Kayıp Toplulukların İzinde: Psiko-Politik ve İdeolojik Yansımalar

Yeraltı Şehirlerinin Sessiz Direnişi

Kapadokya’nın kayalık yamaçlarında, kayıp Hıristiyan topluluklarının yeraltı şehirleri, taşların içinde oyulmuş bir varoluşun izlerini taşır. Bu şehirler, baskıcı otoritelerden kaçışın mı yoksa direnişin mi sembolüdür? Psiko-politik açıdan bakıldığında, bu yapılar basit bir saklanma pratiğinden çok, otoriteye karşı kolektif bir duruşun mimariye kazınmış halidir. Roma ve Bizans dönemlerinde, resmi kilisenin “sapkın” damgası vurduğu bu topluluklar, yeraltına çekilerek hem fiziksel hem de manevi bir alan yarattı. Bu alan, otoritenin gözünden uzak bir özerklik mekânıydı; kiliseler, yaşam odaları ve tüneller, sadece hayatta kalmayı değil, aynı zamanda inançlarını koruma iradesini temsil ediyordu. Alevi topluluklarının tarihsel “içe kapanma” stratejileriyle karşılaştırıldığında, paralellikler çarpıcıdır. Aleviler, Osmanlı’nın Sünni hegemonyası altında, köylerde, dağlık bölgelerde ve dergâhlarda kendi manevi dünyalarını inşa ettiler. Bu, bir kaçış değil, otoriteye karşı örtük bir muhalefet biçimiydi. Her iki topluluk da, görünmez kalarak var olmayı seçti; bu, kolektif bilinçdışında bir tür “gizli direniş” mitolojisi yarattı. Ancak, Hıristiyanların yeraltı şehirleri fiziksel bir mekâna sabitlenirken, Alevilerin içe kapanması daha çok ritüel ve sözlü gelenek üzerinden işledi. Bu fark, birinin taşla, diğerinin sözle direndiğini gösteriyor. Yeraltı şehirleri ve Alevi cemevleri, baskıya karşı birer sığınak mı, yoksa otoriteye meydan okuyan sessiz bir manifesto mu?

Işıkçılığın Köken Arayışı

Işıkçılık gibi Alevi hareketlerinin, Luvileri Aleviliğin kökeni olarak görmesi, ideolojik bir yeniden inşa mı, yoksa tarihsel bir hakikatin izini sürme çabası mı? Luviler, Anadolu’nun kadim halklarından biri olarak, “Işık İnsanları” kavramıyla Alevi kimliğine romantik bir köken sunar. Bu iddia, tarihsel bir gerçeklikten çok, modern dönemde kimlik arayışının bir yansıması olarak okunabilir. Psiko-politik açıdan, bu tür bir köken arayışı, Alevilerin tarih boyunca maruz kaldığı dışlanmayı tersine çevirme çabasıdır. Luvilere atfedilen bu bağlantı, Alevi kimliğini, devletin homojenleştirici anlatısına karşı bir “eski” ve “otantik” karşı-anlatı olarak konumlandırır. Ancak, bu yeniden inşa, aynı zamanda bir risk taşır: Tarihsel belirsizlikler üzerine kurulu bu söylem, Alevi kimliğini mitolojik bir geçmişe hapsedebilir, onu modern siyasi mücadelelerden uzaklaştırabilir. Işıkçılık, Aleviliği evrensel bir maneviyat olarak yüceltirken, aynı zamanda devletin resmi tarihine karşı bir başkaldırıdır. Bu, kolektif bilinçte hem bir özgüven patlaması hem de tarihsel gerçeklikten kopma tehlikesi yaratır. Luvilerle bağ kurma çabası, Aleviliği yeniden tanımlarken, acaba bir tarihsel hakikati mi açığa çıkarıyor, yoksa ideolojik bir kurgu mu üretiyor?

Damgalanmanın Kolektif Yarası

Kayıp Hıristiyan toplulukların Bizans ve Osmanlı otoritelerince “sapkın” olarak damgalanması, Alevilerin tarih boyunca yaşadığı dışlanmayla psiko-politik bir paralellik sunar. Bu damgalama, sadece bir dışlama pratiği değil, aynı zamanda toplulukların kolektif bilinçdışında derin bir travma izi bırakmıştır. Hıristiyan topluluklar, “ortodoks” kilisenin dışında kalarak, inançlarını yeraltında sürdürmek zorunda kaldı; bu, bir tür manevi sürgün deneyimiydi. Aleviler ise, Osmanlı’nın Sünni merkezli politikaları altında, “rafızi” veya “kızılbaş” gibi aşağılayıcı etiketlerle anıldı. Bu damgalamalar, her iki topluluğun da kendini “öteki” olarak görmesine yol açtı. Psiko-politik açıdan, bu dışlanma, toplulukların kimliklerini gizlice koruma ve içe kapanma stratejilerini güçlendirdi. Kolektif bilinçdışında, bu travma, hem bir mağduriyet anlatısı hem de direniş etiği olarak işledi. Hıristiyanların yeraltı kiliselerindeki freskler, Alevilerin cem ritüellerindeki deyişler, bu travmanın sanatsal ve manevi ifadeleridir. Ancak, bu damgalama, toplulukları sadece mağdur konumuna indirgemedi; aynı zamanda onlara otoriteye karşı bir “etik başkaldırı” bilinci aşıladı. Acaba bu travma, toplulukların kimliklerini yeniden inşa etme gücünü mü sağladı, yoksa onları sonsuz bir dışlanmışlık döngüsüne mi hapsetti?

Işık İnsanlarının Muhalif Ruhu

Luvilerin “Işık İnsanları” kavramı, kayıp Hıristiyanların ve Alevilerin devlet otoritesine karşı geliştirdiği muhalif duruşla ideolojik bir bağ kuruyor mu? Bu kavram, hem tarihsel hem de mitolojik bir düzlemde, otoriteye karşı bir başkaldırı sembolü olarak işlev görebilir. Luviler, Anadolu’nun kadim kültürel dokusuna işaret ederken, “ışık” metaforu, baskıcı karanlığa karşı bir aydınlanma ve özgürlük arayışını temsil eder. Kayıp Hıristiyanlar, yeraltı şehirlerinde inançlarını korurken, Aleviler, cem ritüellerinde ve ozanların sazında bu muhalif ruhu sürdürdü. Psiko-politik açıdan, bu “ışık” kavramı, modern seküler ideolojilere çevrilebilir; bireysel özgürlük, eşitlik ve otoriteye karşı eleştirel bir duruş olarak yeniden yorumlanabilir. Ancak, bu çeviri, tarihsel bağlamından koparılırsa, romantik bir idealizme dönüşme riski taşır. Işık İnsanları söylemi, hem Hıristiyanların hem Alevilerin devlet karşısında özerk bir alan yaratma çabasını yansıtırken, modern dünyada bu muhalif duruş, seküler hümanizm veya sivil itaatsizlik gibi kavramlarla kesişebilir. Bu bağ, acaba evrensel bir özgürlük etiği mi sunuyor, yoksa sadece yerel bir mitolojinin yeniden paketlenmesi mi?

Resmi Tarihin Kıyısındaki Hakikatler

Kapadokya’nın kayıp Hıristiyanları, Luviler ve Aleviler arasındaki olası bağlar, neden resmi tarih yazımında marjinalize edildi? Bu marjinalizasyon, ulus-devlet ideolojisinin homojen bir kimlik inşa etme çabasının bir yansımasıdır. Osmanlı’dan modern Türkiye’ye, resmi tarih, farklılıkları bastırarak tek bir anlatı yaratmayı hedefledi. Kayıp Hıristiyanlar, Bizans’ın “sapkın” damgasıyla, Aleviler ise Osmanlı’nın “heterodoks” etiketiyle ötekileştirildi. Luviler ise, arkeolojik bir merak konusu olmaktan öteye gidemedi; çünkü onların kadim varlığı, modern ulus-devletin “Türk-İslam” sentezine uymuyordu. Psiko-politik açıdan, bu marjinalizasyon, kolektif hafızada bir tür “silinmişlik” travması yarattı. Ancak, bu silinme, aynı zamanda alternatif tarih yazımlarına kapı araladı. Alevilerin sözlü geleneği, Hıristiyanların freskleri, Luvilerin taş yazıtları, resmi tarihin susturmaya çalıştığı birer çığlık olarak kaldı. Bu bağlar, ulus-devletin homojenleştirici projesine karşı bir direniş anlatısı sunuyor. Acaba bu marjinalizasyon, sadece bir baskı aracı mı, yoksa toplulukların kendi hakikatlerini yeniden keşfetme fırsatını mı doğurdu?