Bilge Karasu’nun Kahramanlarında Bastırılmış Arzuların ve Korkuların Psikanalitik İzleri
Bilge Karasu’nun Gece ve Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı adlı eserleri, Türk edebiyatında bireyin iç dünyasına derinlemesine bir yolculuk sunar. Bu eserlerdeki kahramanlar, psikanalitik bir perspektiften incelendiğinde, bastırılmış arzuların ve korkuların karmaşık bir yumağına işaret eder. Karasu’nun anlatısı, insan bilincinin karanlık köşelerinde gezinen, kimlik, özgürlük, aidiyet ve varoluşsal kaygılarla mücadele eden bireylerin içsel çatışmalarını açığa çıkarır. Freud, Jung ve Lacan’ın psikanalitik kuramları ışığında, bu kahramanların iç dünyaları, bilinçdışının gizli dürtüleriyle, toplumsal baskılarla ve bireysel varoluşun kırılganlığıyla şekillenir. Karasu’nun eserleri, bireyin kendi benliğiyle ve dış dünyayla olan çatışmalarını, imgeler ve simgeler aracılığıyla dokurken, aynı zamanda insan ruhunun evrensel çelişkilerini de gözler önüne serer. Aşağıda, bu çatışmaların temel unsurları, farklı açılardan ele alınarak incelenmektedir.
Kimliğin Kırılgan Sınırları
Karasu’nun kahramanları, özellikle Gece’de, kimliklerinin belirsizliği ve parçalanmışlığıyla mücadele eder. Psikanalitik açıdan, bu durum Lacan’ın ayna evresi kavramıyla ilişkilendirilebilir; birey, kendi benliğini bir bütün olarak algılamaya çalışırken, toplumsal aynalarda yansıyan parçalı imgelerle karşılaşır. Gece’nin isimsiz kahramanları, totaliter bir rejimin gölgesinde, sürekli bir gözetim ve baskı altında kimliklerini sorgular. Bu sorgulama, bastırılmış bir özgürlük arzusunu yansıtır; ancak bu arzu, rejimin dayattığı anonimlik ve itaat karşısında ezilir. Kahramanların içsel çatışmaları, kendi benliklerini inşa etme isteği ile dış dünyanın bu isteği yok eden gücü arasında bir gerilim yaratır. Freud’un id, ego ve süperego üçlemesi bağlamında, süperego’nun (toplumsal normlar ve otorite) egoyu baskılaması, kahramanların bilinçdışında bir suçluluk ve yetersizlik duygusu doğurur. Bu, Gece’de gece bekçileri gibi otorite figürlerinin kahramanlar üzerindeki psikolojik tahakkümüyle somutlaşır. Kahramanlar, kendi arzularını ifade edememenin yarattığı içsel bir çöküşle karşı karşıyadır; bu da onların bastırılmış özgürleşme dürtülerini açığa çıkarır.
Yasak Arzuların Gölgesinde
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndaki “Ada”, “Tepe” ve “Dutlar” hikâyelerinde, kahramanların bastırılmış arzuları, özellikle cinsellik ve yakınlık ihtiyacı etrafında yoğunlaşır. Psikanalitik kuramda, Freud’un libidinal enerji kavramı, bireyin bastırılmış cinsel dürtülerinin çeşitli biçimlerde (sublimasyon, yer değiştirme ya da bastırma) dışa vurulduğunu öne sürer. Karasu’nun kahramanları, özellikle “Ada”da Andronikos ve “Tepe”de İo, toplumsal normların yasakladığı arzuları taşırken, bu arzuların ifade edilememesi onları derin bir yalnızlığa iter. Andronikos’un manastır hayatındaki ketumiyeti, bastırılmış cinsel arzuların dini ahlak tarafından ezilmesini yansıtır. Bu bastırma, onun iç dünyasında bir çatışmaya dönüşür: manevi bir arınma arayışı ile dünyevi tutkular arasındaki gerilim. Jung’un kollektif bilinçdışı kavramı burada da devreye girer; kahramanların arzuları, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda insanlığın evrensel dürtüleriyle bağlantılıdır. Ancak Karasu, bu arzuları doğrudan değil, imgeler ve dolaylı anlatılar aracılığıyla sunar; örneğin, “Dutlar”da doğanın bereketi ve çürümesi, kahramanın bastırılmış yaşam enerjisiyle ilişkilendirilebilir. Bu imgeler, arzuların hem yaratıcı hem de yıkıcı potansiyelini ortaya koyar.
Ölüm ve Yok Olma Kaygısı
Karasu’nun eserlerinde ölüm korkusu, kahramanların içsel çatışmalarının temel bir eksenidir. Gece’de, totaliter rejimin sürekli tehdidi, kahramanlarda varoluşsal bir dehşet yaratır. Freud’un ölüm dürtüsü (Thanatos) kavramı, bu bağlamda kahramanların hem kendi ölümlülükleriyle yüzleşme korkularını hem de bu korkuyu bastırmak için geliştirdikleri savunma mekanizmalarını anlamada bir anahtar sunar. Örneğin, Gece’nin kahramanları, gece bekçilerinin tehdidi altında sürekli bir kaçış ve saklanma hali içindedir; bu, bilinçdışında yatan yok olma korkusunun bir yansımasıdır. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda ise, özellikle “Tepe” hikâyesinde, İo’nun inzivaya çekilişi, ölümle yüzleşmenin bir biçimi olarak okunabilir. İo’nun doğayla bütünleşme çabası, Jung’un bireyleşme sürecine işaret eder; ancak bu süreç, kahramanın kendi смертность’iyle (ölümlülüğüyle) uzlaşma çabası olarak da yorumlanabilir. Karasu’nun kahramanları, ölümü hem bir son hem de bir dönüşüm olarak algılar; bu da onların bilinçdışındaki korkuların ve aynı zamanda bu korkuları aşma arzusunun bir ifadesidir.
Toplumsal Baskı ve İçsel Çatışma
Karasu’nun eserlerinde, bireyin topluma karşı mücadelesi, içsel çatışmaların önemli bir kaynağıdır. Gece’de, totaliter rejimin birey üzerindeki baskısı, Foucault’nun panoptikon kavramıyla paralellik gösterir; birey, sürekli izlendiğini hissettiği bir dünyada kendi benliğini koruma mücadelesi verir. Bu baskı, kahramanların bilinçdışında bir suçluluk ve utanç duygusu yaratır; Lacan’ın “Büyük Öteki” kavramı, bu bağlamda, toplumsal normların bireyin arzularını nasıl şekillendirdiğini ve bastırdığını açıklamak için kullanılabilir. Kahramanlar, özgürleşme arzusu ile toplumsal itaat arasında bir ikilem yaşar. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, “Ada” hikâyesinde Andronikos’un manastırdaki hayatı, bu toplumsal baskının dini bir biçimi olarak ortaya çıkar. Manastır, bireyin arzularını disipline eden bir kurum olarak, kahramanın içsel çatışmalarını derinleştirir. Bu çatışmalar, bastırılmış özgürlük arzusunun ve topluma uyum sağlama zorunluluğunun arasında sıkışmış bir bilinci yansıtır.
Dilin ve İmgelerin Bilinçdışına Açılan Kapısı
Karasu’nun anlatısı, dilin ve imgelerin bilinçdışını açığa vuran bir araç olarak kullanılmasıyla dikkat çeker. Psikanalitik açıdan, dil, bilinçdışının sızdığı bir alandır; Lacan’ın “bilinçdışı dil gibi yapılandırılmıştır” önermesi, Karasu’nun eserlerinde açıkça görülür. Gece’de, kahramanların parçalı ve döngüsel anlatımı, bilinçdışının kaotik doğasını yansıtır. Anlatının belirsizliği, kahramanların kendi arzularını ve korkularını tam olarak anlamlandırmakta zorlanışını simgeler. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda ise, özellikle “Dutlar” hikâyesinde, doğanın imgeleri (dutların çürümesi, ağaçların sessizliği), kahramanların bastırılmış duygularının dışavurumu olarak işlev görür. Bu imgeler, bilinçdışındaki arzuların ve korkuların dolaylı bir yansımasıdır; örneğin, dutların çürümesi, yaşam enerjisinin bastırılması ve yok oluş korkusuyla ilişkilendirilebilir. Karasu’nun dili, kahramanların içsel çatışmalarını hem gizler hem de açığa çıkarır; bu da onun eserlerini psikanalitik bir okuma için verimli bir zemin haline getirir.
Sonuç: İnsan Ruhunun Çözülmeyen Düğümleri
Bilge Karasu’nun Gece ve Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndaki kahramanlar, psikanalitik bir perspektiften bakıldığında, bastırılmış arzuların ve korkuların karmaşık bir portresini çizer. Kimlik arayışı, yasak arzular, ölüm korkusu, toplumsal baskılar ve dilin bilinçdışındaki izleri, bu kahramanların içsel çatışmalarının temel taşlarını oluşturur. Karasu, bu çatışmaları, imgeler ve simgeler aracılığıyla dokuyarak, insan ruhunun evrensel çelişkilerini gözler önüne serer. Onun eserleri, bireyin kendi benliğiyle ve dünyayla olan mücadelesini, hem bireysel hem de kolektif bir düzeyde anlamaya olanak tanır. Bu nedenle, Karasu’nun kahramanları, yalnızca kendi zamanlarının değil, insanlığın zamansız sorularının da birer aynasıdır.



