Etiyopya’nın Manisa’daki İzleri: Tarihsel Travmalar, Psişik Yansımalar ve Psikopolitik Dinamikler
Köklerin Sessiz Feryadı: Kölelik ve Hizmetkârlığın Psişik Mirası
Etiyopya kökenli bireylerin Manisa’daki tarihsel serüveni, Osmanlı’nın köle ticareti ve hizmetkârlık pratikleriyle kesişir. 19. yüzyılda Habeşistan’dan koparılıp imparatorluğun çeşitli coğrafyalarına dağıtılan bu bireyler, bedenleri bir meta, ruhları ise birer göçebe haline geldi. Kölelik, yalnızca fiziksel bir esaret değil, aynı zamanda psişik bir yarılmadır: aidiyetin, dilin ve belleğin köklerinden koparılması. Bu travma, bireyin benlik algısında derin bir çatlak oluşturur; ne tam anlamıyla “buraya” ne de “oraya” aittir. Jung’un kolektif bilinçaltı kavramı üzerinden bakıldığında, bu yara bireysel değil, toplumsaldır; zira kölelik, yalnızca bireyi değil, onun soyunu da bir “kayıp vatan” anlatısıyla şekillendirir. Kuşaklar arası aktarım, antropolojik bir mercekle incelendiğinde, sessiz bir mitoloji gibi işler: Anlatılmayan hikâyeler, jestlerde, bakışlarda, hatta rüyalarda yeniden canlanır. Manisa’daki Etiyopya kökenli ailelerde, bu miras belki bir ismin seçimi, belki bir âdetin ısrarla sürdürülmesiyle kendini gösterir. Travmanın psişik yansıması, Freud’un “tekrar zorlantısı” ilkesinde olduğu gibi, çözülmemiş acının sürekli geri dönüşüdür; bireyler, farkında olmadan atalarının yasını tutar. Alegorik olarak, bu bir “kırık ayna” metaforudur: Her kuşak, kendi benliğini bu aynada arar, ancak gördüğü yalnızca parçalanmış bir yansıdır.
Ötekinin Aynasında Yerel Bilinç: Güç ve Hakimiyet Dinamikleri
Manisa’daki Etiyopya kökenli toplulukların “öteki” olarak algılanması, psikopolitik bir sahnede güç dinamiklerinin karmaşık bir temsilidir. Edward Said’in Oryantalizm kavramı, bu algının kökenini aydınlatır: Öteki, yerel halkın kendi kimliğini tanımlamak için kullandığı bir aynadır. Etiyopya kökenli bireyler, ten renkleri ve kökenleriyle, Manisa’nın homojen addedilen toplumsal dokusunda bir “yabancı” olarak işaretlenir. Bu işaretleme, Foucault’nun biyopolitik teorisi bağlamında, bir denetim ve sınıflandırma pratiğidir; öteki, hem merak hem de tehdit unsuru olarak kodlanır. Yerel halkın kolektif bilinçaltında, bu dinamik bir üstünlük hissiyle beslenir: “Biz” ve “onlar” ayrımı, güç hiyerarşisini pekiştirir. Ancak, modern dönemde bu dinamik dönüşmüştür. Küreselleşme ve çokkültürlülük söylemleri, Manisa gibi kentlerde kapsayıcılık anlatılarını güçlendirse de, bu dönüşüm yüzeysel kalabilir. Psikopolitik açıdan, ötekinin kabulü genellikle bir “hoşgörü” maskesi altında gerçekleşir; bu, gerçek bir eşitlikten ziyade, hegemonik bir lütuftur. Sembolik olarak, bu durum bir “kapalı bahçe” alegorisine benzer: Öteki, bahçeye girebilir, ancak asla bahçenin efendisi olamaz.
Aidiyetin Kırılgan Sınırları: Irk, Etnisite ve Toplumsal Algı
Etiyopya kökenli bireylerin Manisa’daki varlığı, yerel halkın ırk, etnisite ve aidiyet algısını derinden sarsmıştır. Antropolojik olarak, bu karşılaşma bir “kültürel sürtünme” anıdır; iki farklı tarihsel anlatı, aynı coğrafyada kesişir. Yerel halk için, Etiyopya kökenli bireyler, Osmanlı’nın çoketnisiteli mirasının canlı bir hatırlatıcısıdır; ancak bu miras, modern ulus-devlet söylemiyle çelişir. Psikopolitik açıdan, bu çelişki bir yabancılaşma anlatısı üretir: Yerel halk, kendi kimliğini “öteki” üzerinden yeniden inşa ederken, Etiyopya kökenli bireyler ise aidiyet arayışında bir “arada kalmışlık” yaşar. Frantz Fanon’un sömürgecilik sonrası psikoloji analizleri, bu durumu aydınlatır; öteki, kendi benliğini hegemonik kültürün bakışları altında yeniden tanımlamak zorundadır. Ancak, Manisa’da bu dinamik, zamanla bir kapsayıcılık potansiyeli de taşımıştır. Özellikle genç nesillerde, müzik, sanat ve spor gibi kültürel pratikler aracılığıyla, Etiyopya kökenli bireylerle yerel halk arasında organik bağlar kurulmuştur. Metaforik olarak, bu bir “mozaik” anlatısıdır: Her parça farklıdır, ancak bir araya geldiğinde yeni bir bütün oluşturur. Yine de, bu mozaik, tarihsel travmaların gölgesinden tamamen kurtulmuş değildir; her bir taş, geçmişin acısını sessizce taşır.