Sürgün, Kimlik ve Gazze: Yahudi Hafızası ile Filistin Gerçeği Arasında
Tarihsel Hafıza ve Kimlik Çatışması
Yahudi toplumunun Babil Sürgünü’nde yaşadığı yerinden edilme, modern Yahudi kimliğinde derin bir iz bırakmıştır. Bu travma, aidiyetin kırılganlığını ve diasporanın yalnızlığını içselleştiren bir anlatıya dönüşmüştür. Gazze’deki Filistinlilere yönelik politikalar, bu tarihsel deneyimi hatırlatan bir ayna işlevi görürken, aynı zamanda çelişkili duygular uyandırır. Yahudilerin sürgünle yoğrulmuş kimliği, Filistinlilerin yaşadığı izolasyona empatiyle yaklaşmayı zorlaştırabilir; çünkü bu durum, tarihsel kurbanlık anlatısını yeniden canlandırarak suçluluk ve savunma mekanizmalarını tetikleyebilir. Bu ambivalans, kolektif hafızanın hem birleştirici hem de ayrıştırıcı gücünü ortaya koyar. Yahudi toplumunun kimlik arayışı, Filistinlilerin acısına tanıklık ederken, tarihsel yaraların gölgesinde karmaşık bir duygusal gerilim yaratır.
Sürgün Anlatısının Empatiyle Buluşması
“Galut” kavramı, Yahudi kolektif bilincinde bir yersizlik ve kayıp sembolü olarak kök salmıştır. Bu kavram, Filistinlilerin Gazze’de yaşadığı fiziksel ve sosyal izolasyona tanıklık ederken, Yahudi toplumunda hem empatiyi hem de direnci şekillendirir. Empati, ortak bir acı deneyiminden doğabilir; çünkü sürgün, her iki toplumu da tanımlayan bir gerçekliktir. Ancak, bu empati, İsrail’in güvenlik kaygıları ve ulusal kimlik inşası gibi politik dinamiklerle sıklıkla gölgelenir. Filistinlilerin yerinden edilmesi, Yahudi hafızasında “bir daha asla” söyleminin bir yansıması olarak algılanabilir, bu da empatiyi engelleyen bir savunma refleksini güçlendirir. Tarihsel acının ağırlığı, evrensel bir insanlık bağı kurmayı zorlaştırırken, aynı zamanda ahlaki bir sorgulamayı da kaçınılmaz kılar: Kendi acısını hatırlayan bir toplum, başka bir toplumun acısına nasıl duyarsız kalabilir?
Tekinsizliğin Bilinçdışı Yansımaları
Freud’un “tekinsiz” kavramı, tanıdık olanın birdenbire yabancı ve rahatsız edici hale gelmesini tanımlar. Yahudi toplumunun sürgün travması, Filistinlilerin yerinden edilmesine tanıklık ederken bu tekinsizliği yeniden uyandırabilir. Filistinlilerin yaşadığı sürgün, Yahudi kolektif bilincinde bastırılmış bir suçluluk duygusunu ya da tarihsel mağduriyetin yankısını yüzeye çıkarabilir. Bu durum, bilinçdışı bir çatışma yaratır: Kendi acısını hatırlayan Yahudi toplumu, Filistinlilerin acısını tanıdık ama aynı zamanda tehdit edici bulabilir. Bu tekinsizlik, empatiyi hem mümkün kılar hem de engeller; çünkü Filistinlilerin sürgünü, Yahudi hafızasında hem bir aynılık hem de bir farklılık olarak algılanır. Bu çatışma, bireysel ve kolektif düzeyde derin bir ahlaki ikilem doğurur: Tarihsel acıyı anlama kapasitesi, aynı acıyı yeniden üretme riskini nasıl barındırabilir?
Kurbanlıktan Güce Geçişin Bedeli
Yahudi toplumunun tarihsel “kurban” arketipinden modern dönemde “güç sahibi” konumuna geçişi, psiko-politik bir dönüşümün öyküsüdür. Bu dönüşüm, Gazze’deki insan hakları ihlallerine karşı duyarsızlaşmayı besleyen karmaşık bir dinamik yaratır. Güç, güvenlik ve egemenlik arayışı, Yahudi toplumunu tarihsel mağduriyetten uzaklaştırırken, Filistinlilerin yaşadığı acıyı algılama biçimini de dönüştürür. Kurban konumundan sıyrılma çabası, bazen diğerinin acısını görmezden gelme eğilimini güçlendirebilir; çünkü güç sahibi olmak, ahlaki sorumlulukları yeniden tanımlamayı gerektirir. Gazze’deki izolasyon ve yerinden etme politikaları, bu yeni kimliğin sınandığı bir alan haline gelir. Yahudi toplumunun güç arayışı, tarihsel acının anısını canlı tutarken, aynı zamanda başkalarının acısına karşı bir duygusal mesafe yaratabilir. Bu, ahlaki bir sorgulamayı zorunlu kılar: Güç, empatiyi gölgede bırakabilir mi, yoksa tam tersine, tarihsel acıyı anlamanın bir yolu olarak kullanılabilir mi?


