Virginia Woolf’un Üslubu: Bilincin Akışında Saklı Olan Ne?
Virginia Woolf’un “bilinç akışı” tekniği, psikanalitik okuma için mükemmel bir laboratuvardır. Onun üslubu, sadece bir anlatım tekniği değil, bizzat ruhun iç işleyişinin bir simülasyonudur.
I. Freudyen Okuma: Woolf’un Bastırdığı Dünya
- Üslup Olarak Rüya ve Sansür: Woolf’un metinleri rüya gibidir. Olay örgüsü (manifest içerik) genellikle basittir: bir partiye hazırlık (Mrs. Dalloway), bir deniz fenerine yolculuk (To the Lighthouse). Ancak asıl hikâye, karakterlerin zihnindeki serbest çağrışımlarda, anılarda ve bastırılmış arzularda (latent içerik) gizlidir.
- Dışarıda Bırakılanlar: Woolf, Viktorya döneminin katı ahlakçılığını ve ataerkil yapısını doğrudan eleştirmek yerine, bu yapının kadın ruhunda açtığı yaraları, bastırılmış öfkeyi ve cinsel arzuları karakterlerinin iç sesleriyle “dışavurur”. Clarissa Dalloway’nin Sally Seton’a duyduğu gençlik aşkını anımsadığı o an, bastırılmış arzunun sansürü delip anlık olarak yüzeye çıkışının kusursuz bir örneğidir.
- Yüceltme ve İnkar: Woolf’un estetik kaygısı, dilin güzelliğine olan vurgusu, aslında travmatik olanı (savaş, ölüm, cinsel istismar imaları) estetik bir forma “yücelterek” katlanılabilir kılma çabasıdır. Üslup, acıyı hem gösteren hem de onu estetik bir örtüyle gizleyen bir savunma mekanizmasıdır.
II. Lacancı Okuma: Woolf ve “Bölünmüş Özne”
- Eksikliği Kapatma Çabası: Woolf’un karakterleri asla bütünlüklü değildir. Onlar “bölünmüş öznelerdir”. Clarissa Dalloway, toplumdaki rolü (parlak, sosyal bir kadın) ile içindeki boşluk ve ölüm düşüncesi arasında bölünmüştür. Romanın yapısı, bu eksikliği kapatma, anı parçalarını birleştirerek kayıp bir bütünlük arama çabasının ta kendisidir. Üslup, bu parçalanmışlığı yansıtan bir ayna olur.
- “Ben Kimim?” Sorusu ve Jouissance: Woolf’un uzun, kesintisiz cümleleri, okuyucuyu karakterin zihnine hapseder. Bu akışta, dilin mantığı zaman zaman kaybolur ve yerini ritmik bir hazza (jouissance) bırakır. Bu, anlamın ötesinde, dilin kendisinden alınan acı-tatlı bir hazdır. Karakterin “Ben kimim?” sorusuna verdiği cevap, mantıksal bir tanım değil, bu akışın kendisidir.
- Kimliğin Yarası: Septimus Smith karakteri, Clarissa Dalloway’in “yarasıdır”. Clarissa’nın bastırdığı, inkâr ettiği her şey (savaş travması, toplumsal yabancılaşma, delilik) Septimus’ta vücut bulur. Üslup, bu iki karakteri paralel kurgulayarak aslında tek bir öznenin bölünmüş iki yüzünü, kimliğin yarasını görünür kılar.
III. Kristeva’cı Okuma: Woolf ve “Semiyotik” Patlama
- Bedenin ve Ritmin Dili: Woolf’un yazısı, Kristeva’nın bahsettiği “semiyotik” alanın en güçlü örneklerindendir. Özellikle Dalgalar (The Waves) romanında, karakterlerin anlatısından çok, denizin ritmi, dalgaların sesi metne hakim olur. Bu, dilin mantıksal (simgesel) yapısının ötesinde, bedensel itkilerin, anneyle olan pre-Oidipal bağın ve ilksel ritimlerin dile sızmasıdır. Üslup, kelimelerden önce gelen ritmin kendisidir.
- Anlamın Çöktüğü Anlar: Woolf’un metinlerinde sıkça karşılaşılan “varoluş anları” (“moments of being”), tam da Kristeva’nın işaret ettiği yerlerdir. O anlarda karakterler mantıksal düşünceden sıyrılır, bir koku, bir ses veya bir görüntü aracılığıyla evrenle bütünleştiklerini hissederler. Bu, “simgesel”in çöktüğü ve “semiyotik” olanın, yani bedenin ve bilinçdışının konuştuğu anlardır.
- Clarice Lispector ile Paralellik: Bu noktada Lispector, Woolf’un açtığı kapıdan sonuna kadar girer. Lispector’un üslubu, neredeyse tamamen “semiyotik” alanda gezinir. Anlamdan çok hissin, mantıktan çok bedensel ve dil öncesi sezginin peşindedir. Kristeva’cı okuma, iki yazarın da dilin sınırlarında nasıl tehlikeli bir dans ettiğini gösterir.
Sentez: Jung’un “Gölge”si ve Lacan’ın “Boşluk”u ile Woolf’u Okumak
- Lacancı Boşluk (Eksiklik): Woolf’un karakterlerinin merkezinde yapısal bir “boşluk” vardır. Bu, Lacan’ın “Özne’nin Eksiği” dediği şeydir; dil tarafından yaratılan ve asla tam olarak doldurulamayan bir varoluşsal boşluk. Clarissa Dalloway’in parti verme telaşı, bu boşluğu sosyal ilişkilerle, estetikle ve düzenle doldurma çabasıdır.
- Jungiyen Gölge: Bu boşluğun içine itilen, bastırılan ve inkâr edilen her şey ise Jung’un “gölge” arketipini oluşturur. Gölge, kabul etmek istemediğimiz karanlık yönümüzdür. Septimus Smith, Clarissa’nın yaşayan gölgesidir. Clarissa’nın bastırdığı ölüm korkusu, varoluşsal anlamsızlık ve toplumsal delilik, Septimus’un kişiliğinde somutlaşır.
- Sonuç: Woolf’un üslubu, Lacancı “boşluğun” etrafında dönen bir danstır. Ancak bu dans sırasında ara sıra sahneye fırlayan ve oyunu bozan bir figür vardır: Jungiyen “gölge”. Septimus’un intiharı, gölgenin artık bastırılamadığı ve öznenin boşluğa yenik düştüğü anın trajedisidir. Clarissa ise onun intiharını duyduğunda, kendi gölgesiyle yüzleşir ve o boşluğun gerçekliğini ilk defa derinden hisseder.
Nihai Sonuç:
Psikanalitik çerçeveyi dikkate alarak Woolf’a ve bu senteze uyguladığımızda, Buffon’un “Le style est l’homme même”* sözü şu nihai ve çok katmanlı anlama kavuşur:
“Üslup, öznenin varoluşsal boşluğunun etrafında yaptığı estetik bir danstır. Ancak bu dans, sürekli olarak bastırdığı gölgesinin (travmalarının, arzularının, korkularının) müziğiyle kesintiye uğrar. Yazar, bu dansta hem boşluğu gizlemeye çalışır hem de gölgesinin adımlarını istemeden ifşa eder.”
- “Le style est l’homme même” Üslup insanın ta kendisidir