Tarihsel Adalet ile Güncel İnsan Hakları Arasında Yahudi-Filistin Çatışmasının Etik Sınırları ve Gazze Trajedisi

Yahudi halkının tarihsel deneyimleri, özellikle Tora’daki adalet anlayışı ve Babil Sürgünü gibi travmatik olaylar, modern İsrail-Filistin çatışmasında ahlaki ve etik tartışmaların temelini oluşturuyor. Bu tartışmalar, Gazze’deki insan hakları ihlalleri, Yahudi mağduriyet anlatısı ve evrensel insan hakları kavramı etrafında yoğunlaşarak derin bir çelişkiyi ortaya koyuyor.


Tora’nın Adalet Anlayışı ve Gazze’nin Gerçekliği

Tora’daki adalet kavramı, Yahudi geleneğinde hem ilahi bir düzenin hem de toplumsal sorumluluğun yansımasıdır. “Göz göze, diş dişe” ilkesi, cezalandırmada dengeyi savunurken, aynı zamanda merhamet ve topluluğun korunması gibi değerleri vurgular. Ancak Gazze’de süregiden insan hakları ihlalleri—kısıtlı hareket özgürlüğü, ekonomik abluka, sivil kayıplar—bu ilahi adalet anlayışıyla çelişiyor. Tora, adaleti bir topluluğun hayatta kalması için bir araç olarak görürken, Gazze’deki politikalar, Filistinlilerin temel haklarını sistematik olarak ihlal ediyor. Bu durum, Yahudi ahlakının evrensel insani değerlerle çatışmasını ortaya koyuyor.

Psiko-politik açıdan, bu çelişki, Yahudi toplumunun kolektif travmasının bir yansıması olarak görülebilir. Holokost ve önceki sürgünler, güvenlik arayışını birincil bir içgüdü haline getirdi. Ancak bu güvenlik arayışı, Filistinlilere yönelik politikaların ahlaki meşruiyetini sorgulatan bir distopyaya dönüştü. Gazze’deki abluka, bir topluluğun kendi varoluşsal korkularını hafifletmek için başka bir topluluğun özgürlüğünü kısıtlamasının sembolik bir örneği. Antropolojik olarak, bu durum, bir grubun hayatta kalma dürtüsünün, başka bir grubun insanlığını gölgelemesi olarak yorumlanabilir. Tora’nın adalet anlayışı, evrensel bir etik çerçeveye uyarlanmadığında, Gazze’nin beton duvarları arasında sıkışıp kalıyor.


Babil Sürgünü ve Mağduriyetin Politik Kullanımı

Babil Sürgünü, Yahudi tarihinde derin bir yara olarak, topluluğun kimliğini ve dayanıklılığını şekillendirdi. Bu tarihsel mağduriyet, modern İsrail’in Filistin politikalarını meşrulaştırmak için sıkça kullanılan bir anlatıya dönüştü. “Asla bir daha” söylemi, Yahudi toplumunun soykırım ve sürgün korkusunu yansıtırken, bu korku, Filistinlilere yönelik politikaların etik temelini oluşturmak için kullanıldığında tartışmalı bir hal alıyor. Babil Sürgünü’nün acıları, bir topluluğun kendi güvenliğini sağlama hakkını savunurken, Filistinlilerin yaşadığı mevcut mağduriyetleri görmezden gelmek, ahlaki bir sürdürülebilirlik sorunu yaratıyor.

Sosyolojik olarak, mağduriyet anlatıları, grup kimliklerini güçlendirmek için güçlü bir araçtır. Ancak bu anlatılar, başka bir topluluğun acılarını marjinalleştirdiğinde, etik bir çıkmaza yol açar. Yahudi toplumunun tarihsel acıları, Filistinlilere yönelik politikaları haklı çıkarmak için kullanıldığında, bu anlatı bir tür “ahlaki körlük” yaratabilir. Felsefi açıdan, bu durum, Levinas’ın “ötekinin yüzü” kavramıyla çelişir; çünkü ötekinin insanlığı, kendi mağduriyet anlatısının gölgesinde kaybolur. Tarihsel olarak, Babil Sürgünü’nün acıları, Yahudi toplumunun direncini simgelerken, bu direnç, Filistinlilere yönelik politikalarla birleştiğinde, adaletin yerine intikamcı bir döngüye dönüşme riski taşıyor. Bu döngü, ne ütopik bir barışa ne de sürdürülebilir bir etik zemine hizmet eder.


Evrensel İnsan Hakları ve Çatışan Mağduriyetler

Evrensel insan hakları, her bireyin doğuştan gelen onurunu ve eşitliğini savunan bir ilkedir. Ancak Yahudi tarihsel mağduriyeti ile Filistinlilerin mevcut mağduriyeti arasında bir denge kurmak, bu ilkenin pratikte uygulanmasını zorlaştırıyor. Yahudi toplumu, tarih boyunca antisemitizm, sürgün ve soykırım gibi travmalarla şekillenmiş bir kimliğe sahip. Bu kimlik, İsrail’in varoluşsal güvenlik arayışını meşrulaştırırken, Filistinlilerin yaşadığı işgal, yerinden edilme ve abluka gibi deneyimler, evrensel insan hakları kavramını bir sınav alanına dönüştürüyor.

Dilbilimsel açıdan, “mağduriyet” kavramı, her iki topluluğun anlatılarında merkezi bir rol oynar. Yahudi anlatısında mağduriyet, tarihsel bir haklılık sağlarken, Filistin anlatısında ise mevcut adaletsizliklerin bir sembolü olarak işlev görür. Bu iki anlatı, birbiriyle rekabet eden hakikat iddiaları yaratır. Antropolojik olarak, her iki topluluğun da kendi “kutsal topraklar” algısı, sembolik ve dini bir bağ kurarak çatışmayı derinleştiriyor. Felsefi olarak, evrensel insan hakları, Kant’ın kategorik imperatifine dayanarak, her bireyin bir amaç olarak görülmesini gerektirir. Ancak bu ilke, Gazze’deki abluka veya Batı Şeria’daki yerleşim politikaları gibi somut gerçekliklerle sınandığında, etik bir ikilem ortaya çıkıyor: Bir topluluğun güvenliği, diğerinin özgürlüğünü ne ölçüde kısıtlayabilir?

Simgesel olarak, Gazze’nin duvarları, yalnızca fiziksel bir ayrımı değil, aynı zamanda ahlaki bir bölünmeyi temsil ediyor. Bu duvarlar, bir topluluğun güvenliğini sağlama arzusunu korurken, diğerinin insanlığını görünmez kılıyor. Ütopik bir vizyon, bu duvarların yıkıldığı ve her iki topluluğun da eşitlik temelinde bir arada yaşadığı bir geleceği hayal edebilir. Ancak distopik gerçeklik, bu vizyonun önündeki engelleri—korku, öfke ve tarihsel travmalar—gözler önüne seriyor. Evrensel insan hakları, bu çatışan anlatılar arasında bir köprü kurabilir, ancak bu köprü, yalnızca her iki tarafın da ötekinin insanlığını tanımasıyla inşa edilebilir.


Etik Bir Denge Arayışı

Yahudi-Filistin çatışması, tarihsel adalet ile güncel insan hakları arasında bir ahlaki sınav sunuyor. Tora’nın adalet anlayışı, Gazze’deki ihlallerle çelişirken, Babil Sürgünü’nün acıları, Filistinlilere yönelik politikaları meşrulaştırmak için kullanıldığında etik bir sürdürülebilirlik sorunu yaratıyor. Evrensel insan hakları, bu çatışan mağduriyetler arasında bir denge kurma potansiyeline sahip, ancak bu denge, her iki topluluğun da kendi anlatılarının ötesine bakmasını gerektiriyor. Sembolik olarak, bu çatışma, insanlığın kendi ahlaki sınırlarını sınadığı bir tiyatro sahnesi gibi. Soru şu: Bu sahnede, adalet ve merhamet bir arada var olabilir mi, yoksa insanlık, tarihsel travmaların gölgesinde sonsuz bir çatışmaya mı mahkûm?