim: Bilinçli olduğumuzu varsaydığımız şeyler, aslında büyük oranda bilinçdışı etkilerin ürünü. Bazı deneyimler vardır ki, seni ele geçirir, sarsar, yönünü değiştirir. İşte böyle anlarda kendi kendime dedim ki: Eğer bir kişi ‘Tanrı’ diyorsa ve aynı anda içten içe ezici bir güç tarafından kuşatıldığını hissediyorsa, işte bu deneyim Tanrı’dır.”
Jung’a göre Tanrı, bir otorite figürü ya da uzak bir gökyüzü varlığı değil; kişinin iradesinin sınırlarına çarpıp onları aşan, onu dönüştüren, teslimiyet ve bilinçlenme arasında bir eşiğe getiren psişik bir fenomendir. Kendi sözleriyle ifade edersek:
“İstediğim sürece, dilediğimce davranabildiğim sürece, ben eylemin efendisiyim. Ama artık bunu yapamadığımda, bir başka güç devreye girdiğinde –işte o zaman bu Tanrı’dır.”
Bu yaklaşım, Jung’un mistik değil, psikolojik bir teoloji kurduğunu gösterir. Tanrı, bireyin içsel gerçekliğinde karşılaştığı derin bir arketip; sınırda, bilinçdışının eşiğinde yankılanan varoluşsal bir sestir. Jung için Tanrı’ya inanmak değil, onunla yüzleşmek, karşılaşmak ve bu karşılaşmanın dönüştürücü etkisini kabul etmek esastır.