Ortaklığın Sınırları: Spinoza ve Deleuze Üzerinden Demokrasi ve Kontrol

Spinoza’nın demokrasi anlayışı ile Deleuze’ün kontrol toplumu eleştirisi, birey ile toplumu, özgürlük ile düzeni, ortak yaşam ile bireysel varoluşu anlamaya yönelik iki derin düşünce sistemini temsil eder. Bu iki düşünür, farklı tarihsel bağlamlarda, insanın toplumsal yapılar içindeki yerini sorgular; ancak yaklaşımları, niyetleri ve sonuçları arasında hem örtüşmeler hem de keskin ayrılıklar bulunur. Spinoza, 17. yüzyılın rasyonalist felsefesi içinde, doğa ve insan arasındaki birliği vurgularken, Deleuze 20. yüzyılın sonlarında, kapitalizmin ve teknolojinin dönüştürdüğü bir dünyada bireyin özerkliğini tehdit eden yeni güç yapılarını inceler. Bu metin, Spinoza’nın “ortak iyi” ve demokrasi anlayışını, Deleuze’ün kontrol toplumu kavramıyla karşılaştırarak, iki düşünce arasındaki gerilimleri ve kesişimleri derinlemesine ele alacak. Ardından, Heidegger’in “topluluk” kavramı ile Spinoza’nın ortak iyi anlayışı arasındaki ilişkiyi, birey-toplum diyalektiği bağlamında inceleyecek. Bu değerlendirme, tarihsel, sosyolojik, etik ve antropolojik boyutları göz önünde bulundurarak, iki düşüncenin insan varoluşuna dair sunduğu farklı vizyonları açığa çıkaracak.


Spinoza’nın Demokrasisi: Ortak İyinin Birliği

Spinoza, Etika ve Teolojik-Politik İnceleme eserlerinde demokrasiyi, bireylerin ortak iradesinin en yüksek ifade biçimi olarak tanımlar. Onun için demokrasi, yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda doğanın rasyonel düzenine uygun bir yaşam biçimidir. Spinoza’nın felsefesi, panteist bir çerçevede, Tanrı’yı ya da doğayı (Deus sive Natura) evrenin tek ve zorunlu varlığı olarak görür. İnsanlar, bu doğanın bir parçası olarak, akıl yoluyla kendi arzularını ve tutkularını düzenlemeli, ortak bir yaşam alanı inşa etmelidir. Demokrasi, bu bağlamda, bireylerin kendi güçlerini (conatus) birleştirerek ortak iyiyi gerçekleştirdiği bir sistemdir. Spinoza için ortak iyi, bireylerin özgürlüğünü artırırken aynı zamanda toplumu bir arada tutan bir denge noktasıdır.

Bu anlayış, bireyin özgürlüğünü toplumsallıkla uzlaştırma çabasına dayanır. Spinoza’ya göre, insanlar doğaları gereği toplumsal varlıklardır ve bireysel güç, ancak diğerleriyle iş birliği içinde anlam kazanır. Demokraside, her birey kendi aklını kullanarak topluma katkıda bulunur, ancak bu katkı, bireyin özerkliğini yok etmez; aksine, onu güçlendirir. Spinoza’nın demokrasisi, monarşiye ya da aristokrasiye karşı bir alternatif olarak, bireylerin eşit haklara sahip olduğu bir düzeni savunur. Ancak bu eşitlik, mutlak bir özgürlük değil, akla dayalı bir iş birliği çerçevesinde işler. Spinoza’nın bu vizyonu, tarihsel olarak, 17. yüzyıl Hollanda’sının burjuva devrimleri ve dinsel çatışmalarla dolu ortamında, birey ile devlet arasındaki gerilimi çözmeye yönelik bir öneri olarak okunabilir. Onun demokrasisi, bireylerin tutkularını dizginleyen, aklı merkeze alan bir toplumsal sözleşmeye dayanır.


Deleuze’ün Kontrol Toplumu: Denetimin Yeni Yüzü

Gilles Deleuze, “Kontrol Toplumları Üzerine Post-Script” adlı metninde, Foucault’nun disiplin toplumu kavramını geliştirerek, modern kapitalist toplumların yeni bir denetim biçimine evrildiğini savunur. Disiplin toplumları, bireyleri fabrika, okul, hapishane gibi kapalı mekanlarda gözetim altında tutarken, kontrol toplumları daha akışkan, görünmez ve sürekli bir denetim ağını örer. Deleuze, bu yeni toplum biçiminde, bireyin hareketlerinin, arzularının ve hatta düşüncelerinin, teknolojinin ve kapitalizmin araçlarıyla sürekli izlendiğini ve yönlendirildiğini belirtir. Banka kartları, dijital platformlar, algoritmalar ve veri toplama sistemleri, bireyi bir “kod” ya da “profil” haline getirerek, onun davranışlarını öngörülebilir ve manipüle edilebilir kılar.

Deleuze’ün kontrol toplumu, bireyin özgürlüğünü değil, özgürlük yanılsamasını sunar. İnsanlar, görünüşte özgürce hareket ettiklerini düşünürken, aslında sürekli bir gözetim ve yönlendirme ağının içindedirler. Bu, Spinoza’nın demokrasi anlayışıyla keskin bir tezat oluşturur. Spinoza, bireyin özgürlüğünü akıl ve ortak iyi yoluyla gerçekleştirebileceğini savunurken, Deleuze, modern toplumda bireyin özgürlüğünün, kapitalist sistemin çıkarlarına hizmet eden bir illüzyona dönüştüğünü öne sürer. Kontrol toplumu, bireylerin arzularını özgürce ifade etmelerine izin verir gibi görünse de, bu arzular sistem tarafından önceden belirlenmiş kalıplara yönlendirilir. Örneğin, sosyal medya platformları, bireylerin “özgürce” paylaşımlar yapmasına olanak tanırken, algoritmalar aracılığıyla bu paylaşımları denetler ve yönlendirir.

Deleuze’ün eleştirisi, tarihsel olarak, 20. yüzyılın sonlarında neoliberalizmin yükselişiyle bağlantılıdır. Bu dönemde, devletin rolü azalırken, özel şirketlerin ve teknolojinin toplumsal denetimdeki etkisi artmıştır. Deleuze, bu yeni düzenin, bireylerin özerkliğini tehdit eden bir “süreç” olduğunu belirtir; zira kontrol toplumu, bireyi sabit bir kimliğe hapsetmez, aksine sürekli değişen bir veri akışına indirger. Bu, Spinoza’nın bireyin doğasına dair sabit ve rasyonel anlayışıyla çelişir. Spinoza için birey, aklını kullanarak özgürlüğe ulaşabilirken, Deleuze için birey, kontrol toplumunun akışkan ve görünmez ağlarında bu özgürlüğü kaybetme riskiyle karşı karşıyadır.


Karşılaştırmanın Derinliği: Özgürlük ve Denetim Arasında

Spinoza’nın demokrasi anlayışı ile Deleuze’ün kontrol toplumu eleştirisi arasındaki temel fark, bireyin özgürlüğüne yaklaşımlarında yatar. Spinoza, özgürlüğü akıl ve ortak iyi çerçevesinde tanımlar; bu, bireyin kendi doğasını anlaması ve diğerleriyle iş birliği yapması yoluyla mümkündür. Deleuze ise, modern toplumda özgürlüğün bir yanılsama olduğunu, bireyin sürekli bir denetim ağı içinde hareket ettiğini savunur. Spinoza’nın demokrasisi, bireylerin güçlerini birleştirerek ortak bir yaşam inşa etmesini öngörürken, Deleuze’ün kontrol toplumu, bireylerin güçlerini sistemin hizmetine sunan bir makineye dönüştüğünü öne sürer.

Bu karşıtlık, tarihsel bağlamların bir yansımasıdır. Spinoza, erken modern dönemde, bireyin kilise ve monarşi gibi otoritelerden kurtuluşunu savunurken, Deleuze, geç kapitalist dönemde, bireyin yeni ve daha karmaşık otoriteler (teknoloji, algoritmalar, piyasa) karşısında çaresizliğini vurgular. Spinoza’nın demokrasisi, bireylerin akıl yoluyla bir araya geldiği bir toplumu idealize ederken, Deleuze, bireylerin bu bir aradalığın manipüle edildiği bir distopyayla karşı karşıya olduğunu belirtir. Ancak iki düşünür arasında bir ortak nokta da bulunur: Her ikisi de bireyin toplumsal yapılar içindeki yerini anlamaya çalışır ve bireyin özerkliğini merkeze alır. Spinoza, bu özerkliği akıl ve ortak iyiyle inşa ederken, Deleuze, özerkliğin tehdit altında olduğunu ve buna karşı yeni direniş biçimlerinin gerektiğini savunur.


Heidegger’in Toplumu: Varlığın Ortaklığı

Heidegger’in “topluluk” kavramı, Varlık ve Zaman’da ve daha sonraki eserlerinde, insanın varoluşsal durumuna dair ontolojik bir sorgulamayla şekillenir. Heidegger için topluluk, bireylerin bir arada varoluşu (Mitsein) olarak tanımlanır; insan, özünde diğerleriyle birlikte olan bir varlıktır. Ancak bu birlikte varoluş, modern dünyada çoğu zaman “sıradanlaşma” (das Man) tarafından tehdit edilir. Sıradanlaşma, bireyin kendi özgün varoluşsal potansiyelini unutarak, toplumsal normlara ve beklentilere teslim olmasıdır. Heidegger’in topluluğu, bireylerin özgün bir şekilde bir arada var olabileceği, ortak bir anlam dünyası yaratabileceği bir alanı ifade eder.

Heidegger’in topluluk anlayışı, Spinoza’nın ortak iyi kavramıyla hem benzerlikler hem de farklılıklar taşır. Spinoza, ortak iyiyi, bireylerin akıl yoluyla bir araya gelerek oluşturduğu bir denge olarak görür; bu, rasyonel bir iş birliğidir. Heidegger ise topluluğu, varlığın ontolojik boyutunda, bireylerin özgün varoluşlarını gerçekleştirebilecekleri bir alan olarak tanımlar. Spinoza’nın ortak iyisi, bireylerin tutkularını düzenleyen bir toplumsal sözleşmeye dayanırken, Heidegger’in topluluğu, bireyin varoluşsal özgürlüğünü korumasını gerektirir. Bu nedenle, Spinoza’nın anlayışı daha pratik ve siyasal bir çerçeveye otururken, Heidegger’in topluluğu daha soyut ve varoluşsal bir boyutta işler.


Çelişki mi, Tamamlayıcılık mı?

Heidegger’in topluluk kavramı ile Spinoza’nın ortak iyi anlayışı arasında bir çelişki olup olmadığı, bu iki düşüncenin birey-toplum ilişkisine yaklaşımlarına bağlıdır. Spinoza, bireyin özgürlüğünü toplumsallık içinde bulabileceğini savunurken, Heidegger, bireyin özgünlüğünün toplumsal normlar tarafından tehdit edilebileceğini öne sürer. Spinoza’nın demokrasisi, bireylerin akıl yoluyla ortak bir düzen kurmasını öngörürken, Heidegger’in topluluğu, bireylerin özgün varoluşlarını korumasını gerektirir. Bu, bir çelişki gibi görünebilir; zira Spinoza’nın ortak iyisi, bireyin özerkliğini toplumsallığa tabi kılarken, Heidegger, bireyin özgünlüğünü toplumsallığın ötesine taşır.

Ancak bu çelişki, iki düşünürün farklı bağlamlarda ve amaçlarla düşündüğü göz önüne alındığında, bir tamamlayıcılık olarak da okunabilir. Spinoza, bireyin özgürlüğünü toplumsallık yoluyla gerçekleştirme yolunu önerirken, Heidegger, bireyin bu toplumsallık içinde kaybolma riskine dikkat çeker. Spinoza’nın ortak iyisi, toplumsal düzenin etik ve rasyonel bir temel üzerine inşa edilmesini savunurken, Heidegger’in topluluğu, bu düzenin bireyin varoluşsal özgürlüğünü tehdit etmemesi gerektiğini vurgular. Bu nedenle, iki düşünce birbiriyle çelişmekten çok, birey-toplum diyalektiğinin farklı yönlerini aydınlatır.


Sonuç: İnsanlığın Ortak Geleceği

Spinoza’nın demokrasi anlayışı, Deleuze’ün kontrol toplumu eleştirisi ve Heidegger’in topluluk kavramı, insanın toplumsal varoluşunu anlamaya yönelik üç farklı perspektif sunar. Spinoza, bireylerin akıl yoluyla ortak bir yaşam inşa edebileceğini savunurken, Deleuze, modern toplumda bu ortaklığın denetim mekanizmaları tarafından tehdit edildiğini belirtir. Heidegger ise, bireyin özgün varoluşunu korumasının, toplumsallığın anlamını yeniden tanımlayabileceğini öne sürer. Bu üç düşünce, tarihsel ve sosyolojik bağlamlarıyla birlikte ele alındığında, insanlığın ortak geleceğine dair hem umut verici hem de uyarıcı bir tablo çizer. Soru şu: İnsan, özgürlüğünü toplumsallık içinde mi bulacak, yoksa bu toplumsallık, özgürlüğün kaybına mı yol açacak?