Tarihsel Mağduriyetten Devlet Gücüne: Yahudi Deneyimi ve Filistin-Gazze Sorunu Üzerine Etik ve Felsefi Bir İnceleme
Tarihsel Döngülerin İzinde: Hegel’in Efendi-Köle Diyalektiği
Hegel’in efendi-köle diyalektiği, insan ilişkilerinin ve toplumsal yapıların özünü anlamada güçlü bir çerçeve sunar. Bu diyalektikte, efendi ve köle arasındaki ilişki, yalnızca güç dinamikleriyle değil, aynı zamanda karşılıklı tanınma arayışıyla tanımlanır. Babil Sürgünü, Yahudi halkının tarihsel olarak “köle” konumuna itildiği en belirgin dönemlerden biridir. Bu dönemde Yahudiler, kimliklerini koruma mücadelesi verirken, aynı zamanda hayatta kalma ve öz-tanınma için bir bilinç geliştirmişlerdir. Ancak, modern İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte, bu tarihsel mağduriyetten sıyrılan Yahudi toplumu, Gazze’de ve diğer işgal altındaki topraklarda Filistinlilere yönelik politikalarla “efendi” konumuna geçti. Bu dönüşüm, etik bir paradoks yaratır: Tarihsel olarak ezilen bir topluluğun, şimdi başka bir topluluğu baskı altına alması, Hegel’in diyalektiğinde eksik kalan bir unsuru, yani ahlaki sorumluluğu, gündeme getirir. Efendi, kölenin tanınmasına ihtiyaç duyar; ancak Gazze’deki politikalar, Filistinlilerin insanlıklarını tanıma çabasından çok, onların varlığını bir tehdit olarak çerçeveleme eğilimindedir. Bu durum, efendinin kendi özgürlüğünü kölenin özgürlüğüne bağlayan Hegelyen diyalektiğin çözülmemiş bir gerilimini ortaya koyar: İsrail’in devlet olarak varoluşu, Filistinlilerin özgürlüğünü kısıtlayarak kendi ahlaki meşruiyetini nasıl sürdürebilir?
Ötekinin Yüzü: Levinas ve Ahlaki Sorumluluk
Emmanuel Levinas’ın “öteki etiği,” insan ilişkilerini, ötekinin yüzüyle karşılaşma anında ortaya çıkan ahlaki sorumluluk üzerinden tanımlar. Yahudi halkının sürgün deneyimi, ötekinin acısına tanıklık etme ve bu acıyı anlama kapasitesini geliştirmiş bir tarihsel bilinç yaratmıştır. Sürgün, Yahudilere, yersiz yurtsuzluğun, kimliksizliğin ve dışlanmanın ne anlama geldiğini öğretmiştir. Ancak, bu deneyim, Filistinlilere yönelik işgal politikalarıyla çelişen bir ahlaki sınavla karşı karşıya bırakır. Levinas’a göre, ötekinin yüzü, bizi kendi benliğimizden çıkar ve onun acısına, varlığına ve insanlığına karşı sınırsız bir sorumluluk yükler. Gazze’de uygulanan politikalar—kısıtlamalar, abluka, askeri operasyonlar—Filistinlilerin yüzünü görünmez kılar; onların insanlıklarını, tarihsel bağlamda Yahudilerin de çok iyi bildiği bir yoksunlukla gölgeler. Bu bağlamda, Yahudi tarihsel deneyimi, Filistinlilere yönelik bir empati ve sorumluluk geliştirmeyi gerektirir; ancak mevcut devlet politikaları, bu ahlaki çağrıyı susturur. Levinas’ın perspektifinden bakıldığında, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikaları, ötekinin yüzünü reddetmekle kalmaz, aynı zamanda Yahudi kimliğinin tarihsel olarak taşıdığı ahlaki duyarlılığı da riske atar. Soru şu olur: Tarihsel acılar, bir toplumu ötekinin acısına daha duyarlı kılmalı mıdır, yoksa bu acılar, güç elde edildiğinde ötekinin yüzünü görmezden gelmeyi meşrulaştıran bir kalkan mı olur?
Güç ve İrade: Nietzsche’nin Merceğinden Devlet Politikaları
Friedrich Nietzsche’nin “güç istenci” kavramı, bireylerin ve toplumların varoluşsal mücadelelerini anlamada bir başka lens sunar. Yahudi halkının tarihsel mağduriyetten modern bir devlet gücüne geçişi, Nietzsche’nin perspektifinden, hayatta kalma ve kendini gerçekleştirme arzusunun bir tezahürü olarak okunabilir. Sürgünler, pogromlar ve soykırım, Yahudi toplumu için bir varoluşsal mücadele alanı yaratmış; bu mücadele, İsrail devletinin kuruluşuyla bir güç istencine dönüşmüştür. Ancak, bu güç istenci, Filistinlilere yönelik politikalarda kendini, Nietzsche’nin eleştirdiği ahlaki ikiyüzlülüğe yakın bir şekilde ifade eder. Nietzsche’ye göre, güç istenci, yalnızca hayatta kalmayı değil, aynı zamanda yaratıcı ve dönüştürücü bir yaşam enerjisini içerir. Ancak Gazze’deki abluka, yerleşim politikaları ve askeri müdahaleler, bu enerjinin yaratıcılıktan çok tahakküm ve kontrol üzerine odaklandığını gösterir. Nietzsche’nin ahlak eleştirisi, “efendi ahlakı”nın, köle ahlakının intikamcı doğasından sıyrılması gerektiğini savunur; ancak İsrail’in politikaları, tarihsel mağduriyetin bir tür intikamcı güç gösterisine dönüştüğü bir distopyayı andırır. Filistinlilere uygulanan politikalar, güç istencinin yalnızca bir toplumu yükseltmekle kalmayıp, aynı zamanda başka bir toplumu ezerek kendi varlığını meşrulaştırma riskini taşıdığını gösterir. Bu bağlamda, Nietzsche’nin kavramı, İsrail’in devlet gücünü, tarihsel mağduriyetten türeyen bir ahlaki çelişkiyle yüzleştirir: Güç, kendini yaratıcı bir şekilde mi ifade etmeli, yoksa ötekinin varlığını yok sayarak kendi varoluşunu mu güvence altına almalı?
Simgesel Dönüşümler: Tarihsel Belleğin Çelişkileri
Yahudi deneyiminin tarihsel simgeleri—sürgün, diaspora, soykırım—modern İsrail devletinin politikalarında hem bir meşruiyet kaynağı hem de bir etik sorgulama noktasıdır. Babil Sürgünü’nden Holokost’a kadar uzanan bu bellek, Yahudi kimliğini şekillendiren bir mağduriyet narratifidir. Ancak, bu narratif, Filistinlilere yönelik politikalarla yeni bir simgesel düzene dönüşür: Mağdurun, şimdi bir başkasını mağdur eden bir aktöre dönüşmesi. Bu dönüşüm, antropolojik bir bakış açısıyla, bir topluluğun kimlik inşasında simgelerin nasıl yeniden yorumlandığını gösterir. İsrail’in “güvenlik” söylemi, tarihsel mağduriyeti bir kalkan olarak kullanırken, Filistinlilerin yersiz yurtsuzluğu, bu simgesel düzenin gölgesinde kaybolur. Sosyolojik olarak, bu durum, bir topluluğun kolektif kimliğinin, güç elde edildiğinde nasıl yeni bir tahakküm biçimine evrilebileceğini ortaya koyar. Filistinlilerin yaşadığı abluka ve işgal, Yahudi tarihsel belleğinin ahlaki bir sınavla karşı karşıya olduğunu gösterir: Mağduriyetten güç doğabilir, ama bu güç, başka bir mağduriyet yaratmadan nasıl meşrulaşabilir?
Dil ve Anlatı: Kimin Hikâyesi Hakim?
Dilbilimsel bir perspektiften bakıldığında, İsrail-Filistin meselesi, anlatıların çatışmasıdır. Yahudi narratifi, sürgün, hayatta kalma ve nihayetinde “anavatan”a dönüş üzerine kuruludur; bu, güçlü bir kurtarıcı mitos yaratır. Ancak, Filistin narratifi, yerinden edilme, işgal ve direniş üzerine kuruludur; bu da bir kayıp ve mücadele mitosu oluşturur. Her iki anlatı da, kendi hakikatini evrensel bir çerçevede sunma iddiasındadır. Ancak, İsrail’in devlet politikaları, Filistin narratifini susturarak ya da “terör” gibi terimlerle yeniden çerçeveleyerek, dil aracılığıyla bir tahakküm kurar. Bu dilsel mücadele, etik bir soruya işaret eder: Bir topluluğun kendi hikâyesini anlatma hakkı, başka bir topluluğun hikâyesini bastırma hakkını içerir mi? Alegorik olarak, bu durum, bir topluluğun özgürlük şarkısının, başka bir topluluğun ağıtını boğduğu bir trajediyi andırır.
Etik Bir Eşik
Yahudi halkının tarihsel yolculuğu, mağduriyetten güce geçişin hem ilham verici hem de trajik bir hikâyesidir. Hegel, Levinas ve Nietzsche’nin felsefi çerçeveleri, bu yolculuğun etik ve ahlaki boyutlarını anlamada farklı pencereler açar. Hegel’in diyalektiği, efendi ve köle arasındaki tanınma mücadelesini; Levinas’ın etiği, ötekinin yüzüne karşı sorumluluğu; Nietzsche’nin güç istenci ise, varoluşsal bir iradenin yaratıcı ve yıkıcı potansiyelini vurgular. Ancak, tüm bu çerçeveler, ortak bir soruya işaret eder: Tarihsel acılar, bir toplumu ahlaki bir üstünlükle donatmalı mıdır, yoksa bu acılar, güç elde edildiğinde yeni adaletsizliklerin gerekçesi mi olur? Gazze’deki politikalar, bu soruyu yalnızca Yahudi halkı için değil, insanlığın kolektif vicdanı için bir eşik olarak ortaya koyar. Bu eşikte, tarihsel belleğin, ahlaki sorumluluğun ve insanlık onurunun nasıl uzlaştırılacağı, belki de insanlığın en zor sınavlarından biridir.