Carl Gustav Jung’un kaleminden kendi psikiyatrik çalışmaları
Burghölzli’de çıraklık dönemimi geçirdim. İlgilendiğim ve üzerinde araştırma yaptığım konuların başında benim için çok önemli olan şu soru geliyordu: “Ruhsal hastalığı olan birinin içinde gerçekte neler oluyor?” O zamanlar bunu çözemiyordum. Meslektaşlarım bu tür sorunsallarla ilgilenmiyordu. Psikiyatri hocaları da hastanın anlattıklarını dinlemiyorlardı bile. Dertleri, günlük teşhisleri nasıl koyacakları ya da bulguları nasıl tanımlayacaklarıydı. Yalnızca istatistik bilgi topluyorlardı. O zamanlar klinik çalışmalarında ağır basan görüşte, hastanın insan yönünün ve bireyselliğinin hiç önemi yoktu. Doktor, elinde sorgulanmamış uzun bir teşhis listesi ve ayrıntılı bulgularla hasta X’in karşısına çıkar, hastalar sınıflandırılır, bir teşhisle damgalanır ve çoğu zaman iş orada biter ve bu işte akıl hastasının psikolojisi hiç rol oynamazdı.
Bu noktada, özellikle, isteri ve düşlerin psikolojisiyle ilgili temel araştırmaları olduğu için Freud’u çok önemsemeye başlamıştım. Bence, düşünceleri, bireysel vakaların daha yakından irdelenmesi ve anlaşılabilmesi için yol göstericiydiler. Nörolog olmasına karşın, psikiyatriye psikolojiyi sokan odur.
O zamanlar, çok ilgimi çeken bir vakayı anımsıyorum. “Melankoli” olduğu varsayılan genç bir kadın hastaneye yatırılmıştı. Muayeneler her zamanki gibi titizce yapıldı. Hastanın geçmişi, testler, fiziksel kontrol vb. Teşhis, şizofreni ya da o günkü adıyla Dementia praecox’du. Hastanın ne kadar sürede iyileşeceğiyle ilgili sonuç, “kötü” çıktı.
Kadın, benim bölümüme düştü. Başlarda, teşhisten kuşku duymaya cesaret edemedim. Yeni başlamış biriydim ve hâlâ genç sayılırdım. Başka bir teşhis koyacak kadar kendime güvenemiyordum. Oysa vaka, garibime gidiyordu. Şizofreni vakası olmadığını, sıradan bir depresyon geçirdiğini düşünüyordum. Kendi yöntemlerimi uygulamaya karar verdim. O günlerde, teşhiste kullanılan çağrışımlarla ilgili çalışmalar içindeydim ve bu nedenle, hastaya bir çağrışım deneyi uyguladım. Ayrıca düşlerini de konuştuk. Böylece, geçmişiyle ilgili soruların ortaya çıkaramadığı gerçeği su yüzüne çıkarabildim. Karanlık ve trajik öyküsünü doğrudan doğruya bilinçdışından çekip çıkardığım bilgiyle elde ettim.
Evlenmeden önce, çok zengin bir sanayicinin çevredeki bütün kızların gözü üzerinde olan oğlunu tanımış ve çok hoş bir genç kız olduğu için de onu tavlamasının daha kolay olacağını düşünmüş. Anlaşılan, genç onunla ilgilenmemiş, o da başka biriyle evlenmiş.
Beş yıl sonra, eski bir arkadaşı onu ziyarete gelmiş. Eski günlerden söz ederlerken arkadaşı, zengin sanayicinin oğluna değinerek, “Evlenmen birini çok şaşırttı. Senin o Bay X’ini,” demiş ve işte o anda olan olmuş! Depresyonun başlangıcı o tarihe rastlıyor, birkaç hafta sonra da bir felakete yol açıyor: Bir gün, çocuklarına banyo yaptırıyormuş. İlk önce, dört yaşındaki oğlunu, sonra da iki yaşındaki kızını yıkamış. Yaşadığı taşra kentinde sular çok temiz olmadığı için, içmek için temiz kaynak suyunu, banyo ve temizlik için de mikroplu nehir suyunu kullanıyorlarmış. Kızını yıkarken, çocuğun süngeri emdiğini görmüş fakat sesini çıkarmamış. Oğluna, içmesi için bile o sudan vermiş. Doğal olarak bunu bilinçsizce ya da yarı bilinçli yapmış; çünkü zihni başlamış olan depresyonun etkisi altındaymış.
Kısa bir süre sonra, hastalığın kuluçka dönemi bitince, kızı hastalanıp tifodan ölmüş. En çok kızını severmiş. Oğluna enfeksiyonu almadığı için bir şey olmamış. Depresyonu, kızının ölümüyle akut hale dönüşmüş ve hastaneye kaldırmışlar.
Çağrışım deneyinden, onun bir katil olduğunu çıkarmış ve gizinin ayrıntılarını saptamıştım. Depresyona uğraması için bu yeterli bir nedendi. Aslında vaka şizofrenik değildi; psikojenik rahatsızlığı vardı.
İyileşmesi için ne yapmak gerekliydi? O güne dek uykusuzluğunu gidermek için uyuşturucular veriliyor, intihar girişimini önlemek için de sürekli izleniyordu. Başka hiçbir şey yapılmamıştı. Fiziksel sağlığı yerindeydi.
Bir sorunla karşı karşıdaydım: Onunla açıkça konuşmalı mıydım, yoksa susmalı mıydım? Harekete geçmeli miydim? Benim için bir vicdan sorunuydu bu. Çelişen görevlerle yüz yüze kalmıştım. Tek başıma karar vermem gerekiyordu. Meslektaşlarıma sormaya kalksam, “Ne yapıyorsun! Sakın kadına bunları söyleme. Onu daha çok çıldırtırsın,” deyip beni uyaracaklardı. Oysa etkinin bunun tersi olabileceğini düşünüyordum. Genel anlamda, psikolojide tek bir kural yoktur denilebilir. Bilinçdışı faktörünü ele alıp almamamıza bağlı olarak, bir soruya değişik biçimde yanıtlar verilebilir. Kuşkusuz, büyük bir risk altına girdiğimin bilincindeydim. İşler ters giderse başım derde girecekti.
Her şeye karşın, sonu belli olmayan bir tedaviyi denemeye karar verdim. Hastaya çağrışım deneyinin ortaya çıkardıklarını anlattım. Bunu yapmanın benim için ne denli zor olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Bir insanı açıkça cinayetle suçlamanın şaka götürür bir yanı yoktur. Hastanın bunu dinleyip kabullenmesi trajik bir olay oldu fakat iki hafta içinde toparlanıp taburcu oldu ve bir daha da hastaneye yatması gerekmedi.
Meslektaşlarıma bu olaydan söz etmememin başka nedenleri de vardı. Vakayı tartışıp yasal sorulara yönelmeleri olasılıydı. Kuşkusuz, hastayla ilgili bir şeyi kanıtlamaları olanaksızdı fakat bu tartışmalar onun felaketine neden olabilirdi. Kader onu yeterince cezalandırmış ve zaten büyük bir yükün altında ezilerek taburcu olmuştu. Bu yükü sırtlanarak yaşamayı öğrenmesi gerekiyordu. Çocuğunu yitirmek onun için ürkünç bir deneyimdi ve yaptığının kefaretini zaten depresyonu ve hastaneye kaldırılışıyla ödemeye başlamıştı.
Psikiyatri vakalarının çoğunda, hastanın dile getirilmemiş bir öyküsü vardır ve kural olarak, bu öyküyü kimse bilmez. Bence tedaviye, ancak tümüyle kişisel olan bu öyküyü iyice irdeledikten sonra başlanabilir. Hastanın gizidir bu ve hasta bu kayaya çarparak parçalanmıştır. Gizli öyküsü bilinirse tedavi için bir anahtar elde etmiş olunur. Doktorun görevi, bu gizle ilgili bilgiyi nasıl ortaya çıkaracağını düşünmektir. Çoğu vakalarda, bilincin malzemesini taramak yetersiz kalır. Bazı vakalarda çağrışım deneyi yolu açabilir. Düşlerinin yorumu ya da hastayla uzun ve sabırlı bir iletişim kurmak da. Tedavide göz önünde bulundurulması gereken nokta hastanın tüm kişiliğidir, yalnızca bulgular değil. Tüm kişiliğini zorlayan sorular sorulmalıdır.
1905’te Zürich Üniversitesi’nde psikiyatri dersleri vermeye başladım ve aynı yıl içinde Psikiyatri Kliniği’nin başhekimi oldum. Dört yıl sonra da istifa etmek zorunda kaldım; çünkü işten başımı kaşıyacak vaktim kalmamıştı. Yıllar boyunca özel çalışmalarım öylesine yoğunlaşmıştı ki işlere yetişemez olmuştum. Gene de, hocalığımı 1913 yılına dek sürdürdüm. Psikopatoloji, doğal olarak Freud psikanalizinin temelleri ve ilkel insan psikolojisi üzerine dersler veriyordum. Ana konularım bunlardı. İlk dönemde verdiğim dersler, genelde hipnoz ve Janet ve Flournoy üzerineydi. Dersler ilerledikçe Freud’un psikanalizinin sorunsalları ön plana çıkmaya başladı.
resim-5
(Arkada soldan sağa) Abraham A. Brill, Ernest Jones, Sándor Ferenczi.
(Önde soldan sağa) Sigmund Freud, Stanley Hall, Carl Gustav Jung.
1909’da Massachussetts’teki Worcester Koleji’nde. (Sigmund Freud Copyrights Ltd.)
Hipnoz derslerinde, öğrencilere sunduğum hastaların özgeçmişlerini sorardım. Bir vakayı hâlâ çok iyi anımsıyorum:
Bir gün, orta yaşlı bir kadın geldi. Dinsel yönünün güçlü olduğu belliydi. Elli sekiz yaşındaydı. Hizmetçisinin yardımıyla koltuk değneklerine abanarak yürüyebiliyordu. On yedi yıldır sol bacağında ağrı yapan felçten yakındı. Onu rahat bir sandalyeye oturtup olayı baştan sona anlatmasını istedim. Ne kadar kötü durumda olduğunu ve hastalığını en ince ayrıntısına kadar uzun uzun anlatmaya koyuldu. Bir süre sonra, sözünü keserek, “Bu kadar konuşacak zamanımız yok, ben size hipnoz uygulayacağım,” dedim. Sözümü doğru dürüst bitiremeden gözlerini kapadı ve hipnotize olmadan derin bir transa girdi. Şaşırmama karşın, onu rahatsız etmedim. Konuşmasını sürdürdü ve bilinçdışını oldukça yoğun yaşadığını gösteren çok ilginç düşlerini anlatmaya başladı. Ben bunu ancak yıllar sonra anlayabildim. O gün bir çılgınlık nöbetine kapıldığını sanmıştım ve durumdan giderek rahatsız olmaya başlamıştım. Yirmi kadar öğrenci gözlerini bana dikmiş, hipnoz uygulamamı bekliyordu!
Yarım saat kadar bekledikten sonra, hastayı uyandırmak istedim. Uyanmıyordu. Çok telaşlandım. İstemeden gizli bir psikozu uyandırmış olabileceğim aklıma geldi. On dakika kadar uğraştıktan sonra kadını uyandırabildim. Bir yandan da, öğrencilerin ne denli gergin olduğumu anlamamaları için uğraşıyordum. Kadın kendine geldiğinde başı dönüyordu ve şaşkındı. “Ben doktorum. Merak edecek bir şey yok,” dememe kalmadan kadın, “İyileştim!” diyerek koltuk değneklerini fırlattı ve yürümeye başladı. Utançtan alı al moru mor, öğrencilere, “Hipnozla neler yapılabileceğini görüyorsunuz işte!” dedim. Oysa ne olup bittiğinden zerre kadar haberim yoktu.
Hipnozdan vazgeçmemin nedenlerinden biri bu olaydır. Ne olduğunu bir türlü anlayamamıştım. Oysa kadın iyileşip neşe içinde ayrılmıştı. En geç yirmi dört saat içinde eski şikâyetlerinin yineleneceğini varsaydığım için beni aramasını söylemiştim fakat tüm kuşkularıma karşın sonunda iyileştiğini kabul etmek zorunda kaldım.
Ertesi yıl, yaz döneminin ilk dersinde kadın geri geldi. Kısa bir süre önce başladığını söylediği şiddetli sırt ağrılarından yakınıyordu. Derslerimin yeniden başlamasıyla bir ilgisi olup olmadığını düşündüm, doğal olarak. Gazetede derslerin başlayacağını okumuş olabilirdi. Ağrıların ne zaman başladığını ve nedenini sordum. Belirli bir zaman veremiyordu, ne olduğunu da bilmiyordu. Hiçbir açıklamada bulunamadı. Sonunda, ağrıların gazetede ilanı gördüğü an başladığını sözlerinden çıkartabildim. Varsayımım doğruydu fakat hâlâ mucizevi iyileşmenin nasıl olduğunu anlayamıyordum. Onu bir kez daha hipnotize ettim, yani bir kez daha kendiliğinden transa girdi ve ağrılar kayboldu.
Bu kez, yaşamıyla ilgili daha çok şey öğrenebilmek için onu alıkoydum. Hastanede benim bölümümde yatan geri zekâlı bir oğlu olduğu ortaya çıktı. Bu konuda bilgim yoktu çünkü ikinci kocasının soyadını taşıyordu ve çocuk ilk kocasındandı. Başka çocuğu da yoktu. Doğal olarak yetenekli ve başarılı bir oğlu olsun istemiş ve çocuğun genç yaşta akıl hastalığına uğraması ona büyük bir darbe olmuştu. O zamanlar, hâlâ genç bir doktordum ve oğlunda görmek istediği her şeyi ben simgeliyordum. Saplantıya dönüşen, bir kahramanın annesi olma isteğini bana yöneltmişti. Beni oğlu yerine koymuş, önüne gelene mucizevi iyileşmesini anlatır olmuştu.
Aslında, çevrede oluşan, bir sihirbaz olduğum yolundaki ünümü ona borçluydum. Olay kısa sürede yayıldığı için ilk özel hastamı da. Özel psikoterapik çalışmalarım, bir annenin beni akıl hastası oğlunun yerine koymasıyla başladı! Kuşkusuz, ona bağlantıları anlattım. Büyük bir anlayışla karşıladı ve bir daha da ağrısı olmadı.
Bu benim ilk gerçek tedavimdi diyebilirim. Daha doğrusu, ilk analizim. Yaşlı hanımefendiyle konuşmamı çok net hatırlıyorum. Zeki bir kadındı ve onu ciddiye almam ve hem kaderiyle hem de oğlunun durumuyla ilgilenmem, bana minnet duymasına yol açmış, bu da ona yardım etmişti.
Başlangıçta muayenehanemde hipnoz uyguluyordum fakat sonra vazgeçtim, çünkü karanlıkta el yordamıyla dolaşmak gibi oluyordu. Hipnozda gelişmenin ve tedavinin süreci hiçbir zaman belli olmadığı için belirsizlik içinde çalışmak beni rahatsız ediyordu. Hastanın ne yapması gerektiğine tek başıma karar vermeyi sevmem. Hastayı eğilimlerinin doğal akışına bırakıp ondan bazı şeyler öğrenmek beni daha çok ilgilendirir. Bunun için de, düşlerinin özenle analiz edilmesi ve bilinçdışının göstergelerinin irdelenmesi gerekir.
1904-1905 yılları arasında Psikiyatri Kliniği’nde bir deneysel psikopatoloji laboratuvarı kurdum. Bazı öğrencilerimle birlikte ruhsal tepkileri (örneğin çağrışımları) irdeledik. Franz Riklin yardımcımdı. Ludwig Binswanger o günlerde psikogalvanik22 etkiyle bağlantılı çağrışım deneyleri üzerine doktora tezi yazıyordu. Ben de, Zur Psychologischen Tatbestands diognastik’i (Gerçeklerin Psikolojik Teşhisi) hazırlıyordum. Frederick Peterson ve Charles Ricksher gibi Amerikalı meslektaşlarımız da vardı. Yazıları Amerikan tıp dergilerinde yayımlanıyordu. 1909’da çalışmalarımı anlatmam için Clark Üniversitesi’ne davet edilmem de bu meslektaşlarımın katkılarıyla oldu. Ayrıca Freud da davet edilmişti. İkimizi de hukuk doktoru unvanıyla onurlandırdılar.
Çağrışım ve psikogalvanik deneyleri Amerika’da ünlenmeme ve oradan hastaların gelmesine neden oldu. Bir vakayı hâlâ çok iyi anımsıyorum. Amerikalı bir meslektaşım, “alkolik nevrasteni” teşhisiyle bir hasta yollamıştı. Bulgular “iyileşmez” sonucunu vermiş, tedavimin bir işe yaramayacağını düşündüğü için de, Berlin’de ünlü bir nöroloğu görmesini de önermişti. Hastayla konuştuğumda hastanın ruhsal kaynağını bilmediği sıradan bir nevrozu olduğunu anladım. Çağrışım deneyi uyguladığımda çok ciddi bir anne kompleksinin etkisi altında olduğu ortaya çıktı. Zengin ve saygıdeğer bir aileden geliyordu, hoş bir karısı vardı ve görünürde hiçbir sorunu yoktu. Yalnızca, çok içiyordu. İçmesinin nedeni kendini umarsızca uyuşturabilmek ve baskıdan kurtulabilmekti. Doğal olarak da bir işe yaramıyordu.
Annesinin büyük bir şirketi vardı ve yetenekli oğlunu orada önemli bir mevkiye getirmişti. Annesinin yanında çalışmanın verdiği baskıdan kurtulabilmesi için çoktan ayrılması gerekirdi ama iyi mevkiinden vazgeçmeye gönlü bir türlü razı olmuyordu. Dolayısıyla onu o mevkiye getiren annesine bağımlı kalmıştı. Onunla beraber olduğunda ya da annesi işine karıştığında yoğun duygularını körletmek ya da onlardan kurtulmak için içmeye başlıyordu. Bir yönü o rahat ve sıcak yuvayı bırakmak istemezken başka bir yönü de içgüdülerine ters düşen bir durumla refah ve rahatın kendisini satın almasına izin veriyordu.
Kısa süreli bir tedaviden sonra içkiyi bıraktı ve kendini iyileşmiş varsaydı. Ona, “Yerinizde kalırsanız içkiye başlamayacağınızı garanti edemem,” dedim. Bana inanmadı ve Amerika’ya rahatlamış olarak döndü.
Annesinin etkisi altına girer girmez yeniden içkiye başladı. Annesi İsviçre’ye geldiğinde beni görmek istedi. Zeki bir kadındı ama tam bir güç delisiydi. Oğlunun durumunu daha da iyi anladım. Oğlunun direnecek gücü yoktu. Fizik olarak bile zayıf ve narindi. Annesine hiç benzemiyordu. Emrivaki yapmaya karar verdim. Haberi olmadan annesine, oğlunun alkol sorunu nedeniyle o sorumluluğu alacak durumda olmadığını belirten tıbbi bir belge verdim ve işten ayrılmasını önerdim. Annesi dediğimi yaptı ve kuşkusuz oğlu öfkeden köpürdü.
Burada yaptığım, normal koşullarda bir tıp adamına yakışmayacak bir iş olarak görülür ama hastanın iyiliği için bu adımı atmak zorunda kalmıştım.
Sonra ne mi oldu? Annesinden ayrılınca kişiliği gelişti ve benim yaptığıma rağmen ya da yaptığımdan dolayı çok parlak bir meslek hayatı oldu ve karısı, kocası alkolizmden kurtulduğu ve kendi yolunda çok başarılı olduğu için bana hep minnet duydu.
Başka çözüm olmadığını bilmeme karşın arkasından iş gördüğüm için yıllarca vicdan azabından kurtulamadım. Durumundan kurtulduğunda nevrozu gerçekten geçmişti.
Hiç unutmadığım bir vaka daha var. Bir gün muayenehaneme bir hanım geldi. Bir daha gelmeyeceğini söyleyerek adını vermek istemedi. Eskiden doktormuş. Üst tabakadan biri olduğu belliydi. Bana bir itirafta bulunmak istiyormuş. Yirmi yıl kadar önce kıskançlık nedeniyle bir cinayet işlemiş. Kocasıyla evlenebilmek için en iyi arkadaşını öldürmüş. Cinayet ortaya çıkmazsa sorun olmayacağını düşünmüş. Arkadaşının kocasıyla evlenmek istediği için en kolay yolun, onu ortadan kaldırmak olduğunu düşünmüş. Olayı ahlaksal açıdan önemsemiyormuş.
Sonuçta ne mi olmuş? Adamla gerçekten evlenmiş ama garip şeyler olmaya başlamış. Kızı evden ayrılmak istemiş. Evlenmiş ve ondan giderek uzaklaşmış. Bir süre sonra da ilişkileri tümüyle kesilmiş.
Bu hanım, ata binmeye meraklıymış ve atlarını çok severmiş. Bir gün ata binerken atların tümünün çok huzursuzlaştıklarını görmüş. En sevdiği atı bile binmesini istemiyormuş. Sonunda ata binmekten vazgeçmek zorunda kalmış. Bu kez köpeklerine düşkün olmaya başlamış. Olağanüstü güzel bir köpeği varmış. Köpeğinin felç olması bardağı taşıran son damla olmuş ve morali çökmüş. Birine itiraf etme gereksinimi duyduğu için bana gelmiş. Bir katildi ama kendini de öldürmüştü; çünkü böyle bir eylemde bulunan kişi kendi ruhunu da öldürür. Katil kendini yargılar. Yakalanırsa cezasını çeker ama ahlaksal bilinci devreye girmeden yapar ve olay gizli kalırsa, bu vakada da görüldüğü gibi ceza onu bırakmaz ve sonuçta olay ortaya çıkar. Bazen katile hayvanların ve bitkilerin bile bu işten haberi varmış gibi gelir. Kadın işlediği cinayet nedeniyle büyük bir yalnızlığa itilmiş, hayvanlara bile yabancılaşmıştı. Yalnızlıktan kurtulabilmek için beni gizini paylaşmaya zorlamıştı. Katil olmayan birine gereksinimi vardı. Bu kişinin onu önyargısız dinlemesi gerekiyordu. Bunu yapmakla yeniden insanlarla iletişim kurmuş gibi olacaktı. İtiraf edeceği kişi profesyonel bir din adamı olamazdı, doktor olması gerekiyordu. Din adamının onu görevi olduğu için dinleyeceğinden ve gerçekleri kabul etmek yerine olayı ahlaksal açıdan ele alacağından korkuyordu. İnsanların ve hayvanların ona sırt çevirdiğini görmüştü ve artık bir kez daha yargılanacak gücü yoktu.
Onu bir daha ne gördüm ne de elimde doğru söylediğinin kanıtı var. Bazen aklıma gelir, ne olduğunu merak ederim. Öyküsü henüz bitmemişti. İntihar etmiş olabilir; çünkü o yalnızlığı kaldırabildiğini hiç sanmıyorum.
Klinik bulgular, bir doktorun uyum sağlayabilmesi için çok önemlidir ama hastaya bir yararları olmaz. Önemli olan hastanın tarihçesidir. Ancak onun yoluyla, hastanın insan olarak geçmişini ve acılarını öğrenebilirsiniz. O andan sonra doktorun tedavisi devreye girebilir. Böyle tipik bir vaka vardı:
Kadınlar koğuşunda yaşlı bir hasta vardı. Aşağı yukarı yetmiş yaşındaydı ve kırk yıldır yatalaktı. Elli yıl kadar önce hastaneye yatırılmıştı. O zaman hastanede olanların çoğu öldüğü için gelişini anımsayan kimse kalmamıştı. Yalnızca otuz beş yıldır orada çalışan başhemşire bir şeyler anımsıyordu. Yaşlı kadın konuşamıyor ve gıda olarak yalnızca sıvı ya da kıvamlı şeyler yiyebiliyordu. Elleriyle yemeye çalışıyor, gıdayı ağzına akıtıyordu. Bazen bir bardak sütü içmesi saatler alıyordu. Yemek yemediği zamanlarda elleri ve kollarıyla garip ritmik hareketler yapıyordu. Ne yaptığını bir türlü anlayamıyordum. Akıl hastalığının insana neler yapabildiğini görmek beni çok sarsıyordu ama bir açıklama getiremiyordum. Klinikte hastalar tanıtıldığında, Dementia praecox vakası olarak gösterilirdi ama bunun benim için bir anlamı yoktu, çünkü bu, ne yaptığı hareketlerin anlamını ne de kaynağını açıklıyordu.
Bu vakanın üzerimdeki etkisi o dönem psikiyatrisine gösterdiğim tepkinin tipik bir örneğidir. Asistanlığa başladığımda psikiyatrinin ne olduğunu hiç anlayamadığımı düşünmüştüm. Ben karanlıkta el yordamıyla ilerlemeye çalışırken meslektaşlarımın takındığı kendinden emin hava, onların yanında kendimi çok rahatsız hissetmeme neden oluyordu. Bana göre psikiyatri hasta zihinde neler olup bittiğini anlamaktı ama bunu da anlayamıyordum. Yolumu göremediğim bir mesleğe saplanıp kalmıştım!
Bir gece, koğuşta dolaşırken yaşlı kadının yine o gizemli hareketleri yaptığını gördüm. “Bunları neden yapıyor?” diye düşündüm. Başhemşireyi buldum ve ona hastanın eskiden beri mi öyle olduğunu sordum. “Evet, benden öncekiler ayakkabı yaptığını söylediler,” dedi. Hastanın tarihçesine baktığımda orada gerçekten ayakkabıcı hareketleri yaptığı yazılıydı. Eskiden ayakkabı yapanlar ayakkabıyı dizlerinin arasına sıkıştırır ve bu hareketle iğneyi deriden geçirirlerdi. (Köy ayakkabıcıları hâlâ öyle yapıyor.) Hasta bir süre sonra öldüğünde kardeşi cenazeye geldi. Ona, “Kardeşiniz nasıl akıl hastası oldu?” diye sordum. Bana kardeşinin bir ayakkabıcıyı sevdiğini, onunla evlenmek istediğini ama adam onunla evlenmek istemeyince kardeşinin “uçtuğunu” söyledi. Ayakkabıcı hareketleri ölümüne dek sevdiğiyle özdeşleşmesini sağlıyordu. O vaka, içimde Dementia praecox’la ilgili kuşkuların doğmasına neden olmuştur. Ondan sonra tüm dikkatimi bir psikozdaki anlamlı bağlantılara verdim.
Başka bir vaka da bana psikozun, daha da ötesi anlamsız düşüncelerin arkasında yatanları açıkladı. Vaka, o güne dek anlamsız varsayılan şizofrenlerin dilini anlamamı sağladı. Bu Babette S. vakasıydı. Vakayı bir yerde yazdım ve 1908’de, Zürich’te bir konferansta sundum.
Babette, Zürich’in yoksul ve pis kenar mahallelerinden birinde büyümüştü. Kız kardeşi fahişe, babası alkolikti. Otuz dokuz yaşında, Dementia praecox’la bağlantılı paranoyaya yakalanmıştı ve onun tipik belirtisi olan megalomanisi vardı. Onu ilk kez gördüğümde yirmi yıldır hastanedeydi ve garip bir ruhsal bölünmeye tanık olan yüzlerce tıp öğrencisine gösterilmişti. Tipik bir vakaydı. Babette tümüyle aklını yitirmişti ve çok garip şeyler söylüyordu. Ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Örneğin, “Ben Lorelei’ım,” derdi. Bunun nedeni onu gören doktorların sürekli, “Ne anlama geldiğini bilmiyorum,”23 demeleriydi. Ya da, “Ben Sokrates’in temsilcisiyim,” derdi. Bunun, “Ben de Sokrates gibi haksız yere suçlandım,” demek olduğunu çözebilmiştim. “Ben çift teknik bulunmaz biriyim,”; “Ben mısır ekmeğinin üzerine sürülmüş erik turtasıyım,”; “Ben çok lezzetli tereyağından yapılma Helvetia ve Germania’yım,”, “Napoli’yle birlikte dünya makarna gereksinimini karşılamamız gerekiyor,” gibi sözler söylerdi. Bu son söyledikleri, aşağılık kompleksini telafi ederek gözünde özdeğerini artırıyordu.
Babette ve başka vakalar bana hastaların söylediklerinin hiç de sanıldığı kadar saçma olmadığını gösterdi. Birçok kez, böyle hastalarda bile, normal sayılabilecek bir kişiliğin arka planda gizli kaldığını gördüm. O kişilik durup izler, denebilir. Arada sırada da, düşler ve sesler yoluyla mantıklı şeyler söyleyip yorum yapabilir. Özellikle, bedensel bir hastalık olduğunda ön plana çıkabilir ve hasta son derece normal görünür.
Bir kez, arka plandaki normal kişiliğinin belirgin olduğu yaşlı bir hastam vardı. İyileşme umudu yoktu, yalnızca bakımı sağlanıyordu. Her doktorun tedavi edilemeyecek hastaları vardır. Yapabildiği yalnızca ölüme giden yolda rahat ilerlemelerini sağlamaktır. Hasta bedeninin her yerinden gelen sesler duyuyordu. Göğsünden gelen ses de “Tanrı’nın sesi”ydi.
Yürekliliğime kendim de şaşarak ona, “Bu sese güvenmeliyiz,” dedim. Bu ses mantıklı şeyler söylüyor ve böylece işler yolunda gidiyordu. Bir gün ses ona, “Senin, İncil bilgini sınasın,” demiş. Yıpranmış eski bir İncil getirdi. Ben de ona her gidişimde bir bölümü ödev olarak vermeye başladım. Bir sonraki gidişimde onu o bölümden sınıyordum. Bunu on beş günde bir, yedi yıl sürdürdük. Başlangıçta rolümü garipsiyordum ama sonra anlamını çözdüm. Bu olaya yoğunlaşması bölünmüş hayallerine gömülmesini önlüyordu. Sonuçta altı yıldır süren sesler sol tarafına çekildi; sağ tarafında ses kalmamıştı. Sol tarafındaki sesler de artmamıştı. Hasta iyileşmiş gibiydi. En azından yarı yarıya. Bu beklenmedik bir başarıydı. Bellek egzersizlerinin tedavide işe yarayabileceklerini hiç düşünmemiştim.
Hastalarla ilişkim bana paranoid düşüncelerin anlamlı bir öz taşıdığını öğretti. Psikozun arkasında, bir kişilik, bir yaşamöyküsü, umutlar ve istekler yatar. Anlamıyorsak suç bizdedir. İlk kez, kişiliğin genel psikolojisinin psikozun içinde saklı olduğunu ve insana özgü çelişkilere burada da rastladığımızı fark ettim. Hastalar tepkisiz ya da tümüyle geri zekâlı gibi görünseler bile zihinlerinde varsayılandan çok daha fazlası olup bitiyor ve çok daha anlam var. Akıl hastalığının derinlerine indiğimizde yeni ve bilinmeyen hiçbir şeyle karşılaşmayız. Bulduğumuz, bizim de altyapımızdır.
Psikiyatrinin psikozun içeriğine eğilmesinin bu kadar gecikmesi şaşırtıcı bir olaydır. Hiç kimse fantezilerin anlamı üzerinde durmamış, kendine, bir hastanın belirli bir fantezisi varken, öbürünün neden farklı bir fantezisi olduğunu, örneğin birini Cizvitler izlerken, neden bir başkasını Yahudilerin zehirlemek istediğini ya da bir üçüncüyü polislerin neden kovaladığını sormamıştır. O günlerde bu tür sorular doktorları ilgilendirmiyordu. Fanteziler örneğin, “izlenme düşünceleri” gibi bir ad altında toplanıveriyordu. O günlerde yaptığım çalışmaların artık neredeyse anımsanmaması da garip. Yüzyılın başında şizofreniyi psikoterapatik açıdan ele alıyordum. Bu nedenle, o yöntem yeni keşfedilmiş bir şey değildir. Psikolojinin, psikiyatrinin bir parçası olarak alınması çok uzun sürdü.
Klinikte çalışırken şizofrenik hastaları dolaylı yollarla tedavi edebiliyordum. Bunu yapmasam hayalcilikle suçlanacağımı biliyordum. Şizofreninin tedavi olmayacağına inanılıyordu. Şizofrenik bir vakada iyileşme görüldüğünde o vakanın zaten şizofreni olmadığına karar veriliyordu.
Freud beni 1908 yılında Zürich’te ziyaret ettiğinde ona Babette S. vakasını sundum. Daha sonra bana, “Bu hastayla ilgili bulgularınız çok ilginç ama, Tanrı aşkına, bu dünya çirkini kadına günlerce nasıl dayandınız?” dedi. Ona şaşkınlıkla bakmış olmalıyım çünkü böyle bir şeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Ayrıca, çok hoş düşünceleri olduğu ve ilginç şeyler söylediği için ona tatlı, yaşlı bir yaratık gözüyle bakıyordum. İnanılmaz bir saçmalık bulutunun ardındaki insan yönü görülebiliyordu. Tedavi edilemedi çünkü uzun bir süredir hastaydı. Oysa kişiliğine dikkatle girilen hastalarda iyileşme sağlandığına tanık olmuştum.
Dıştan bakıldığında, hastalıklarının verdiği trajik tahribatı görürüz ama çoğu zaman bize yüz çevirmiş olan ruhlarının öbür yüzünü kavrayamayız. Dış görünüşün ne denli aldatıcı olduğunu genç bir katatonik hastada gördüğümde çok şaşırmıştım. On sekiz yaşındaydı ve kültürlü bir aileden geliyordu. On beş yaşındayken ilk önce erkek kardeşinin, daha sonra da bir okul arkadaşının tecavüzüne uğramıştı. On altı yaşından beri kendini soyutlamıştı. İnsanlardan kaçıyordu. Tek duygusal bağı başka bir aileye ait olan kötü huylu bir köpekti. Onun ilgisini çekmeye çalışıyordu. Giderek kötüleştiği için on yedi yaşında hastaneye yatırılmıştı. Sesler duyuyor, yemek yemeyi reddediyor ve hiç konuşmuyordu. İlk gördüğümde tipik bir katatoni durumundaydı. Birkaç hafta uğraştıktan sonra onu konuşturabildim. Uzun süre direndikten sonra bana Ay’da yaşadığını söyledi. Ay’da insanlar varmış. İlk önce oradaki erkekleri görmüş. Bir kez onu yanlarına almışlar ve karılarını ve çocuklarını gizledikleri, Ay’ın altında bir yere götürmüşler. Onları orada saklamalarının nedeni, Ay’ın dağlarında bir vampirin yaşamasıymış. Bu vampir çocuklarını ve karılarını kaçırıp öldürüyormuş. Ay insanları soylarının tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıyaymışlar ve bu yüzden kadınları Ay’ın altında bir yerde saklıyorlarmış.
Hastam, Ay insanları için bir şeyler yapmak istemiş ve vampiri öldürmeye karar vermiş. Gözetleme kulesinin platformunda vampiri beklemeye başlamış. Birkaç gece sonra nihayet uzaktan büyük kara bir kuş gibi kanatlarını çırpa çırpa gelen vampiri görmüş. Büyük kurban bıçağını çıkarmış, giysisinin altına gizlemiş ve vampirin yaklaşmasını beklemeye başlamış. Vampir ansızın önünde bitmiş. Birkaç kat kanadı varmış. Yüzünü ve bedenini kanatları örttüğü için yalnız tüylerini görebiliyormuş. Bıçağı çekip yaklaştığında bu dünyadan değilmişçesine güzel bir adamla karşılaşmış. Adam onu sıkıca kavradığı için bıçağı kullanamamış. Zaten öylesine büyülenmiş ki adamı bıçaklayamayacakmış. Adam onu almış, birlikte uçmuşlar.
Bu açıklamasından sonra normal konuşmaya başladı ama dirençler baş gösterdi. Ay’a gitmesini engellediğim için artık bu dünyadan kaçamıyordu. Dünyanın değil de, Ay’ın güzel olduğunu ve orada yaşamın bir anlamı olduğunu söylüyordu. Sonra yeniden katatonik durumuna girdi. Onu bir sanatoryuma nakletmek zorunda kaldım. Bir süre çok şiddetli delilik nöbetleri oldu.
İki ay sonra taburcu oldu. Onunla artık konuşulabiliyordu. Zamanla dünyadaki yaşamın kaçınılmaz olduğunu anladı. Bu gerçeği ve onun getireceği sonuçları kabul etmemek için umarsızca direniyordu. Bu nedenle sanatoryuma geri götürülmesi gerekti. Onu hücresinde ziyaret ettiğimde, “Bunun bir yararı yok; Ay’a geri dönemezsin,” dedim. Hiç sesini çıkarmadı. Hiçbir tepki göstermiyordu. Kısa bir süre sonra taburcu edildi. Kaderine razı olmuştu.
Bir süre için bir sanatoryumda hemşire olarak çalıştı. Orada bir asistan onunla zamansız bir ilişkiye girmeye çalışmış. Doktoru vurdu. Şans eseri doktor hafif yaralandı. Silahlı olduğu ortaya çıkmıştı. Bana da silahlı gelmiş, tedavinin bitmesine yakın silahını bana teslim etmişti. Bunun ne işe yaradığını sorduğumda, “Beni düş kırıklığına uğratsaydınız sizi vuracaktım,” demişti.
Doktorla olan olay sönünce doğduğu yere geri döndü. Evlendi, çocukları oldu ve bir daha hastalanmadan iki dünya savaşını da tanık olarak yaşadı.
Böyle fanteziler nasıl yorumlanabilir? Çok genç yaşta yaşamak zorunda kaldığı ensest, onu dünyanın gözünde küçük düşürmüş, buna karşın fantezi dünyasının genişlemesine neden olmuş ve kadın mitsel bir âleme dalmıştı çünkü ensest aslında geleneksel olarak tanrıların ve soyluların dünyasının bir parçasıdır. Yaşadıklarının sonucunda dünyadan kendini soyutlamış, dünya dışına çıkmış ve bir tür psikoza girmişti. Kozmik uzaklıklara gitmiş ve orada kanatlı şeytanla karşılaşmıştı. Tedavi sürecinde o figürü bana yansıttı. Bu tür olaylarda bu bir kuraldır. Onu normal yaşama döndürmeye çalışan ben de dahil herkes ölüm tehdidi altındaydı. Bana öyküsünü anlatmakla bir bağlamda Şeytan’a ihanet etmiş ve bir dünya insanıyla bağ kurmuş oluyordu. Yaşama geri dönüp evlenebilmesinin nedeni de budur.
O günden sonra akıl hastalarının çektiği acılara farklı bir gözle bakmaya başladım; çünkü iç dünyalarının zenginliği ve önemiyle ilgili bir iç görüş kazanmıştım.
Bana çoğu zaman psikoterapik ya da analitik yöntemimin ne olduğu sorulur. Bu soruya tek bir yanıt veremem. Tedavi her vakada farklıdır. Bir doktor bana şu ya da bu yönteme sadık kaldığını söylerse tedavisinin etkili olacağından kuşku duyarım. Tıp literatüründe hastanın direndiğine öylesine sık değinilir ki doktorun hastanın gırtlağına sarıldığını sanırsınız. Oysa iyileşme hastanın içinde doğal olarak gelişmelidir. Ne kadar insan varsa o kadar da psikoterapi yöntemi ve analiz vardır. Her hastaya özel yaklaşırım çünkü sorun her zaman özeldir. Evrensel kurallar ancak çorbada tuz olabilirler. Psikolojik bir gerçek ancak tersi düşünülebilinirse geçerlidir. Benim için olanaksız olan bir çözüm başkası açısından tam aranılan çözüm olabilir.
Bir doktorun, kuşkusuz, yöntemleri bilmesi gereklidir ama rutin ve belirli bir yönteme saplanıp kalmaması doğru olur. Kuramsal varsayımlardan kaçınmalıdır. Bugün için geçerli olabilirler ama yarın onların yerini başka varsayımların alması olası. Bu nedenle, analizlerimde onlara yer vermem. Bana göre, bireylerle uğraşıyorsanız ancak bireysel bir anlayış geçerlidir. Her hasta farklı bir dil gerektirir. Bir analizde Adler’in dilini kullanırken bir başkasında Freud’un dilini kullanabilirim.
Önemli olan hastaya bir insan olarak yaklaşmaktır. Analiz iki kişi gerektiren bir diyalogdur. Analist ile hasta yüz yüze ve göz göze otururlar. Yalnız hastanın değil doktorun da söyleyecekleri vardır.
Psikoterapinin özü yöntem olmadığına göre, psikiyatri eğitimi görmüş olmak yeterli olmaz. Psikoterapi malzemesini öğrenebilmek için çok uzun yıllar çalıştım. 1909 yılından da önce, simgelerini tanımazsam gizli psikozu tedavi edemeyeceğimi anlamıştım. Mitoloji öğrenmeye başlamamın nedeni budur.
Kültürlü ve zeki hastalarla karşılaştığınızda meslek bilgisi yetersiz kalır. Tüm kuramsal varsayımları bir kenara atarak hastayı neyin motive ettiğini anlamak zorundasınızdır. Bunu yapamazsanız gereksiz bir dirençle karşılaşırsınız. Önemli olan bir kuramın yerine oturması değil hastanın kendini bir birey kabul etmesidir. Bu da, doktorun bilmesi gereken ortak görüşlere göndermeler yapmak demektir. Bunun gerçekleşmesinde tıp eğitimi yetersiz kalır çünkü bir insanın ruhu bir muayenehanenin kısıtlı sınırlarının dışına taşan çok geniş bir ufka sahiptir.
Ruh bedenden çok daha karmaşık ve ulaşılmazdır. Şöyle diyebilirim: Birey, bilincine varabilirse dünyanın yarısının ruhtan oluştuğunu anlar. Bu nedenle, ruh bireysel bir sorun değil bir dünya sorunsalıdır ve bir psikiyatrist tüm dünyayla uğraşmak zorundadır.
Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında. Her şey ruhumuzun doğru dürüst işlevini yerine getirip getirmemesine bağlı. Bu günlerde birileri kendilerini tutamazsa bir hidrojen bombasının patlaması işten bile değil.
Bir psikoterapistin hastasını anladığı kadar kendini anlaması da önemlidir. Bu nedenle eğitici analiz denen analizde, analizi yapan kişi analizden geçer. Hastanın tedavisi doktorun ele alınmasıyla başlar diyebiliriz. Ancak doktor kendiyle ve sorunlarıyla başa çıkmayı biliyorsa hastaya bunu nasıl yapabileceğini öğretebilir. Ancak o zaman! Eğitici analizde doktor kendi ruhunu tanımalı ve onu ciddiye almayı öğrenmelidir. Bunu yapmıyorsa hasta da yapamaz ve yalnızca hasta değil doktor da ruhunun bir parçasını yitirir. Bu nedenle analistin bir dizi kavram öğrenmesi yeterli değildir. Analiz olan kişi eğitici analizin kendisini ilgilendirdiğini, yaşamın bir gerçeğiyle yüz yüze olduğunu ve bunun ezberle öğrenilebilecek bir yöntem olmadığını anlamalıdır. Bir öğrenci eğitici analiz sürecinde bunu kavrayamazsa ilerdeki başarısızlıkları ona çok pahalıya mal olur.
“Küçük psikoterapi” denen bir tedavi yöntemi vardır; ama ayrıntılı bir analizde hem hastanın hem de doktorun tüm kişilikleri rol alır. Doktorun kendini tümüyle vermeden tedavi edemeyeceği hastaları olur. Ciddi durumlar söz konusu olduğunda, doktorun trajediye katıldığı mı, yoksa yetkisine mi sığındığı çok önemlidir. Yaşamın çok kritik anlarında, yaşam ya da ölüm söz konusu olduğunda, küçük öneri numaralarıyla işi idare edemeyiz. Böyle durumlarda doktorun tüm benliğini zorlaması gerekir.
Terapist sürekli kendini denetlemek ve hastaya gösterdiği tepkileri ölçmek zorundadır çünkü yalnızca bilincimizle tepki göstermeyiz. Kendimize sürekli, “Bu durumu bilinçdışım nasıl yaşıyor?” diye sormalıyız. Düşlerimizi göz önünde tutmalı ve hastayı gözlemlediğimiz oranda kendimizi de gözlemlemeliyiz. Bunu yapmazsak tüm tedavi rayından çıkabilir. Buna bir örnek vermek istiyorum:
Çok zeki bir kadın hastam vardı ama birçok nedenle ona bir türlü güvenemiyordum. Başlangıçta analiz iyi gidiyordu ama sonra düşlerini doğru yorumlayamadığımı hissetmeye başladım. Konuşmalarımız giderek yüzeyselleşiyordu. Büyük bir olasılıkla o da bunun farkındaydı. Onunla konuşmaya karar verdim. Onunla konuşacağım günden bir gece önce bir düş gördüm:
Bir akşamüstü bir vadiden aşağıya inen bir yolda yürüyordum. Sağımda dik bir kaya yükseliyordu. Tepesinde yüksek bir kale vardı. Korkuluk gibi bir şeyin üzerinde bir kadın oturuyordu. Onu görebilmem için başımı iyice yukarıya kaldırmam gerekiyordu. Enseme bir ağrı saplandı ve uyandım. Düşte bile kadının hastam olduğunun farkına varmıştım.
Düşün yorumu belliydi. Düşte onu görebilmek için yukarıya bakmam gerekmişti ama gerçekte ona aşağılayarak bakıyordum. Düşler bilinçli durumun yerini alabilirler. Hastama düşümü ve yorumumu anlattım. Bu, durumu hemen değiştirdi ve tedavi yoluna girdi.
Bir doktor olarak kendime sürekli hastanın bana ne tür bir mesaj verdiğini sormam gerekir. Hastanın benim için anlamı nedir? Bir anlamı yoksa hücum edebileceğim bir dayanak da yok demektir. Bir doktor ancak kendi etkilenirse etkileyebilir. Yalnız yaralı bir doktor iyileştirebilir. Kişiliğini bir zırhın içine gizlerse etkili olamaz. Hastalarımı çok ciddiye alırım. Belki ben de onlar kadar bir soruna gömülmüşümdür. Doktorun yarasına parmak basan çok hasta olmuştur. Bu nedenle, doktorun da zor duruma düştüğü anlar olabilir ya da zor durumda olan özellikle odur.
Her terapistin başka bir bakış açısına açık olabilmesi için üçüncü bir kişiye gereksinimi vardır. Papanın bile itiraflarını dinleyen biri var. Analistlere her zaman, “Kendinize itiraflarınızı dinleyecek bir baba ya da bir anne bulun!” öğüdünü veririm. Özellikle kadınlar, bu rol için biçilmiş kaftandır. Kusursuz sezgileri ve keskin eleştirel iç görüşleri vardır. Erkeklerin içlerini okurlar ve anima’larının karmaşıklığını görürler. Bu nedenle, hiçbir kadın kocasını süpermen sanmaz!
Bir birey, nevrozu olduğunda analizden geçmelidir ama kendini normal görüyorsa böyle bir zorunluluk yoktur. “Normallik” denen öğeyle çok ilginç deneyimlerim oldu. Bir kez tümüyle “normal” bir öğrenciyle karşılaştım. Yaşlı bir meslektaşımın önerisi üzerine bana gelmişti. Arkadaşımın asistanıymış, sonra da muayenehanesini devralmış. O sıralarda da normal bir meslek yaşamı, normal başarısı, normal bir karısı ve çocukları, normal bir geliri ve büyük bir olasılıkla normal bir beslenmesi varmış. Analist olmak istiyordu. Ona, “Bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? İlk önce kendinizi tanımanız gerekli çünkü siz bir araçsınız. Doğru dürüst işleyemezseniz hastaya doğru yolu nasıl gösterebilirsiniz? Bunu yapamazsanız Tanrı yardımcınız olsun. Hastaları yanlış yola itersiniz. Bu nedenle ilk önce analiz olmayı kabul etmeniz gerekir,” dedim. “Olur ama benim hiçbir sorunum yok,” diye yanıt verdi. Sözleri beni uyarmalıydı ama, “İyi, o halde bana düşlerinizi anlatın,” dedim. “Ben düş görmem,” dedi. Başkası olsa hemen o gece bir düş görürdü. Hiç düş anımsamıyordu. Bu iş iki hafta kadar böyle gitti. Kaygılanmaya başlamıştım.
Sonunda etkileyici bir düş gördü. Pratik psikolojide düşlerin ne denli önemli olduğunu belirtmek için size bu düşü anlatacağım. Trenle seyahat ederken tren iki saatliğine bir istasyonda durmuş. Kenti bilmediği için görmek istemiş. Kentte, Ortaçağ’dan kalma bir bina görmüş. İçeriye girmiş ve güzel döşenmiş odalarda dolaşmaya başlamış. Duvarlarda eski tablolar ve işlemeler asılıymış. Her yerde değerli nesneler varmış. O sırada güneşin batmış olduğunu ve havanın kararmaya başladığını fark etmiş. İstasyona dönmesi gerektiğini düşünmüş ama bir türlü çıkışı bulamıyormuş. Kimseleri göremediği için panik içinde birini bulurum diye koşmaya başlamış ama kimseyi bulamamış. Büyük bir kapıyla karşılaşınca çıkışı buldum, diye sevinmiş, ama kapıyı açınca kendini çok büyük bir odada bulmuş. Oda öylesine karanlıkmış ki hiçbir şeyi seçemiyormuş. Çıkış karşı duvardadır diye telaşla koşmaya başlamış ve o anda da odanın tam ortasında yerde beyaz bir şeye gözü takılmış. Yaklaştığında bunun iki yaşlarında geri zekâlı bir çocuk olduğunu görmüş. Çocuk bir oturakta oturuyormuş ve elini yüzünü dışkıyla sıvıyormuş. O anda bağırarak uyanmış.
Bilmem gerekeni öğrenmiştim. Gizli bir psikozu vardı. Onu düşün etkisinden kurtarabilmek için epeyce ter döktüm. Bunun doğal olduğunu, bir tehlikesinin olmadığını söylemek zorundaydım. Oysa düşün anlattığı şuydu: Gittiği yer Zürich’ti. Orada kısa bir süre kalmıştı. Odanın ortasındaki çocuk kendisiydi. Küçük çocuklarda o tür davranış sıra dışıdır ama olmayacak bir şey değildir. Garip bir kokusu ve rengi olan dışkılarına ilgi duyabilirler. Kentte ve özellikle disiplinli yetiştirilmiş bir çocuk bundan utanabilir.
Oysa düşte doktor bir çocuk değil ergin bir kişiydi ve bu nedenle merkezdeki düşsel imge tehlikeliydi. Bana düşü anlattığında normalliğinin telafi edici olduğunu anladım. Ortaya çıkmak üzere olan gizli psikozunu ucundan yakalamıştım. Buna engel olmak gerekiyordu. Başka bir düşünün yardımıyla analize son vermek için geçerli bir neden bulabildim. İkimiz de bu işin bittiğine memnun olduk. Bulgumu ona söylememiştim ama sanırım o da çok ciddi bir paniğin eşiğinde olduğunu anlamıştı. Düşünde tehlikeli bir delinin onu kovaladığını görmüş. Evine döndü ve bir daha da bilinçdışını kurcalamadı. Edilgen normalliği bilinçdışıyla karşılaştığında bölünebilecek bir kişiliği sergiliyordu. Gizli psikozlar, psikoterapistin korkulu rüyasıdır çünkü çok zor saptanabilirler.
Bu, meslekten olmayanların analiz yapıp yapamayacağı sorusunu getiriyor. Doktor olmayanların psikoterapi öğrenip analiz yapmalarına karşı değilim ama gizli psikozlarda çok tehlikeli hatalar yapabilirler. Bu nedenle bir doktorun denetimine gereksinimleri vardır. En ufak bir kuşkuya düştüklerinde ona danışmalıdırlar. Bırakın meslekten olmayan analistleri, gizli şizofreniyi bulup tedavi etmek doktorlar için bile zor bir iştir. Bu konuda çok yetenekli olan ve yıllardır bu işi yapan, meslekten olmayan birçok analistle karşılaştım. Üstelik, psikoterapi yapan yeterince doktor da yok çünkü bu iş için çok uzun ve çok ağır bir eğitim ve çok derin bir kültür gerekiyor.
Doktorla hasta arasındaki iletişim, özellikle hasta duygularını doktora aktarmışsa ya da doktorla bilinçdışı bir özdeşleşmesi varsa, parapsikolojik olaylara yol açabilir. Bu durumla sık karşılaştım. Psikojenik bir bunalımdan çıkardığım bir hastayla ilgili etkileyici bir vaka vardı. Evine döndü ve evlendi. Karısını ilk gördüğümde rahatsız olmuş ve kadından hoşlanmamıştım. Kocası bana minnet duyuyordu ama üzerinde etkili olduğum için karısının sıkıldığının bilincindeydim. Çoğu zaman kocalarını sevmeyen kadınlar kıskanç olurlar ve kocalarının dostluklarını engellemeye çalışırlar. Kocalarının tümüyle onların olmasını isterler çünkü onlar tümüyle kocalarına ait değillerdir. Kıskançlığın özünde sevgisizlik yatar.
Karısının baskısı, hastanın üzerinde kaldıramayacağı kadar ağır bir yüktü ve sonuçta bir yıl sonra yeniden ağır bir bunalıma girdi. Bu olasılığı bildiğim için moralinin bozulduğunu hissettiği anda bana hemen haber vermesini söylemiştim. Bunu yapmadı. Karısı ruh halinin değişimlerini kınıyordu. Bir daha onu görmedim.
Bir kentte konuşma yapmam gerekiyordu. Konuşmadan sonra arkadaşlarla oturup sohbet etmiştik. Gece yarısı otele dönüp yattım. Saat iki sularında uyandım. Odada biri var gibi gelmişti. Kapının hızla açıldığını sanmıştım. Işığı yaktım. Hiçbir şey yoktu. Biri kapıları şaşırmıştır diye çıkıp koridora baktım. Ortalarda kimseler yoktu. “Garip. Birinin odaya girdiğine kuşkum yok,” diye düşündüm. Ne olduğunu anımsamaya çalıştım. Sonra sanki biri alnıma ve enseme ağır bir şeyle vurmuşçasına bir ağrı hissederek uyandığımı anımsadım. Ertesi gün bir telgraf geldi. Hastanın intihar ettiği bildiriliyordu. Kendini vurmuş. Daha sonra merminin kafatasının arkasına saplandığını öğrendim.
Bu gerçek bir senkronize olaydır. Arketipsel durumlardır bunlar. Bu vakada durum ölümdü. Başka bir yerde olan bir olayı bilinçdışındaki göreceli zaman ve yer yoluyla algılamış olabilirim. Ortak bilinçdışını hepimiz paylaşırız. Bu eskilerin dediği gibi “her şeyle duygudaşlık” kavramının kökenidir. Olayda bilinçdışı hastanın durumunu biliyordu. O gece her zamankinden farklıydım. Çok gergindim.
Hiçbir zaman hastayı başka birine dönüştürmeye çalışmam. Benim için önemli olan hastanın kendi görüşünü kazanmasıdır. Tedavim altındaki biri bir pagansa pagan, bir Hıristiyan’sa Hıristiyan ve bir Yahudi’yse Yahudi, yani kaderi neyse o kalır.
İnancını yitirmiş Yahudi bir kadın hastamı çok iyi anımsıyorum. Olay, gördüğüm bir düşle başladı. Düşümde tanımadığım genç bir kadın muayenehaneme geldi. Bana durumunu anlatırken, “Dediğinden hiçbir şey anlamıyorum. Ne demek istiyor?” diye düşünüp dururken ansızın çok güçlü bir baba kompleksi olduğuna karar verdim. İşte düş böyleydi.
Ertesi gün saat dört için bir randevu alınmıştı. Genç bir kadın geldi. Zengin bir Yahudi bankacının kızıydı. Çok zeki bir kadındı. Çok şık giyinmişti. Daha önceden de analize gitmiş ama doktoru ona duygularını aktarınca evliliği tehlikeye girmesin diye bir daha gelmemesini rica etmiş.
Kızın yıllardır şiddetli bir anksiyete nevrozu vardı. Özgeçmişiyle başladım ama dikkat çekici bir şey bulamadım. Batılılaşmış bir Yahudi’ydi ve uyum bozukluğu yoktu. İlk önce sorununun ne olduğunu anlayamadım. Birdenbire aklıma gördüğüm düş geldi. “Demek ki gördüğüm küçük kız bu!” diye düşündüm ama genç kadında baba kompleksinin izine rastlamamıştım. Böyle durumlarda yaptığım gibi kadına büyükbabasını sordum. Bir an gözlerini yumdu. O da bana yetti. Sorun burada yatıyordu. Ona, büyükbabasını anlatmasını söyledim. Hahammış ve bir Yahudi mezhebindenmiş. “Hasidîlerden miydi? Haham olduğuna göre bir tzaddik miydi?” diye sordum. “Evet, öyleymiş. Bir aziz olduğu, sezgisinin de olağanüstü olduğu söylenir. Saçma! Böyle bir şey olamaz,” diye yanıtladı.
Kızın özgeçmişini irdelemeyi bıraktım. Nevrozunun nedenini anlamıştım. “Şimdi size kabul etmeyeceğiniz bir şey söyleyeceğim. Büyükbabanız bir tzaddik’miş. Babanız Yahudi dinine karşı çıkıp gizine ihanet etmiş ve Tanrı’ya sırt çevirmiş. Nevrozunuzun kaynağı Tanrı korkusu,” dedim. Yıldırım çarpmışa döndü.
Ertesi akşam bir düş gördüm. Evimde bir davet veriliyordu ve hastam da oradaydı! Yanıma geldi ve bana, “Şemsiyeniz yok mu? Çok yağmur yağıyor,” dedi. Bir şemsiye buldum. Tam ona verirken ne yaptım biliyor musunuz? Bir tanrıçaymışçasına dizlerimin üzerine çöktüm ve şemsiyeyi öyle verdim.
Bu düşü ona anlattım. Bir hafta içinde nevrozu geçti. Düş bana yüzeysel görünüşünün altında bir azizede olabilecek niteliklere sahip olduğunu anlatmıştı. Mitolojik düşünceleri yoktu. Bu nedenle, yapısının en önemli niteliği, kendini ifade etme olasılığını bulamıyordu. Tüm bilinçli faaliyetleri flört etmeye, giyime ve cinselliğe yönelmişti çünkü başka bir şey bilmiyordu. Yalnızca zihni tanıyor ve anlamsız bir yaşam sürüyordu. Aslında, ruhsallığa dönük yapıları olan Tanrı’nın çocuklarından biriydi. Böylece yaşamı anlam kazandı ve nevrozu geçti.
Bu vakada hiçbir yöntem kullanmadım. Yalnızca “numen”in varlığını sezmiştim. Ona yaptığım açıklamalar iyileştirici olmuştu. Burada önemli olan yöntem değil korkuydu.
Yaşamın sorunsallarına yanlış yanıtlar bulmuş ve onlarla yetinmiş ve bu nedenle nevrotik olmuş çok insan tanıdım. Mevki, para, evlilik ya da ün peşinde koşarlar; bulunca da mutsuzlukları sürer. Çoğu insan çok kısıtlı ruhsal sınırlar içinde kalır. Yaşamlarında ne yeterince içerik ne de yeterince anlam vardır. Kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olunursa nevrozları çoğu zaman yok olur. Bu nedenle, kişilik gelişmesi benim için çok önemlidir.
Hastalarımın çoğunu inananlar değil, inançlarını yitirmiş olanlar oluşturdu. Bana gelen kişiler yitik kişilerdi. Çağımızda bile, inancı olan bir birey kiliseye gidip simgesel de olsa en azından yaşamını sürdürebilir. Dinin birçok açısını, vaftiz edilmeyi, ayinleri vb. düşünmemiz yeterli. Oysa simgelerin deneyiminden geçmek insanın aktif olarak onlara katılması demektir. İşte günümüzde bu eksik. Hele nevrotik insanda bu hiç yoktur. Böyle durumlarda, bilinçdışının kendiliğinden, olmayanın yerini almaları için simgeleri çıkartıp çıkarmadığını gözlemlememiz gerekir ama bu, o kişinin bu simgesel düşleri ve imgeleri anlayıp anlayamayacağı ve sonuçlarına katlanıp katlanmayacağı sorununu ortadan kaldırmaz.
Örneğin, Die Archetypen und das kollektive Unbewrapte24 adlı yapıtımda değindiğim bir din adamı vardı. Sürekli belirli bir düşü görüyordu. Bir koruya bakan yüksekçe bir vadide duruyormuş. Manzara çok güzelmiş. Düşünde, korunun ortasında bir gölcük olduğunu ve o güne dek bir şeyin onun oraya gitmesini engellediğini biliyormuş. Her sefer planını uygulayıp oraya gitmeye karar veriyormuş. Göle yaklaştığında garip bir hava oluşmaya başlıyor, ansızın çıkan bir rüzgâr suyun üzerinden esip geçiyor ve suyun üzerinde karanlık dalgalar oluşturuyormuş. Din adamı da bağırarak uyanıyormuş.
İlk önce düş, anlaşılacak gibi gelmedi ama din adamı olduğuna göre, içinde hastaların yıkandığı Bethesda Gölü’nü ve onun üzerinde ansızın esen rüzgârı anımsaması gerekirdi. Bir melek gelir ve dokunuşuyla suları şifalı yapar. Hafif rüzgâr, canının istediği yere giden soluktur. Din adamını ürküten buydu. Karşısında insanın ürktüğü, kendi yaşamını sürdüren bir numenin varlığı onu korkutuyordu. Düşü gören Bethesda Gölü çağrışımını kabul etmedi. Dinlemek bile istemedi çünkü bunlardan ancak İncil’de ve pazar günü yapılan ayinlerde söz edilir, psikolojiyle bir bağlantı kurulmaz. Gerektiğinde Teslis’ten (Kutsal Üçlü) söz edilebilir ama insan bunu asla yaşamamalı!
Sanırım din adamı korkusunu yendi ve paniğinden kurtuldu. Hasta önerilerimi izlemek istemiyorsa onu hiçbir zaman zorlamam. Hastanın basit dirençler nedeniyle tutuklaştığı varsayımını da kabul etmem. Hasta direnmede inat ediyorsa bu dikkat edilmesi gereken bir uyarıdır. İyileştirici yol herkesin yutamayacağı bir zehir olabilir. Ölüme bile yol açar.
En derine indiğinizde, yani kişiliğin özüne vardığınızda çoğu insan din adamının yaptığı gibi korkup kaçar. Din adamlarının daha zor bir durumda olduklarının bilincindeyim. Bir yandan dine daha yakınlarken öte yandan Kilise’ye ve dogmalara bağlı kalmak zorundalar. İçsel deneyimler ve ruhsal maceralara çoğu kişi yabancıdır. Bu tür deneyimlerin gerçekliği olduğu düşüncesi onlara lanetlenmek gibi gelir. Bir şey doğaüstü olursa ya da en azından tarihsel bir kaynağı varsa sorun yok. İş ruha gelince, onunla yüz yüze kalan hasta onu aşağılamak için elinden geleni yapar.
Çağdaş psikoterapide, doktorun ya da psikoterapistin hastayla ve onun duygusal dalgalanmalarıyla uyum içinde olması isteniyor. Ben bunun her zaman doğru bir yol olduğunu düşünmüyorum. Sırasında doktorun aktif müdahalesi gerekebilir.
Bir zamanlar bir kadın hastam olmuştu. Yanında çalışanları, doktorları bile tokatlıyordu. Kompulsif nevrozu vardı ve bir hastanede tedavi görmüştü. Kuşkusuz başhekim de tokattan nasibini almıştı. Hastanın gözünde biraz daha üst düzeyde olsa da, o da sonuçta bir hizmetliydi. Faturayı ödeyen kendisi değil miydi? Bunun üzerine doktor onu başka bir hastaneye yollamış, orada da olay yinelenmiş. Deli olmamasına karşın ancak çok yumuşak davranıldığında başa çıkılabildiği için ne yapacağını bilemeyen doktor hastayı bana yolladı.
İriyarı bir kadındı. Tokatları da güçlü olmalıydı. Konuşma çok iyi geçti ama ona hoşuna gitmeyen bir şey söylemek zorunda kaldım. Çok sinirlendi ve ayağa fırladı. Ben de, “İlk önce siz vurun. Siz kadınsınız. Sonra sıra bana gelecek!” dedim. “Bana şimdiye dek kimse böyle bir şey söylemedi!” diye karşı çıktı ve sandalyeye çöktü. Bir balon gibi sönmüştü. O andan sonra tedavi yoluna girdi.
Bu hastanın gereksinimi erkekçe bir tepkiydi. Bu vakada hastanın suyuna gitmek yanlış olurdu. Kendisini ahlaksal açıdan denetleyemediği için kompulsif nevrozu oluşmuştu. Kendilerine ahlaksal kısıtlamalar getiremeyen hastalarda kompalsif belirtiler ortaya çıkar.
Yıllar önce hastalarımla ilgili istatistik tutmuştum. Şu anda size tam sayıları söyleyemem ama aşağı yukarı hastalarımın üçte biri tamamen, üçte biri de oldukça iyileşti; geri kalan üçte biri tedaviden etkilenmedi diyebilirim. Özellikle gelişme göstermeyen vakalarla ilgili bir varsayımda bulunmak zor çünkü bazen tedavinin etkisi yıllar sonra ortaya çıkıyor. “Sizinle olduğum zamandan ancak on yıl sonra neler olup bittiğini anlayabildim,” diye yazan çok hastam olmuştur.
Birkaç olayda da boyumu aştığı için hastaları yollamak zorunda kaldım. Onların içinde bile sonradan olumlu raporlar yollayanlar oldu. Dolayısıyla tedavinin sonuçlarının ne olduğunu kesin söylemek zordur.
Bir doktorun meslek yaşamında onu çok etkileyen hastalarla karşılaşması doğaldır. Toplumun olumlu ya da olumsuz ilgisini üzerine çekmeyen kişiliklerle karşılaşır. Böyle olmasına karşın ya da bu yüzden, olağanüstü nitelikleri olan ve kaderlerinde daha önce görülmemiş gelişmeler ve felaketler olan insanlardır bunlar. Bazen başkalarının onlar uğruna yaşamını feda edebileceği olağanüstü yetenekli insanlar vardır ama bu yetenekler öylesine yanlış bir ruhsal durumda ortaya çıkar ki, bir dehayla mı, yoksa gelişmelerinin küçük bir parçasıyla mı karşı karşıya olduğunuzu bilemezsiniz. Bazen de toplumun yüzeysel toprağında hiç ummadığınız nadide çiçekler gibi ruhlar açar. Psikoterapinin başarılı olabilmesi için derin bir anlayış gereklidir. Bir doktor insanların çektiği acılara gözlerini kapayamaz. Anlayış sürekli karşılaştırma ve karşılıklı algıya bağlıdır. Dolayısıyla iki karşıt ruhsal gerçeğin diyalektik karşılaşması demektir. Herhangi bir nedenle, doktorla hasta arasında etkileşim olmazsa psikoterapide gelişme olamayacağı için başarı sağlanamaz.
Günümüzde nevrotik denen insanların çoğu başka bir çağda yaşasalardı nevrotik, yani kendilerine karşı bölünmüş olmazlardı. İnsanların, atalarının mitlerinden kopmadığı, doğanın yalnızca bakılacak bir şey olmadığı ve gerçekten yaşandığı bir dönemde yaşasalardı bölünmeleri engellenmiş olurdu. Mitlerin yok olmasını hazmedemeyen ve ne yalnızca dış dünyayla, yani bilimin gördüğüyle ne de bilgelikle hiçbir ilgisi olmayan entelektüel laf salatalarıyla yetinemeyen insanlardan söz ediyorum.
Günümüzdeki ruhsal bölünmenin kurbanları zorunlu nevrotikler değildirler. Egolarıyla bilinçdışı arasındaki uçurum kapandığı anda bölünmüşlükleri geçer. Bu bölünmeyi benliğinin derinlerine dek hissedebilmiş bir doktor bilinçdışı ruhsal süreçleri daha iyi anlar ve bir psikolog için tehlike oluşturan enflasyondan kaçınmış olur. Buna karşın, arketiplerin numen niteliğinin deneyiminden geçmemiş bir doktor onlarla karşılaştığında olumsuz etkilerinden kurtulamaz. Deneysel bir kriteri olmadığı için onlara yalnızca entelektüel açıdan yaklaşır, bu da onları ya aşırı önemsemesine ya da hiç önemsememesine yol açar. Her şeye zihniyle egemen olmaya çalışması tehlikesi baş gösterir. Bunda gizli bir amaç vardır çünkü bu tutum hem hastanın hem de doktorun arketiplerin etkisinden uzak, güvenli bir yerde olmalarını sağlar. Böylece gerçek deneyimin ve gerçek ruhsal yaşamın üzeri örtülür ve bilinen kavramların kullanıldığı güvenli ama yapay, iki boyutlu kavramsal dünyaya sığınılmış olur. Deneyim soyutlanır ve gerçeğin yerini alan sözcükler kullanılmaya başlanır. Hiç kimse kavramlara uymak zorunda değildir. Kavramların iyi tarafı insanları deneyimlerden uzak tutmalarıdır. Ruh kavramlarda yaşamaz, yapılanlarda ve gerçeklerde yaşar. Sözcükler olmayan bir şeyi yaratamazlar ama bu sonsuza dek böyle gidecek.
Bu nedenle, hastalarım arasında, yalanı alışkanlık haline getirmişlerin dışında en zor ve en az minnet duyanlar entelektüeller olmuştur. Bir dedikleri bir dediklerine uymaz. Bir “kompartıman psikolojisi” oluştururlar. Duygularını denetleme gereği olmadığında her şeye verebilecekleri hazır bir yanıtları vardır. Oysa duyguları gelişmemişse onlar da nevrotik olurlar.
Hastalarım önümden sonsuz bir imge ırmağı akıttılar. Onlardan yalnızca bilgi değil kendimle de ilgili çok şey öğrendim. Bir o kadar da yanlışlarımdan ve başarısızlıklarımdan. Tedavilerine dört elle sarılan ve sorumluluklarını bilen anlayışlı ve zeki hastalarım oldu. Yeni tedavi yolları bulmamı sağlayan onlardır.
Bazı hastalarım da tam anlamıyla müritlerim oldular ve düşüncelerimi dünyaya yaydılar. Onların bazılarıyla yıllardır süregelen arkadaşlıklar kurdum.
Hastalarım beni insan yaşamının gerçeklerine öylesine yaklaştırdılar ki, onlardan çok şey öğrenmeden edemedim. Çok farklı yapıları ve değişik psikolojik düzeyleri olan bu kadar çok insanı tanımak benim için her zaman ünlülerle yapılan bölük pörçük konuşmalardan çok daha önemli olmuştur. En derin ve en önemli konuşmalarım hep adı sanı bilinmeyen insanlarla oldu.
- Psikogalvanik refleks, derinin elektrik direncinin bir süre için azalmasıdır. Zihinsel heyecan nedeniyle ter bezlerinin faaliyete geçmesiyle oluşur.
- Heine’nin ünlü şiiri “Die Lorelei”ın ilk dizesi.
- (Alm.) Ortak Bilinçdışının Arketipleri. (Ç.N.)
CARL GUSTAV JUNG
ANILAR, DÜŞLER,
DÜŞÜNCELER
OTOBİYOGRAFİ
Almanca aslından çeviren: İris Kantemir
CAN YAYINLARI



