Gazze’nin Sancısı: Tarihsel Hafıza ve Öteki Yaratımı
Köklerdeki Yara: Yahudi Tarihsel Hafızası
Yahudi toplumu, tarih boyunca sürgün, soykırım ve dışlanma gibi derin travmalarla şekillenmiştir. Babil Sürgünü’nden Roma dönemine, Orta Çağ pogromlarından Holokost’a uzanan bu deneyimler, kolektif bilinçte silinmez izler bırakmıştır. Gazze’deki politikalar, bu tarihsel hafızayı yeniden canlandırarak bir tür “tekrarlayan yara” etkisi yaratır. İsrail’in Gazze’ye yönelik ablukası, askeri operasyonları ve yerleşim politikaları, sadece fiziksel bir kontrol mekanizması değil, aynı zamanda tarihsel bir korkunun yansımasıdır. Sürgün travması, güvenlik arayışıyla birleştiğinde, “öteki” olarak görülen Filistinlilere karşı sert bir ayrımcılık politikasına dönüşür. Bu, sosyolojik olarak bir toplumu “biz” ve “onlar” diye bölen bir mekanizmayı besler; Yahudi kimliği, hayatta kalma içgüdüsüyle, ötekini tehdit olarak kodlar. Bu kodlama, tarihsel acının modern politikaya dönüşümünün hem nedeni hem sonucu olarak işler.
Öteki Yaratımı
Gazze, sadece bir coğrafya değil, aynı zamanda bir semboller arenasıdır. Filistinliler, İsrail’in güvenlik narratifinde “tehlike” olarak konumlandırılırken, Yahudi tarihsel hafızasında öteki yaratımı, kendi varoluşsal korkularını yatıştırmanın bir yolu haline gelir. Psikopolitik açıdan, bu süreç, Carl Jung’un “gölge” kavramına benzer bir dinamikle işler: Kendi korkularımız, bastırılmış suçluluklarımız ve acılarımız, ötekine yansıtılır. Gazze’deki Filistinliler, bu yansıtmanın somut bir hedefi olur. Antropolojik olarak, bu durum, toplulukların kimliklerini “karşıt” üzerinden inşa etme eğilimini gösterir. Filistinlilere yönelik politikalar, sadece toprak kontrolü değil, aynı zamanda bir kimlik inşası projesidir. Bu proje, etik bir sorgulamayı zorunlu kılar: Bir toplumu koruma arzusu, başka bir toplumu yok sayma hakkını doğurabilir mi? Gazze’deki abluka, bu soruya her gün yeni bir boyut ekler.
Simgesel Anlatılar
Dil, Gazze’deki politikaların hem yaratıcısı hem de sürdürücüsüdür. İsrail’in resmi söyleminde Filistinliler sıklıkla “terörist” ya da “tehdit” olarak etiketlenir. Bu dilbilimsel çerçeve, toplumu mobilize eder ve politikaları meşrulaştırır. Ancak bu söylem, tarihsel hafızadaki sürgün anlatılarıyla çelişir. Yahudi kültüründe “sürgün” (galut), bir mağduriyet sembolüdür; oysa Gazze’deki Filistinliler, modern bir sürgün deneyimi yaşar. Bu çelişki, ahlaki bir ikilemi ortaya çıkarır: Kendi acısını hatırlayan bir toplum, nasıl olur da başka bir toplumu benzer bir acıya mahkûm eder? Simgesel olarak, Gazze bir “kapalı kutu”dur; duvarlarla, kontrol noktalarıyla ve insansız hava araçlarıyla çevrili bir distopya. Bu distopik gerçeklik, Yahudi tarihsel hafızasının “kurban” imgesini tersine çevirir ve İsrail’i hem fail hem de kurban olarak konumlandırır.
Döngüsel Şiddet
Gazze’deki politikalar, tarihsel bir döngünün parçasıdır. Yahudi toplumunun sürgün travması, güvenlik arayışıyla birleştiğinde, Filistinlilere yönelik bir “sürekli tehdit” algısı üretir. Bu algı, sosyolojik olarak bir toplumu diğerine karşı mobilize eder ve şiddeti normalleştirir. Felsefi açıdan, bu döngü, Hannah Arendt’in “şiddetin banalliği” kavramını hatırlatır: Şiddet, bir istisna olmaktan çıkar ve günlük yaşamın bir parçası haline gelir. Gazze’deki abluka, bombardımanlar ve insani krizler, bu banalliğin en somut örnekleridir. Ancak bu döngü, sadece fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir yıkım üretir. Filistinliler, kendi topraklarında “yabancı” haline gelirken, İsrail toplumu, kendi ahlaki değerleriyle çelişen bir gerçeklikte sıkışır. Bu, hem bireysel hem kolektif bir yabancılaşmayı derinleştirir.
Çözüm Arayışı
Gazze’nin sancısı, sadece bir çatışma değil, aynı zamanda insanlığın ortak ahlaki sınavıdır. Tarihsel hafıza, öteki yaratımını beslese de, aynı zamanda bir uzlaşma potansiyeli taşır. Yahudi kültüründeki “tikkun olam” (dünyayı onarma) kavramı, bu bağlamda bir çıkış noktası sunar. Ancak bu, Filistinlilerin insanlıklarının tanınmasını gerektirir. Antropolojik olarak, topluluklar arasındaki barış, ortak bir anlatının inşasıyla mümkündür. Gazze’deki politikalar, bu ortak anlatıyı engellerken, aynı zamanda insan hakları, adalet ve eşitlik gibi evrensel değerleri sorgulatır. Soru, şu anda yanıtsız kalsa da, açıktır: Bir toplumun güvenliği, başka bir toplumun özgürlüğünü yok etmeden sağlanabilir mi?