Her kitabı okumak zorunda değilsiniz – Zülfü Livaneli
Unutmayalım ki kitap okumak her şeyden önce bir zevk alma meselesi. İnsanlar kitapları ilaç niyetine değil, zevk almak için okuyorlar. Bir romanın derin ve nitelikli olması, onun okuma zevki vermesine engel değil ki. Yüzyıllar boyunca büyük sanatçıları anlamış, bir anlamda onları yaratmış olan insanların edebiyat zevki mi ortadan kayboldu?
Popüler edebiyat denilen sabun köpüğü kitapları savunmuyorum ben. Zevk veren, karakter yaratan romanlar yazmayı beceremedikleri için okurları popüler türlere iten yazarları suçluyorum.
Ve genç yazarları, bu çıkmaz yola sapmamaları için uyarmak istiyorum. Bütün çabam bu.
Size, görüşlerimi doğrulayan bir örnek sunacağım: Yazılarımda sık sık adını andığım Jorge Luis Borges’ten. Niye Borges? Çünkü yeni yazarların aşırı bir saygıyla bağlandığı, hatta taklit ettiği bir yazar da ondan.
Bakın, ne diyor:
“Bibliyografya önemsizdir. Düşünün ki Shakespeare, kendi eleştirmenleri (Shakespeareci eleştiri) hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Niye metni doğrudan doğruya ele almayalım? Eğer bir kitabı okumaktan hoşlanıyorsanız, harika. Hoşlanmadıysanız okumayın. Edebiyat, size dikkatinizi çekecek başka yazarlar sunacak kadar zengindir.”
Ne kadar açık değil mi?
Hele bir cümlesi daha var ki ders niteliğinde:
“Bir kitabı okumaya zorlanmak saçmalıktır.”
Ama durun; daha kurnazlıklar silsilesi bitmedi.
Bütün bunları yaparken, bir de okurda “Galiba bende bir yanlışlık var. Kitap bir türlü ilerlemiyor, anlayamıyorum. Galiba aptalın biriyim ben” duygusu uyandırmak gerekir ki, işlem tamamlansın.
Sevgili okurlar, eğer içinizde böyle düşünenler varsa lütfen şu soruya cevap verin: “Bayıla bayıla Orhan Kemal, Dostoyevski, Stendhal okuyabiliyorsunuz da niye bu kitaplardan sıkılıyorsunuz?”
Cevap basit.
Çünkü bunlar sıkıcı. Yazar işini beceremiyor, kendini okutamıyor. Bu yüzden ortalık, edebiyat niteliği taşımayan, sadece vakit geçirtme amacına yönelik, aşk veya cinayet gibi konuları sömüren popüler kitaplara kalıyor. Bir o kadar da, hiçbir okunurluğu olmayan, zaten öyle bir iddiası da bulunmayan, “yüksek sanat” ürünü olduğunu ima etmekten başka şeyi dert etmeyen kitaplar dolduruyor rafları. İyi yazılmış edebiyat örnekleri de bu can ve mal pazarında kaybolup gidiyor.
Bazı eleştirmenlerimiz kolay okunan bir metnin kolay yazıldığı gibi bir zehaba kapılmışlar. Oysa kolayca okunan ve okuru sürükleyen derin metinlerin yazılması büyük bir emek ve dil yeteneği gerektirir. Eleştirmenlerimizin “sehl-i mümteni” kavramını bildiğine eminim, ama nedense bunu modern edebiyata uygulamakta güçlük çekiyorlar. Bilindiği gibi sehl-i mümteni kolay gibi görünen ama aslında çok zor olan bir söz sanatıdır. Eğer Yunus Emre’nin yedi yüz yılın ötesinden gelen bilge sözleri bilinmeseydi, eleştirmenlerimizin genç bir romancımızın yeni kitabına “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar” satırlarıyla başlamasını derin edebiyat kategorisine sokacağından kuşkulanıyorum. Çünkü popüler ve düzeysiz romanların karşıtının zor okunan metinler olması gerektiği gibi yanlış bir kanıya sahipler.
Bu konuyu Yaşar Kemal’le kırk yıldır süren zevkli edebiyat sohbetlerimizde çok konuşmuşuzdur. Yaşar Kemal için bir romandaki psikolojik değer çok önemlidir ama nedense bazı eleştirmenler onun doğa tasvirlerine, dilinin zenginliğine ve sınıfsal bakış açısına kapılıp romanlarında yarattığı psikolojik derinlikleri atlarlar. Çünkü onlara göre psikoloji uzun ve karmaşık anlatımlara bağlıdır. Oysa Yaşar Kemal psikolojiyi olayla verir. Mesela onun romanlarında cinsellik ve şiddet birbirinin doğurganıdır. Birçok romanında rastlanan bu tema, Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde de görülür. Çarşıda bir cinayete tanık olan kambur tellal, derhal eve koşar ve karısına “Soyun, çabuk soyun!” diye haykırır. Kadın memesi ve cinayet ilişkisi de çok belirgindir. Kale Kapısı’nda kesik kedi kafalarıyla dolu mağaradan çok korktuğu halde korkunun üstüne giderek mağaraya giren çocuk, bir psikolojik çözümleme şaheseridir.
Derin bir romanı sürükleyici bir dille anlatmak çok ama çok zor bir iştir. Bunu ancak kendisine güvenen ve metnini entelektüel bir maske arkasına gizlemeye yeltenmeyen yazarlar başarabilir. Aynen konusunu çok iyi bilen bir doktorun en zor konuyu bile anlaşılır kelimelerle açıklayabilmesi ama acemi ve yetersiz bir doktorun Latince terimler arkasına saklanmak istemesi gibidir durum.
Ustalık, dili aradan kaldırmakla olur. Diğer sanat dallarında da böyledir bu. Mesela bir film müziğinin kendisine dikkat çekmemesi ama sahneyi desteklemesi beklenir. Yunus Emre’nin dizelerinde dilin farkına bile varmaz ve doğrudan doğruya o düşünceye ya da duyguya odaklanırsınız. Ama elbette çok zor bir iştir bu ve büyük yetenek gerektirir.
Eleştirmenlerimizin popüler edebiyata, “ucuz roman”lara duyduğu tepkiyi anlıyor ve hatta paylaşıyorum. Ama bu durum bizi, lise münazaralarında olduğu gibi karşı köşeye savurmamalı, aşırılaştırmamalı. Birçok meslek grubunda görüldüğü gibi, halkın anlayamayacağı özel terminoloji yardımıyla, bir edebiyat eliti tatminine götürmemeli. İlle de zor okunan kitaplara meraklı olmak olsa olsa böye bir tepkiden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Elbette bu söylediklerim romanlar, hikâyeler için geçerli. Yoksa Adorno, Lukács okuduğunuz zaman özel bir terminolojiye vâkıf olmak şarttır.
Ey sevgili okur! Eğer bir kitap kendini okutamıyorsa, ilerlemiyorsa, o zaman derhal o kitabı kaldırıp atmak ve dünyada okunmayı bekleyen nitelikli eserlere yönelmek en iyisi.
Kapitalizmin kafa karıştırıcı ürün pazarlama tekniklerinden kurtulmanın tek yolu, kendi okuma zevkinize güvenmektir.
Edebiyat Mutluluktur
Zülfü Livaneli
Doğan Kitap


