Don Kişot ve Emma Bovary: Arzunun Tatminsizliği Üzerine Bir İnceleme

Arzunun Kökeni ve Gerçeğin Kaçınılmazlığı

Don Kişot ve Emma Bovary, kendi gerçekliklerini inşa etmeye çalışan iki karakter olarak, Jacques Lacan’ın “Gerçek” kavramıyla derin bir bağ kurar. Lacan’ın “Gerçek”i, sembolik düzenin ve hayali imgenin ötesinde, insanın tam olarak kavrayamadığı, dilin ve anlamın sınırlarını aşan bir alandır. Don Kişot, şövalye romanslarının büyüsüne kapılarak, sıradan bir dünyayı epik bir serüvene dönüştürmeye çalışır. Emma Bovary ise romantik edebiyatın vaat ettiği tutkulu yaşamı arzular, ancak taşra hayatının tekdüzeliğiyle yüzleşir. Her iki karakter de arzularını sembolik düzenin sunduğu imgelerle şekillendirir, ancak bu imgeler, Gerçek’in kaotik ve tatmin edilemez doğasıyla çarpıştığında trajediye yol açar. Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşı, Emma’nın yasak aşk arayışı, arzunun nesnesinin asla tam olarak ele geçirilemeyeceğini gösterir; çünkü Lacan’a göre arzu, eksikliğin ta kendisidir. Bu eksiklik, karakterlerin trajedisini besleyen temel dinamiktir.

Hayal ve Gerçeklik Arasındaki Çatışma

Don Kişot’un dünyası, kendi zihninde yarattığı bir şövalyelik evrenidir; yel değirmenleri dev olur, köylü kızları prenseslere dönüşür. Bu, onun Gerçek’i yeniden yazma çabasıdır, ancak her çarpışma, Gerçek’in sert duvarlarına toslamasını sağlar. Emma Bovary ise taşra hayatının boğuculuğundan kaçmak için romantik ideallere sığınır. Onun trajedisi, arzularının maddi ve toplumsal sınırlarla sürekli engellenmesinde yatar. Lacan’ın “Gerçek”i burada, her iki karakterin de hayallerini paramparça eden bir unsur olarak ortaya çıkar. Don Kişot’un fiziksel yaraları, Emma’nın duygusal çöküşü, Gerçek’in sembolik düzenin ötesinde var olan acımasız varlığını hatırlatır. Bu çatışma, arzunun tatmin edilemez doğasını ortaya koyar: Arzu, her zaman bir eksiklik üzerine kuruludur ve bu eksiklik, karakterleri sürekli bir arayışa sürükler.

Toplumsal Düzen ve Bireysel Arzu

Don Kişot’un şövalyelik ideali, feodal düzenin çökmekte olduğu bir dönemde nostaljik bir kaçış olarak okunabilir. Emma Bovary’nin romantik hayalleri ise burjuva toplumunun kısıtlayıcı ahlak anlayışına bir isyandır. Her iki karakter de toplumun dayattığı sınırlara karşı koyar, ancak bu karşı koyuş, onları toplumsal dışlanmaya ve yalnızlığa iter. Lacan’ın sembolik düzeni, dil ve toplumsal normlar aracılığıyla bireyi şekillendiren bir ağdır; ancak Don Kişot ve Emma, bu ağı delmeye çalışır. Don Kişot’un çılgınlığı, toplumun “makul” kabul ettiği sınırları reddeder; Emma’nın ise evlilik dışı ilişkileri, burjuva ahlakına meydan okur. Ancak her iki karakter de, arzularının peşinden giderken, sembolik düzenin Gerçek’le kesiştiği noktada yenilgiye uğrar. Bu yenilgi, bireyin toplum karşısında ne kadar kırılgan olduğunu ve arzunun toplumsal normlarla uzlaşmaz bir çatışma içinde olduğunu gösterir.

Dilin Sınırları ve Anlamın Kayganlığı

Don Kişot’un dünyası, dil aracılığıyla yeniden inşa edilir; onun şövalye hikayeleri, dünyayı anlamlandırma biçimidir. Emma Bovary ise romantik romanların diline tutunarak kendi varlığını anlamlandırmaya çalışır. Ancak Lacan’ın “Gerçek”i, dilin sınırlarını aşar; dil, Gerçek’i tam olarak yakalayamaz. Don Kişot’un yel değirmenlerini “dev” olarak adlandırması, dilin gerçekliği çarpıtma gücünü gösterir, ama aynı zamanda bu çarpıtmanın geçici olduğunu da ortaya koyar. Emma’nın aşk mektupları ve hayalleri, onun arzularını ifade etmeye çalışsa da, Gerçek’in kaotik doğası karşısında dağılır. Her iki karakterin trajedisi, dilin ve anlamın kaygan zemininde kaybolmalarında yatar. Arzu, dil aracılığıyla ifade edilse de, Gerçek’in dokunulmazlığı, bu ifadeyi sürekli olarak boşa çıkarır.

İnsanın Kendi Kendine Yabancılaşması

Lacan’ın “Gerçek”i, aynı zamanda insanın kendi özüne yabancılaşmasının bir yansımasıdır. Don Kişot, Alonso Quijano olmaktan çıkar ve kendi yarattığı bir kimliğe bürünür; Emma Bovary ise taşralı bir ev kadını olmaktan çok, romantik bir kahraman olmayı seçer. Ancak bu kimlikler, Gerçek’le karşılaştıklarında dağılır. Don Kişot’un son anlarında “çılgınlığından” vazgeçmesi, kendi benliğine geri dönüşü değil, Gerçek’in acımasız zaferidir. Emma’nın intiharı ise, hayallerinin ve arzularının Gerçek karşısında sürdürülemez olduğunu kabul etmesidir. Bu yabancılaşma, insanın kendi arzularını bile tam olarak anlayamayışını gösterir; çünkü arzu, Lacan’a göre, her zaman “Öteki”nin arzusudur. Don Kişot ve Emma, kendi arzularını değil, şövalye romanslarının ve romantik edebiyatın dayattığı arzuları takip eder. Bu, onların trajedisini daha da derinleştirir.

Sonuç: Arzunun Sonsuz Döngüsü

Don Kişot ve Emma Bovary’nin hikayeleri, arzunun tatmin edilemez doğasının evrensel bir portresini çizer. Lacan’ın “Gerçek”i, bu karakterlerin hayallerini ve arzularını sürekli olarak kesintiye uğratan bir güç olarak işler. Onların trajedisi, yalnızca bireysel bir yenilgi değil, aynı zamanda insanın varoluşsal durumunun bir yansımasıdır. Arzu, her zaman bir eksiklik üzerine kuruludur ve bu eksiklik, insanı sonsuz bir arayışa mahkum eder. Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşı ve Emma’nın yasak aşkları, bu arayışın farklı yüzleridir, ancak her ikisi de aynı gerçeğe işaret eder: İnsan, arzularının peşinde koşarken, Gerçek’in sınırlarıyla yüzleşmek zorundadır. Bu yüzleşme, hem bir yenilgi hem de insanın kendi varlığını anlama çabasıdır. Don Kişot ve Emma Bovary, bu çabanın trajik kahramanları olarak, bize arzunun hem yaratıcı hem de yıkıcı gücünü hatırlatır.