O Eski Günler, Yel Değirmeni Gibi Dönüp Duruyor Hafızalarda

Ergün DOĞAN

Ah, eski Beyoğlu… O daracık sokaklarında rakı kokusuyla karışık tütün dumanı, gramofonlardan sızan tango melodileri, bir de kabadayıların “abi” diye selamlaşırken omuz silkmeleri… Ne günlerdi be! Şimdi her yer zincir kahveci, selfie pozlarıyla dolu; ama bir zamanlar, İstiklal’in göbeğinde, bir adam çıkar da şövalyelik ruhunu kabadayı tespihiyle yoğurur, işte o zaman hikaye başlar. Adı mı? Don Kişot Bey, tabii ki. Ama bizimki Alonso Quijano değil, Beyoğlu’nun yerlisi, namıdiğer “Don Kişot Abi”. Dulcinea’sı yok, onun yerine bir Galata kulesi hayali; Rosinante’si de eski bir Anadol, paslanmış ama ruhu hâlâ şanlı.

O günleri çok özlüyorum gerçekten, anılar burnumu sızlatıyor. Artık, kabadayı dediğin Instagram’da filtreli poz veriyor, ama eskiden? Eskiden Don Kişot Abi, Tünel’den Hazzopulo Pasajı’na doğru yürürken, elinde ucu kırık bir şemsiye yerine kınından çıkmış bir kılıç –pardon, tespih– sallardı. “Ey ahali!” diye bağırırdı meyhaneden çıkarken, “Bu Beyoğlu’nun yel değirmenleri, yani o neon ışıklı barlar, devler gibi saldırıyor masum ruhlara! Ben, şövalye Don Kişot, kabadayı namusuyla savaşacağım!”

Hayalleriyle yaşayan Don Kişot Abi’nin düşmanları gerçek devler değil, Beyoğlu’nun modern devleriydi tabi: Bir yandan turist kafileleri, öte yandan zincir mağazalar. Bir akşam, Asmalımescit’te, bir havalı giyinmiş tayfayı “dev ejderha” sanıp dalmıştı. “Durun lan, bu sokakların efendisi benim!” diye kükremiş, elinde rakı kadehiyle. Giyimleri kuşamları yerinde bu gençler şaşırmış. Biri “Abi, craft beer içiyoruz, ejderha değiliz” demiş. Don Kişot Abi durur mu? “Craft mı? O da bir yel değirmeni, ruhu çalıyor!” deyip kadehi fırlatmış. Sonuç? Meyhane sahibi, “Abi, faturayı sen öde, şövalyelik bedava değil” diye güya kabadayıca sitem etmiş. Ama içten içe gülüyormuş; çünkü Beyoğlu’nda kabadayı olmak, biraz da burada gizli: Namus için dövüşürsün, ama ertesi gün rakı parasını borç yazdırırsın.

Yanında sadık sancak taşıyıcısı, Sancho Panza yerine “Sanço Usta” vardı; eski bir tulumbacı, şimdi emekli, ama hâlâ göbeğinde kabadayı kemerini taşır. Don Kişot Abi’ye sabah akşam “Patron, kabadayılık devri bitti artık” derdi, ama nafile. Bir keresinde, Galata Köprüsü’nde –Beyoğlu’na inen yolda– bir billboard’ı “dev” sanıp Anadol ile çarpacaktı. “Rosinante’m, hücum!” diye gazlamış. Araba tökezlemiş, tampon düşmüş. Sanço Usta inip “Abi, bu dev değil, reklam panosu; üstünde ‘Yeni Nesil Kabadayı Kursu’ yazıyor” demiş. Don Kişot Abi gözlüklerini silip bakmış: Gerçekten de, bir spor salonu afişi, “Kabadayı gibi fit ol!” diye. Mizah mı? Ironi mi? Beyoğlu’nun kendisi gibi: Şövalyelik hayaliyle kabadayı raconu karışınca, ortaya çıkan şey, bir avuç gulümseme ve bir kadeh rakı.

En komiği, Dulcinea meselesi. Bizimki, Pera’nın eski bir meyhane garsonu kıza –adı Aldonza, ama o “Dulce Abla” derdi– âşıktı. “O, prensesim!” diye anlatırdı. Kızcağız, “Don Abi, ben sadece çay servisi yapıyorum, prenses değilim” derdi. Ama bir gece, Beyoğlu’nun kabadayılarından biri –gerçek bir “abi”, dövmeli, tespihli– kıza laf atmış. Don Kişot Abi atılmış: “Ey namussuz dev, bu Beyoğlu’nun incisi, dokunma!” Kılıç yerine tespih çekmiş, ama tespih ucu kırık, boncuklar saçılmış meydana. Dövüş mü? Hayır, kabadayı raconu: İkisi de efendi efendi oturup rakı içmiş, “Abi, kusura bakma, şövalyelik başka şey” diye barışmışlar. Dulce Abla? O da gülüp “Siz erkekler, hep aynı yel değirmeni” demiş.

Ah, o günler… Şimdi Beyoğlu’nda şövalye yok, kabadayı yok. Belki bir madalyonda donup kalmış solgun bir hayalin fotoğrafı… Don Kişot Abi gibi biri çıksa, belki neon ışıklarını dev sanıp savaşsa, ama hayır, şimdi herkes selfieyle “şövalye” oluyor. Şövalyelik ruhu, kabadayı tespihiyle Beyoğlu’nda eridi gitti; geriye kalan, koca bir metruk boşluk. Rakı içenler, bir yudumda anlasın: O eski günler, yel değirmeni gibi dönüp duruyor hafızalarda, ama dokununca… sadece rüzgar.