Anlamsızlık – Engin Geçtan
“Otobüs durağının önünden geçerken bir kadına gözüm ilişti. Aslında beni ilgilendiren hiçbir yanı yoktu. Ona bakıp, ‘Neden yaşıyor ki bu kadın? Dünyada oluşu ne kadar anlamsız, ne kadar saçma!’ diye düşündüm. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Kendimi yansıtıyor olabilirim, ama yalnız kendiminkini değil, herkesin hayatını anlamsız buluyorum.”
Bir genç kadının tedavi odasındaki bu isyanı bazılarımıza yabancı gelmeyebilir. İnsan, dünyadaki her şeyin olduğundan başka bir şey de olabileceğini fark ettiğinde, dünyanın kendisine anlam sunabilmesinin ya da yol gösterebilmesinin mümkün olmadığını anlamaya başlıyor. O zaman da, yaşamına anlam katma ihtiyacında olan insanın, anlamı olmayan bir dünyada nasıl anlam bulabileceği sorusuyla baş başa kalıyor. Çoğu insanın zaman zaman yaşadığı boşluk duygusundan farklı, oldukça sürekli bir yaşantı bu. Varoluş bunalımı denilen bu durumu Viktor Frankl alışılagelmiş nevroz tanımının dışında değerlendiriyor. Salvatore Maddi, bu olgunun “yaşamın anlamını arama çabasında kapsamlı bir yenilgiye uğramaktan” kaynaklandığını yazıyor. Yani insanın birlikte olduğu ya da yapmayı tasarlayabileceği şeylerin ilgiye değer olduğuna, yararına, önemine ve gerçekliğine inanmama duygusunu sürekli yaşıyor olması.
Yaşamının doğaüstü bir örüntü izlediğine ve bu tasarım içinde belirli bir rolü olduğuna inanan insan tabii ki bu konuda fazla bir rahatsızlık yaşamaz. Ama nesnel gerçekliğin sorgulandığı teknoloji çağında bu rahatlığı yaşayan insanların sayısı giderek azalmakta. Kozmik inanç sistemlerinin dünyamızın yaşamakta olduğu hızlı dönüşümlere uyum sağlayacak yenilenme süreçlerinden geçememiş olmalarının da bunda payı olsa gerek. Belki de bunun için astroloji ve reenkarnasyon gibi inançlara bağlanan ya da tarikat benzeri topluluklara katılarak boşluğa düşmekten kurtulmaya çalışan insanların sayısı giderek artıyor.
Çağdaş düşünürlerin çoğu, konuyu ucu açık bir biçimde tartışma eğiliminde, kimi ise tanımlar getirmeye çalışmış. Örneğin yirminci yüzyılda yaşanan bunalımın tanımlamasında öncülük yapmış düşünürlerden Sartre, konuya ilişkin görüşünü, “Doğmuş olmamız gibi ölecek olmamız da anlamsız!” diyerek bırakmış ve etik konusunda bir öneri getirmemiştir. Buna karşılık Camus, başlangıçtaki nihilistik tutumundan giderek uzaklaşmış ve yüreklilik, onurlu bir baş kaldırı, kardeşçe dayanışma, sevgi gibi öneriler geliştirmiştir. Bir başka düşünür Karl Jasper ise, “Bir insanın ne olduğu, kendine mal edebildiği nedeni ile belirlenir,” diyerek, insanın kendini bir nedene adamasını, yaşama anlam katabilme yolu olarak öneriyor. Filozof-tarihçi Will Durant, yaşama anlam verebilecek nedenlerin, insanı kendi kişiliğinin sınırlarının ötesine götürebilmesi ve kendisinden daha zengin bir bütünle işbirliği yapabilmesini sağlaması gerektiğini söylüyor.
Milan Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı kitabında, yaşamın bir rastlantılar dizisinden oluştuğunu, ama insanların bu rastlantıları nasıl yaşadıkları ya da yaşayamadıkları olgusunun da bunun kadar önemli olduğunu kahramanlarının yaşam öykülerinde dile getiriyor. Kitaptaki karakterler, kendilerini kendi dünyaları içinde algılayarak, olmayı ya da olmamayı sonuçlarının getireceği sorumluluğu kabul ederek yaşıyorlar. Olmak ile yapmak arasındaki farkı kendi yaşamımızda kavrayabildiğimiz oranda Kundera’nın yarattığı kişileri daha iyi anlayabileceğimizi sanıyorum. Ancak bu farkı anlamaya çalışırken, olamamak (no-thingness) ile hiçlik duygusu (notkingness) arasındaki ayrımı da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Çünkü “hiçlik duygusu” çoğu zaman nihilizmin dolaylı yoldan dile getirilişini tanımlar ve varolamamanın otantik yalnızlığı ile üretilmiş hiçlik duygusundan çok farklı bir olgudur.
İnsanın varoluşunu algılayabilmesi, Martin Buber‘in tanımlamış olduğu “ben-sen” ilişkisi içinde gerçekleştirilebilir. Aslında psikoterapi’nin temelinde de benzer bir öğe mevcut. Tabi Frankl‘ın deyimiyle, psikoterapi psikoloji mühendisliğine ve teknolojiye indirgenmediğinde. Çünkü psikoterapi sürecinde “ben”, ancak bir “sen” ile ilişki içinde anlatım bulsa da, “ben” ve “sen” bu diyaloga kendi sınırlarının ötesinde bir anlam katmadıkça beraberlik içinde varolabilmeleri de mümkün olamaz. İnsan ancak bir başka “insana ya da anlama doğru” kendini aşabilir. Sevgi de bir diğer insana onun kendi dünyası içinde ulaşabilmeyi içerir.
Geçmiş zamanın tarıma yönelik toplumlarının bireyleri, yaşamın anlamına ilişkin sorular sormazlardı. Yaşamın somut sorunlarıyla uğraşır ve geleneklerin kısıtlayıcı, ama koruyucu normlarını yazgıları olarak benimserlerdi. Üstelik endüstrileşmiş toplum insanının doğadan ve yaşam zincirinden kopmuş olma sonucu yaşadığı boşluğu tanımazlardı. Anlamsızlıkla yüzleşmek, refah ve bunun getirdiği zaman fazlası ile oldukça ilintilidir. Zaman, beraberinde getirdiği özgürlükten ötürü birçok insan için sorun yaratır. Endüstrileşmiş toplumlarda çalışmak da yaşama anlam katma konusunda yeterli olamaz. Çünkü orada, ne doğa ile ilişkiyi de içeren bir çabanın, ne de kişisel yaratıcılığa yönelik zanaatın yeri var. Artık giderek artan sayıda insan, dev bürokratik sistemlere hizmet vermekten öte bir anlamı olmayan ve bireysel yaratıcılığın kabul edilmediği ya da denetlendiği işler yapma durumunda.
Frankl, anlamsızlık olgusunu iki ayrı evrede değerlendiriyor: varoluş vakumu (existential vacuum) ve varoluş nevrozu. Varoluş vakumu can sıkıntısı, durgunluk ve boşluk duygusu olarak yaşanır. Kişi kendine ve dünyaya inançsız bir biçimde bakar, yönünü bulamaz ve yaptığı her şeyin amacını soruşturur. Özgür olduğu zamanlarda ne yapmak istediğini bilemez. Frankl‘a göre, sezgilerine yabancılaşmış ve geleneklerini yitirmiş olmak çağdaş insanın temel açmazıdır. Ne sezgileri -yapmak zorunda olduğu şeyler konusunda – ne de gelenekler – yapması gerekenler konusunda- ona yol gösteriyor. Kendisi de ne istediğini bilemiyor. O zaman ya başkalarının yaptığını yapıyor, ya da başkalarının isteklerine boyun eğmeyi seçiyor.
Terörizmin dünyada yaygın olduğu günlerde bir grup Güney Molukalı, Hollanda’da bir yolcu trenini ele geçirerek yolcuları tutsak almışlardı. Ajans bültenleri bu olaya ilişkin haberi, “Tedhitçilerin treni bilinmeyen bir yöne götürecekleri sanılıyor!” cümlesiyle bitiriyordu. Uçaklar için kullanılan bir klişenin farkında olmaksızın tren için de tekrarlandığını tahmin etmekle birlikte, haber bültenini her dinleyişimde, “Bir tren nasıl bilinmeyen bir yöne götürülür? Ray nereye giderse oraya gitmek zorunda!” diye söylendiğimi hatırlıyorum.
Bir gün tedavi saatinin sonunda, birlikte olduğum kişiye, o gün evine her zamankinden farklı bir yoldan gitmeyi denemek isteyip istemediğini sordum. Denemeye hevesli göründü. Benim ofisimden evine dönebilmesi için üç seçeneği olduğunu biliyordum. Ertesi hafta öğrendim ki gidememiş. Binanın önünde uzun bir kararsızlık geçirdikten sonra değişik bir yolu deneyecek cesareti olmadığını fark etmiş ve arabasına binip her zamanki güzergâhını izlemiş.
Bu uç bir örnek olabilir. Ama aslında pek çok insan kendisini, ray nereye giderse oraya gitmek zorunda olan bir tren gibi yaşıyor ve çoğu zaman da bunun farkına varmıyor.
Frankl‘a göre, belirgin bir vakum oluştuğunda semptomlar bu boşluğu doldurmaya ve varoluş nevrozu belirmeye başlar. Frankl buna “noogenic neurosis” de diyor, Noos Yunanca’da zihin anlamına gelen bir sözcük, ama Frankl bunu, davranışlar ya da semptomlar gibi gözlemlenebilir olguların ötesinde, varoluşun spiritüel bir boyutunu tanımlamak amacıyla kullanmış. Noojenik nevroz herhangi bir klinik nevroz görünümünde ortaya çıkabilir. Alkolizm, depresyon, obsesyonelizm, cinsel davranışlarda enflasyon ya da sorumsuz ve yıkıcı davranışlar bunlar arasında sayılabilir.
Beyoğlu’ndaki bir meyhanedeki duvar yazılarından biri gözüme çarpıyor. “Hayat boştur ama içine sıçınca dolar!”
Düşünürlerin satırlarla, sayfalarla anlatmaya çalıştığı olguları halkın nasıl olup da böylesi yalın bir biçimde özetleyebildiğine bir kez daha şaşıyorum.
Frankl‘ın noojenik nevroz dediği olguyu, önceleri bireysel terapilerden çok grup terapilerinde fark etmeye başladım. Zihnimde olgunlaşabilmesi ise yaklaşık on yıl sürdü. Bugün tedavi için başvuran kişilerle ilk beraberliklerimde semptomların anlamını kavramaya çalışıyorum ve bazen bunları tedaviye gelen kişiyle de paylaşıyorum. Ama olabildiğince kısa bir sürede, aslında vakumun art ürünleri olmaktan öte bir anlam taşımayan bu semptomların gerisine, vakumun kendisine ulaşmaya çalışıyorum. Örneğin cinsel davranışlarında ketlenen biri ile cinselliği konuşarak bir yere varılabileceğine inanmıyorum. Semptomların ötesine geçilebildiğinde, tedaviye gelen kişinin kendisini daha iyi anlaşılmış hissettiğini fark ediyorum. Üstelik özne-nesne ilişkisinin ötesinde bir bağın yaşanabilmesine de daha kolay ulaşılabiliyor. Tedaviye gelen çoğu kişinin bu hızlı geçişe az bir dirençten sonra kolayca katılması da sanırım bunun bir kanıtı.
İsteklerini ve arzularını algılayamamanın yarattığı boşluk, insanların kendilerini güçsüz hissetmelerine neden oluyor. Bunun sonucu insanlar, kendi yaşamlarına yön verebileceklerine ve çevreleri üzerinde etkili olabileceklerine inanmaz oluyorlar. Birçok insan ise karşı cinsle olan ilişkilerinde ya da evliliklerinde bu vakumun giderilmesini umuyor, hatta bekliyor. Bulamadığında da birlikte olduğu kişiyi suçluyor, ona yönelik bir öfke yaşıyor ya da bunalıma girebiliyor.
Yaklaşık on beş yıl önceydi. Tedaviye gelen Bayan N. ‘nin eşi benden randevu istedi ve bir gün buluştuk. “Biliyorsunuz, eşim bisiklete binmeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi. Bu nedenle evdeki sorunların yüzde 80’i ondan kaynaklanıyor. Herhalde siz de farkındasınız,” diyerek söze başladı. Sözünü kesercesine ona, “Eşiniz de evdeki sorunların çoğunun sizden kaynaklandığını söylüyor, işin tuhafı o da yüzde 80 oranını kullandı. 80 artı 80 eşittir 160 olduğuna göre artan 60’a ilişkin değerlendirmeniz nedir?” dedim. Şaşırdı, sonra gülmeye başladı ve görüşmemiz daha gerçekçi bir zeminde sürdü.
İlginç olan yön, her iki tarafın da çoğu zaman sorumluluğun yüzde 20’sini kabul edip yüzde 80’ini karşı tarafa yüklemek istemesi. Ama neden hep seksen rakamının seçilmiş olduğunu bilemiyorum.
Anlamsızlık ve boşluk duygularına genellikle eşlik eden bir başka duygu da yalnızlık ya da yalnız kalma korkusu. İnsanın çocukluk döneminde bir anne ve babaya ya da onların yerini alabilecek kişilere olan ihtiyacı, yalnızca güvenliği ve bakımı için değil, benliğini algılayabilmesi ve kendisini yaşama hazırlayabilmesi için de gerekli. Yetişkin insan da kendisini diğer insanlarla olan ilişkileri içinde algılayabilir. Dolayısıyla yalnız olmaktan hoşlanmamasının temelinde benlik algılanmasını yitirme korkusu bulunur.
Ünlü İngiliz tiyatro oyuncusu Dame Edith Evans, yaşlılık yıllarında Londra’da Picadilly Circus civarındaki bir apartman dairesinde tek başına yaşamıştı. O günlerde kendisiyle görüşmeye gelen bir gazetecinin, tek başına yaşamanın kendisi için zor olup olmadığı sorusuna cevabı, “Tek başına olmak ve yalnızlık birbirinden farklı şeyler (There is a difference between loneliness and aloness)” olmuş.
Dilimizde her İki durum için de “yalnız” sözcüğünün kullanılmakta olmasının bir anlamı var mıdır bilemem, ama birçok insanın bu ikisinin ayrımını yapamamış olmanın sıkıntısını yaşadığını düşünüyorum. Bu olgunun temelinde insanın kendi geçmişinden taşıyıp getirdiği boşluğun yanı sıra toplumsal ve kültürel şartlanmaların da payı var. Yalnız kalmamak için başkalarıyla beraber olma gereği, birçok insanın gerçekten seçmedikleri insanlarla birlikte olmalarına neden olurken, insan Andre Gide’in sözlerini hatırlıyor: “Kendilerini tek başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini biç bulamazlar.”
“Yaşamda birinci görevimiz mümkün olduğu kadar yapay olmaktır, ikinci görevimizi ise henüz kimse keşfedemedi” (Oscar Wilde, 1891).
Yalnız kalmamak için ilişkisizliklerin yaşandığı kalabalıklarda kendini afyonlayan insan, doğal olarak kendine yabancılaşır ve günümüzde pek yaygın olan pazar ekonomisinin tutsağı olur. Böyle bir yaşamda insan beğenilmek, önemsenmek, fark edilmek ya da sevilmek için kendisini pazarlama durumundadır. Bu amaçla frekansını başkalarına göre ayarlayarak kendini ortadan siler.
Ancak bu pazarlama sırasında tuhaf bir olgu yaşanır. Kişi, çevresinin beklentisi olarak gördüğü bir kimliği kendisine ısmarlarken, farkına varmaksızın kendisinin kendine yönelik beklentilerini de gerçekleştirmeye çalışır. Bu beklentilerin içeriği önemli ölçüde kişinin çocukluk yaşantıları tarafından belirlenir. Çocukken istemeyerek de olsa anne ve babasından gelen talepler doğrultusunda geliştirdiği davranışları ya da yalnızlığına karşı aile içinde yer edinebilmek için geliştirdiği yapmaca kimliğini, yetişkin yaşamdaki çevresi tarafından da kabul edilebilmesi için gerekli olduğuna inanarak sürdürür. Tabii ki bu olgu, kişinin içinde yaşadığı toplum grubuna o dönemde egemen olan değerlerden de önemli ölçüde etkilenir.
Batı etkisindeki kent kültüründe, sosyal beraberlikler için talep ediliyor olmak büyük önem taşır. Başkaları tarafından aranan bir insan için yalnız kalma tehlikesi azalır, üstelik saygınlığı da artar. Öyleyse neden bu popüler insanların çoğu iç dünyalarındaki yalnızlıktan yakınıyorlar?
Pazarlamacı ilişkiler sisteminde, insan amacına ulaştıkça daha çok boşluğa düşer. Çünkü önemli olan, varoluş alanımızın ne kadar geniş olduğu değil, onun nasıl doldurulduğudur. Kendimizi satışa çıkardığımız oranda yaşadığımız öfke ve düşmanlık, ne denli bilincimizin dışına itersek itelim yine de davranışlarımızı yönlendirir. Anlaşılabilme umudumuzu yitirdikçe daha çok beğeni toplamak için çabalarız. Sevilebilmek umuduyla bize ait olmayan bir görüntüyle sunulan benliğimiz bu kez sevmeyi unutur. Derinlere itmeye çalıştığımız öfke ve düşmanlığı, sevilmeden sevmemekte direnerek maskelemeye çalışırız.
Havaalanında bekliyorum. Karşı koltukta orta yaşlı bir çift oturuyor. Birbirleriyle konuşmuyor, çevredeki insanlara bakıyorlar. Sonra bir başka orta yaşlı çift onları fark ediyor ve yaklaşıyorlar. Karşılaştıklarına sevinmiş görünüyorlar. Yalnızca üç boş oturma yeri var ve dördü de ayakta. Buna canlarının sıkıldığı belli ama kimse oturmayı kabul etmiyor. Nereye gittiklerini birbirlerine soruyorlar. Cevaplar verilince konuşma bitiyor. Dördü de çevreye bakmıyor. Gözleri buluştuğunda birbirlerine gülümsüyorlar. Gergin bir gülümseme. Tekrar etrafa bakmıyorlar. Birbirlerine baktıklarında yine gülümsüyorlar. İçlerinden biri ortak bir dostlarından söz ederek konuşmayı başlatıyor. Birkaç cümleden sonra tekrar suskunluk. Yine bakınma ve gergin gülümseme. Biri uçakların zamanında kalkmadığından söz ediyor, bir diğeri bu şikâyete katılıyor. Tekrar suskunluk ve bakınma…
Kendi içinde kilitlenmiş dört kişiden oluşan bir alanda yaşanan yaşamazlık… Yaşamazlıklarının farkında değiller gibi. Farkında olsalar ve farkında oldukları yaşamazlığı kabul ederek, birbirleriyle yaşamazlığı yaşamakta olduklarını paylaşma yürekliliğini gösterebilseler, tıkanıklık belki de yaşanmayacak. Çünkü çoğu kez sorun, canımızın sıkılması değil, canımızın sıkılmasına canımızın sıkılmasıdır.
Yalnızlık, karamsarlık ya da bıkkınlık gibi duyguları yaşanması iyi olmayan durumlar olarak değerlendirdiğimizden, genellikle bu duyguların bir an önce üstesinden gelmeye çalışıyoruz ya da onları yadsıma eğiliminde oluyoruz. Vaktiyle bir konuşmamda, “Depresyonunuzun da keyfini çıkarabilirsiniz!” demem dinleyiciler tarafından yadırganmıştı. Bazı dinleyicilerin sonradan bana aktardıklarından, bu cümlenin üzerinde çok durulmuş olduğunu öğrendim. Oradaki çoğunluk belki de saçmaladığımı düşünmüştür. Ama en azından birkaçı ne demek istediğimi anlamaya çalıştı ve aylar sonra bile bana bu cümleye ilişkin sorular soruldu.
Olumsuz olarak nitelendirme eğiliminde olduğumuz duygular da varoluşumuzun bir parçası. Eğer bazen nedenini bilemediğimiz depresif bir yaşantıya giriyorsak bu, o zaman kesitinde organizmamızın kendiliğinden yaptığı bir seçimdir. Belki de organizmamızın bir ihtiyacı. Yaşanmasına izin verdiğimizde bir süre sonra tükenir ve bir başka yaşantıya geçilir. Bastırmaya ya da işler yolunda gidiyormuşçasına davranmaya çalıştığımızda durum karmaşıklaşır, hatta bazen psikosomatik tepkilere yol açabilir. Tabii burada anlatılmak istenen, sürekliliği olan depresif bir bozukluk ya da bazı insanların kendi varoluş sorumluluklarından kaçmak için ürettikleri kahır ve üzüntü değil.
Weisskopf-Joelson‘un vurguladığı gibi, Batı’nın yaşama bakış biçiminin etkisindeki çağdaş psikiyatri de mutsuzluğu uyumsuzluk belirtisi olarak yorumlama eğiliminde. Böyle bir anlayış, hiç kimsenin kaçınması mümkün olmayan mutsuzluk yaşantılarına, bir de mutsuz olmaktan ötürü mutsuz olmanın yükünü ekler. Bir dönemin Amerika’sında mutsuz olmak neredeyse utanılacak bir şeydi ve Hollywood’da çekilen filmlerde mutlu bir son zorunlu bir kural gibiydi. Savaş sonrası Avrupa’sından bazı esneklikler edindiler zamanla.
Acıdan sürekli kaçınma, yaşamdan da kaçma ile sonuçlanır. Narkotize olma amacıyla kullanılan üretilmiş acıdan farklı olan gerçek acının kişi için bir anlamı vardır. Anlamı olan acı daha kolay kabul edilir. Anlam inanmayı içerir. İnançlarımız dünya ile aramızdaki bağları oluşturur. Bu bağlarda kopma olduğunda acı çekilir ve mutsuzluk yaşanır. Mekanik bir dünyada ise kendi içinde kilitli ve bağsız, dolayısıyla gerçek trajedileri yalnızca sinema ve tiyatroda “seyreden” yavan insanlar yaşar.
Bir yemekli davette masanın çevresinde oturuyoruz. Hoş ve nitelikli insanlardan oluşan bir grup, ancak oldukça heterojen. Üstelik bazıları birbirleriyle ilk kez karşılaşıyorlar. Bu nedenle başlangıçta konuşmalar oldukça kopuk. Ama sonra biri, yabancı bir sözcüğün dilimizdeki karşılığının ne kadar yetersiz olduğunu anlatmaya başlıyor. Masanın bir bölümü canlanıyor. Artık peşine takılacak bir konu bulunabilmiş olduğu için yabancı anksiyetesi yaşanmayacak. Sürekli aynı konunun çevresinde dolaşılıyor ve bir türlü sonu gelmiyor. Giderek coşan süperegolar tarafından görevlendirilen egolar, hoşça vakit geçirmek amacıyla tasarlanan beraberliği bir dilbilim seminerine dönüştürme eğilimindeler. Süperegolar zekâ ve bilgi pazarlıyorlar, oldukça üst düzeyde. Bu sürüklenmeye katılıp yok edilmeme izin vermek istemiyorum. Konuşmaları başka yöne çevirmek için yaptığım bazı girişimler cılız kalıyor, başaramıyorum. Masada kendime yandaşlar arıyorum gözlerimle ve buluyorum da… Sonra bir şeyler olmaya başlıyor ve masada oturanlar sanki iki gruba ayrılıyor. Gece farklı bitiyor, birbirine ulaşabilenler ve ulaşamayanlar ile.
Aslında çok sayıda insan başkalarıyla değil kendi süperegolarıyla ilişkidedir. Bu nedenle tedaviye gelen kişilere bazen odada üç kişi olduğumuzu söylerim. Ben, o ve o. Ya da benim egom, onun egosu ve onun süperegosu (benim süperegomun ortalıkta olmadığı varsayımı ve umuduyla). Baskıcı bir ortamda yetişmiş ya da çocukluk yıllarının duygusal ihtiyaçları karşılanamamış insanın süperegosu aşırı gelişmiştir. Çünkü egosunu gereğince geliştirebilecek bir ortamdan yoksun büyümüştür. Yoksun bırakılmış bir egonun diğer egolarla ilişki kuracak gücü olamaz. Ego-ego ilişkisini zaten öğrenememiş olduğundan kendi süperegosu ile bir köle-sahip ilişkisi sürdürmek zorunda kalır. Böyle bir kişilik dinamiğinde köle ego, sahip süperegonun uzantısı konumunda varolabilir. Onun katı yargılarını ve yüksek beklentilerini yerine getirmekle sürekli uğraştığından, başka insanların ve onların gerçeklerinin pek farkında değildir.
Böyle insanların diğerleriyle ilişkisi süperego-süperego ilişkisi biçiminde sürdürülür. İçinde yaşadığımız kültür, her yönden, abartılı süperegolar üretimi için elverişli bir ortam. Geleneksel yönden bakıldığında, “yetersizliğini maskeleme çabasında baskıcı-biçimci bir otorite” ya da “yetersizliğini açık yaşayan bir otorite” ortamında büyüdüğü için daha özerk bir ego oluşturamamış bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplum. Çağdaşlaşma yönünden bakıldığında başarı, görkem, vb. beklentileriyle bireylerini baskı altında tutan ve son zamanlarda bir de “köşeyi dönememeyi aptallık sayan” türde normlarıyla pazarlamacı bir sistem. Dolayısıyla ortalıkta süperegoları tarafından şişirilmiş narsistik egolar ya da yüksek oranlarda seyreden bir egolar enflasyonu dolanıyor.
Böyle bir ortamda insanlar süperegoları tarafından ısmarlanmış monologları dile getirirler. Ego sürekli “sahibinin sesini” yansıtır. Diyalog ise kilitlenmiş kişiliğin kendi içinde, süperego ile ego arasında sürer. Süperego egoyu gözlemler, denetler, yargılar, suçlar, bazen de onaylar. Tedavi süreci içinde de terapistin görevi, kişinin kendi süperegosuna olan tutsaklığından özgürleşmesinde ona yardımcı olmaktır. Bunu gerçekleştirmek kolay değildir ve sistemli bir çaba gerektirir.
Bu süreç içinde en önemli husus, terapistin kendi süperegosuyla diyaloglar içinde kilitlenmemiş olmasıdır. Yoksa tedavisini üstlendiği kişiyle süperegolar arası bir ilişki sürdürmesi kaçınılmaz bir durum olarak yaşanır ve tedaviye gelen kişinin ürkek egosu terapistin egosuyla bulunamayacağından yine yalnız bırakılmış olur, süperegosuna boyun eğmeyi sürdürmekten başka seçeneği kalmaz. “Tedaviye gelen kişiyle mantık tartışmasına girmeyin” sözü eğitimim sırasında bende iz bırakan mesajlardan biriydi. Ne kadar başarabildiğimi bilmiyorum, ama yalnız tedavi ortamında değil, yaşamın kendisinde de içine düşmemeye çalıştığım bir tuzak bu.
Süperegolararası diyaloglarda, birbirini anlama çabalarının yerini süperegoların “sidik yarışı” almıştır. Ama bu karşılıklı şişinme genellikle üstükapalı olarak sürdürülür. “Adam yerine konma ya da konmama” konusunda aşırı bir narsisistik kaygı, bazen alınganlığa varan boyutlarda yaşanır. Diyalogların içeriği toplumun bir kesiminden diğerine değişse de genellikle mantıklı düşünce egemenliğindedir. Bazen bilgelik, bazen entelektüel birikim, bazen de çıplak güç gösterisi sergilenir. Bazen de bunun tersi olur ve süperego bir başka süperegonun performansına karşı büyük bir hayranlık geliştirir. Bu durum çoğu kez “esaslı adam” deyimiyle dile getirilir. Ne var ki körü körüne yaşanan bu beğeninin altında bilinçdışı düşmanca eğilimler bulunur. Bir başka insanı aşırı bir biçimde yücelterek ona bağnazca bağlanmak, çoğu kez insanın kendi süperegosunun narsisistik beklentilerinin o kişideki yansımasının bir anlatımıdır. Dolayısıyla insanın kendine yönelik bilinçdışı saldırgan eğilimleri, hayranlık duyulan kişiye de yansır. Süperegosunun egemenliği altında olan insanın zaten eşiti yoktur. Tapındıkları ile küçümsedikleri arasında narsisizminin yalnızlığını yaşamaya mahkumdur.
Yargılamak süperegonun temel özelliğidir. İnsanları ve dünyayı seyreder, değerlendirmelerini yaparken genellikle eleştirir. Bastırılmış öfke ve düşmanlık, bilinçli düzeyde, başkalarında kolay kusur bulma biçiminde yaşanır. Özgürlük söylevleri verebilir ama kendine ve yakın çevresine bu hakkı tanımaz. Onları ayrı varlıklar gibi değil kendi uzantıları olarak yaşar. Hata yapmaktan ve eleştiriye uğramaktan korktuğu için, egemenliği altına aldığı kişiye yaşamın akışına katılma izni vermez ve sürekli “freni çekik” dolaşmasına neden olur.
Süperego egonun yaşadıklarını algılayabilmesine ve paylaşabilmesine de izin vermez. Ucu açık süreçler yaşamaya tahammülü olmadığından, olayları derhal yorumlayıp ucunu kapatma eğilimi gösterir. Bu nedenle soyut kavramların tartışılmasından çok hoşlanır. Ona göre ilişki, düşünce ve bilgi alışverişidir. Olayları gereğince anlamaya çalışmadan getirdiği açıklamalar ve yorumlar, gerçeğe uymayan sonuçlara ulaşmasına neden olur. Yanılgısı kanıtlarla kendisine gösterilmeye çalışıldığında bile düşüncesini değiştirmez ve ulaştığı sonuçları ısrarla savunur. Çünkü esneklik, zayıflık ve yenilgi belirtisidir. İnsanları ve olayları yaşanan süreçler olarak değil, bir an önce tanımlanıp paketlenerek rafa kaldırılması gereken şeyler olarak yaşar. Bu onun görevidir.
Yıllar önce ofisime obsesif-kompulsif semptomlar içinde sıkışmış bir durumda başvuran orta yaşlı bir yüksek bürokratı hatırlıyorum. Katı, kategorik ve kusursuzluğa yönelik savunma sistemi sayesinde kamu hizmetlerinde başarılı ve saygın bir konumu vardı. Tedavi süreci içinde böyle durumlar için alışılagelmişin ötesinde uyumlu bir beraberlik sürdürdük. Uzun sayılmayacak bir süre içinde savunma sistemleri giderek esnedi. Sonunda kendisini çok sıkan semptomlardan da kurtuldu. Beraberliğimizi sona erdirmeye hazırlanırken artık seyrek buluşmaktaydık. Bu arada devlet kademesinde daha üst bir göreve atanmış ve önemli bir kurumun başkam olmuştu. Son buluşmalarımızdan birinde odaya çocuk gibi gülerek girdi. “Bir bilseniz neler yapıyorum,” dedi. “Benim için kaktüs çiçek açtı diyorlarmış.” Sonra bana, yardımcılarına dosyaları gönderirken içlerine çıplak kadın resimleri koyduğunu, bir keresinde çalışma arkadaşlarından birinin ceketine fark ettirmeden kâğıttan bir kuyruk taktığını ve kimsenin bunu kimin yaptığını bulamadığını anlattı.
Bir ay sonra veda görüşmesi için geldiğinde bana, “Geçen gelişimde size anlattıklarım yalnızca birkaç hafta sürdü. Yaşamamış olduğum çocukluğu bir süre yaşadım sanki. Sanırım buna ihtiyacım vardı. Şimdi kendimi de sizi de daha farklı algılıyorum,” dedi. Sonra bana ilk geldiği gün aramızda geçen bir konuşmayı hatırlatarak, “Bana o zaman yönelttiğiniz sorunun anlamını şimdi kavrayabiliyorum,” dedi.
ilk karşılaşmamızda doğal olarak, kendisini rahatsız eden semptomlardan söz ederek konuşmaya başlamıştı. Ancak aradan yaklaşık beş dakika geçtikten sonra konuşmasını kesip bana, “Doktor bey, size derin bir hürmet duyuyorum,” dedi. Bu cümlenin, kendisine ihtiyaç duyulan bir otorite figürüne karşı geliştirilen bilinçdışı öfkeyi denetim altında tutabilme çabasının anlatımı okluğunu fark etmiştim. Ama konuşmasının arasında bu cümleyi o kadar sık tekrarladı ki, süperegosuna karşı ilk kontratak denemesine giriştim ve ona, “Sizinle biraz önce tanıştık. Yeterince tanımadan bana nasıl hürmet duyabilirsiniz?” diye sordum. Tedirgin oldu ve bu kez daha yüksek bir sesle, “Doktor bey, size derin bir hürmet duyuyorum,” dedi. Tabii sorumu tekrarlamadım.
Süperegosunun kabuğunu geçip egosuna yönelme amacıyla yaptığım bu ilk girişimimi unutmamış. Bana ilk geldiği gün, kendisinin de farkında olmadığı öfkesini saçan gözlerinde şimdi çocuksu arı bir bakış vardı. Birkaç yıl sonra kalabalık bir düğünde karşılaştık. Bir ara yanıma geldi ve her şeyin iyi gittiği mesajını verip ayrıldı.
Süperegonun baskısı altında sıkışmış ego, gerçekten de çoğu kez ürkek, korunmasız, yumuşak ve çocuksu bir varlıktır.
Şişmiş süperegosu tarafından korunmakta olmasının bedelini ona boyun eğip özerkliğinden vazgeçerek öder. Çünkü başka çaresi yoktur. Çocuk, egosunu, anne ve babasının egosunun desteğiyle yine kendi geliştirir ve güçlendirir. Kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak kabul edilmeyen çocuk, ileriki yaşamında kendi gerçeğini algılamakta güçlük çeker ve dünya içindeki yerini “gerçeğine göre” değil, süperegosunun “doğrularına göre” seçer. Egonun kendi gerçeğini fark edip yaşamayı öğrenebilmesi için bir başka ego ile işbirliğine ihtiyacı vardır ve psikoterapistin görevi bu işbirliğini sağlayacak bir ortamı yaratabilmektir. Tabii gelen kişi, tutsaklığın çekici sorumsuzluğundan, özgürlüğün ürkütücü sorumluluğuna doğru hareket etmeye gerçekten niyetliyse.
Varoluşçu psikiyatri doğrultusunda sürdürülen bir tartışmada ego ve süperego gibi psikanalitik kavramların bu denli vurgulanması bazı okuyucular tarafından yadırganmış olabilir. Ancak amacım, daha önce tanımlamış olduğum varoluş vakumunun, hipertrofik bir süperego tarafından insanın kendi seçimi dışında ne oranlarda işgal edilebildiğini ve bunun sonucu insanın kendisinin olmayan bir yaşamı farkında olmaksızın nasıl sürdürebildiğini sergilemek. Süperegolarının doymak bilmez talepleri sonucu bazı insanlar toplum normlarına göre üstün sayılan biçimsel başarılara ulaşabiliyorlar. Ama çoğu, insandan çok “kurum” olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Kimi ise başka bir seçeneği olduğunu fark edemeyecek derecede tutsak olduğundan öylece sürüklenip gidiyor, varolamamanın insanı uyuşturan ağırlığıyla.
Bunları, kendimizi nasıl varedemediğimizi tanımlamak amacıyla anlattım. Yargılayıcı süperegoları yargılayarak bir “çözüm” aramak için değil. Üstelik çoğunluğun böyle yaşadığı bir dünyada. Üst sistemlerin beklentilerinin de böyle olduğu bir dünyada. Mülkiyet tutkusunun belki de insanın genetik yönergesine mal edilmiş olduğunu düşündürebilen bir dünyada. Ama vakum, istendiği kadar para, mülk, mücevher, ün, uyuşturucu madde, moda, politika, bilgi istifleme, zayıflama diyetleri, entelektüel gösteri, hile ve düzenbazlık, astroloji, antik objeler, kumar, tarikat, üçkâğıtçılık, kulüp üyeliği, alkol, estetik cerrahi, iktidar, her gece bar-restoran, prestij, kaba kuvvet ya da kompulsif cinsellikle doldurulsun, yine boşlukla yüzleşilir. Buna katlanılamadığı için, bunlardan hangisi seçilmişse onun daha çoğu istenir.
Tabii ki saydıklarımın bir bölümü, çoğu insanın kimliğini geliştirme ve zenginleştirme amacıyla edindiği tutumlar ya da nesneler. Ama dikkatle bakıldığında bazı insanların bunları, yaşadıkları boşluk ve anlamsızlığı giderebilmek amacıyla, yani gerçek seçimleri olmayan seçimler olarak yaşadıkları görülebilir. Belki de kendi gerçeklerini fark edip o doğrultuda seçim yapamamaya karşı yapılan seçimlerin yaşanmasıdır bu.
Örneğin insanlar daha çekici olabilmek amacıyla ya da kusurlu buldukları bir beden bölgesinin daha düzgün bir görünüm kazanması için bir estetik cerraha başvurabilirler. Böyle bir durum, olağan koşullarda, çağdaş insanın kendisini daha iyi hissedebilmek amacıyla günümüzde giderek gelişen tıbbi beceri ve tekniklerden yararlanmasını tanımlar. Ancak estetik cerrahi bazen bu tanımın dışında bazı beklentileri de içerebilir ve cerrahlar “bazı durumlarda” ameliyata karar vermeden önce bir psikiyatristin görüşünü almayı gerekli görürler. Varoluş vakumunu bedeninde değişiklik yaparak giderebileceği sanısında olan bazı insanların, böyle bir ameliyattan sonra boşluğa düşerek bunalım yaşayabildikleri bilindiği için.
Uygar ve gelişmiş insanın politik bir görüşü ve inancı olması, onun kimliğinin önemli bir boyutunu oluşturur. Ancak öyle dönemler yaşanır ki, toplumların bireyleri kolektif bir varoluş vakumu ile yüzleşme durumunda kalabilirler. Böyle dönemlerde bazı insanlar kişisel vakumlarını belirli bir politik inançla gidermeye çalışırlar. Bu, insanın kendi ego bütünlüğüne bir inanç katmasından çok farklı, bir geçişme (fusion) olgusudur.
Bazen toplum öyle dönüşümler geçirir ki, politik inanç sistemleri de toplumun ya da bazen dünyanın genel gidişi içinde değişikliklere uğrar. Politik inancını önemli bir kimlik boyutu olarak yaşayan insanlar genellikle bu dönüşümlere uyum sağlamada güçlük çekmezler. Buna karşılık, bir politik inanca sarılmayı varoluş vakumuyla yüzleşme olasılığına karşı bir çözüm olarak kullanan insanların psikolojik dengesi böyle durumlarda kolayca bozulabilir. Ya değişen dünya koşullarına uyarlanamama sonucu klişeleşmiş inançlarına esneklik getirmemekte bağnazca ve inatla direnirler, ya da bazen inançlarından beklenmedik bir dönüş yaparak, o günlerde geçerli görünen, hatta öncekinin karşıtı sayılabilecek bir görüşün savunucusu oluverirler.
Uzak geçmişte umumi helaların duvarlarında cinsel-saldırgan nitelikli yazılar olurdu. Sonraları, özellikle 1970’lerde bu yazıların giderek politik-saldırgan bir içerik kazanmaya başladığını gözlemledim. Sonunda cinsel içerikli yazılara hiç rastlanmaz oldu. Sonraki yıllarda adı WC’ye dönüşen bu mekanları, katlanılması güç görünümleri ve kokuları nedeniyle şehirlerarası yolculuklar dışında kullanmaz oldum. Gerçi bu arada çoğunun duvarı fayansla kaplandı, ama başkalarından duyduğuma göre sonuç, Freud’un libido teorisini kanıtlar nitelikte göründü. Eğer dolaylı olarak edindiğim veriler gerçeği yansıtıyorsa, 1980 yılında ülkemizin depolitize edilmesinin ardından duvarlardaki politik yazılar da kaybolmuş ve ender olarak karşılaşılanlar yine cinsel içerikli imiş.
Günümüzde giderek esneklik gösteren cinsel davranış normlarıyla birlikte kompulsif cinsellik de varoluş vakumunu doldurabilmek amacıyla daha çok insan tarafından yaşanır oldu. Cinselliğin yaşamımızda ayrıcalıklı ve farklı bir yeri var. Bize egemen olabilen, hatta bazen bizden öte bir yaşantı. Yalom‘un dediği gibi, cinsel eyleme geçmekte direnmeyi, ertelemeyi ya da kendimizi bırakıvermeyi seçebiliriz. Ama cinselliğimizi nasıl yaşayacağımızı “seçemeyiz” ya da cinselliğimizi “yaratamayız”.
Enflasyonist cinsellik, boşluk ve yalnızlık yaşayan insanlar için güçlü ama geçici bir çözüm aracı. Örneğin bazı erkeklere “vaktiyle çıkmış oldukları yere kısa bir süre için geri dönme” nin güvenli rahatlığını yaşatsa bile, bir süre sonra yeniden boşluğa düşüldüğü için tekrar tekrar denenen bir çözüm. Uyuşturucu ve kumar tutkusu gibi.
Kompülsif cinselliğin geçici bir çözüm olmasının nedeni, gerçek bir beraberliğin bütünlüğünden yoksun olması ve bir ilişkinin karikatürü olmaktan öte bir anlam taşımaması. Çünkü böyle bir ilişkide taraflar birbirlerini kendilerine doyum sağlayacak birer araç gibi algılar ve birlikte oldukları kişinin yalnızca bazı bölümleriyle ilişki kurarlar. Birlikle oldukları kişileri fazla tanımak da istemezler. Çünkü böylece varoluşlarının önemli bir bölümü yine kendilerinde saklı kalır, kendilerinin ve karşı tarafın yalnızca baştan çıkarmayı ve cinsel eylemi içeren kısımlarını yaşarlar. Enflasyonist cinselliğin konuşma diline yansıyışında kullanılan s..mek, düzmek, becermek, atlamak, geçirmek ya da yatağa atma gibi sözcükler, saldırganlık ve kullanma öğelerini içerir. Üstelik paylaşılan bir yaşantıyı değil, bir nesne üzerinde yapılan bir “işlemi” tanımlarcasına kullanılırlar.
TRT, Eurovision Şarkı Yarışması’na ilk katılımını “Seninle Bir Dakika” adlı ve bana hoş gelen bir şarkıyla gerçekleştirmişti. Ancak şarkıyı ilk dinlediğimde, aslında melodisiyle uyumlu gelen sözlerinin içinden bir cümleye takılmıştım, kültürle ilgili bir olguyu yansıttığı için sanırım: “Sevmek bir ömür boyu, sevişmek bir dakika!”
Sonra da düşünmüştüm. Sevmek ve sevişmek birbirinden böylesine bağımsızlaştığında, sevişme süresi gerçekten de bir dakikayı aşamayabilir diye.
Daha önce de belirttiğim gibi, insanlar kendilerini varedemedikleri yaşantılarının ardından konuşma eğilimi gösterirler. “Ben-sen” ilişkisinin bütünlüğü içinde yaşanan bir cinselliğin ardından konuşma gereği duyulmaz ve başka yaşantılara geçilir. Buna karşılık enflasyonist cinsel yaşantıları, bir haber niteliğinde başkalarına anlatma eğilimi oldukça yaygındır. Üstelik bazen kolektif bir bilgi alışverişi biçiminde yapılır, varolamamışlığın anksiyetesini yansıttığı bilinmeksizin. Genç kuşak arasında buna “geyik muhabbeti” deniyormuş.
1960’larda New York’un kuzeyindeki Catskill dağlarında kendine özgü bir otel işletmeye açılmıştı. Amacı, yalnız genç kadın ve erkeklerin birbirleriyle karşılaşabilmeleri için bir alan sağlamak olan bu proje kısa sürede başarısızlıkla sonuçlandı ve olay Time dergisinde konu edildi. Çünkü tasarı geliştirilirken, böyle bir otele gelenlerin çoğunu zaten ilişki kurma ve sürdürme güçlüğü çeken kişilerin oluşturacağı nedense düşünülmemiş.
Pek çok insan dünyayla gerçek bağlar içinde varolmayı “öğrenebileceği” bir ortamda yetişmemiş olmanın getirdiği yalnızlığı yaşamak zorundadır. Genellikle bastırılmış bir kızgınlık, bazen de umutsuzluğun eşlik ettiği bir yaşantıdır bu. Diğer insanları incitme isteklerini ve onlar tarafından incitilme korkularını içerir. Bu eğilimler aslında bir paranın iki yüzü gibi, aynı yaşantının farklı anlatımlarıdır.
İnsan duygusal dünyasında anlaşılabilme ve paylaşılabilme umudunu yitirdiğinde sevginin ve sıcaklığın eşlik etmediği bir cinselliği seçebilir. Çünkü oradaki düş kırıklığı, insanı duygusal dünyasında yaşadığı zedelenmelerden daha az acıtır, riski de sorumluluk payı da daha azdır. Üstelik hasar verme ve hasar görme istekleri konusunda daha dolaylı yollardan doyum sağlanır. Orgazm olamayan bir kadın, hem kendini hem karşısındakini engellemiş olur, erken boşalan bir erkek de öyle. Ender durumlarda yatak, gerçek bir savaş alanına da dönüşebilir. Hangi biçimde ve oranda olursa olsun, cinsellik dışı yaşamdaki yaşamazlıklara cinsellikte çözüm aramaya çalışmak, kolaya kaçmak isterken zora yöneltir insanı. Aynı zamanda derinliğin yerini çoğulculuk alır.
Bu satırları yazdığım günlerde beşinci katında ofisimin bulunduğu binanın asansörü bozuldu ve uzun süre onarılamadı. Tedaviye gelen kişilerin merdiveni tırmanma hızıyla yaşamlarını sürdürme biçimleri arasındaki benzerlik konusunda da zaman zaman konuşuldu bazılarıyla. Özellikle birinin koşar adımlarla çıkışını o daha alt katlardayken duydum ve soluk alamaz bir halde karşımda belirdiğinde, “Aceleniz neydi? Benim zaten burada sizi bekliyor olduğumu biliyorsunuz,” diye takıldım. Gülmeye başladık ve varoluşumuzun zaman boyutunu nasıl yaşadığımızı paylaşma fırsatını veren bu olayı anlamaya çalıştık birlikte.
Geçen yaz bir arabalı vapurla Marmara’yı geçmem gerekmişti. Güvertedeki koltuklar numarasızdı ve gemiye alınır alınmaz telaşla oraya koşan yolcular arasında koltuk kapmak için zaman zaman hakaret niteliğinde ağır tartışmalar yapıldı. Bir süre sonra kargaşa yatışıp herkes durulunca, anlaşıldı ki aslında güvertede insan sayısından fazla koltuk mevcut. Boş kalan koltuklar sonradan paket ve çanta konularak değerlendirildi.
Varoluş vakumu çoğu zaman varoluşun zaman boyutunda yaşanan bir anksiyeteyi de içerir. Varoluşun zaman boyutu açısından “olmak”, içinde bulunulan andan bir sonraki ana hareket etmekte olmayı, yani “olmakta olmayı” tanımlar. Olmak yerine yapmaya yönelik bir yaşantıda ise geleceği güvence altına alma kaygısı, açık ya da üstü kapalı olarak yaşanır, Geleceği güvence altına alma kaygısının etkisi altındaki insan, içinde bulunduğu zamanı yaşayamadığını göremez. Aslında olayın temelinde, şimdiki zamanı yaşamayı öğrenememiş olma gerçeği yatar. İçinde bulunulan zamanın yaşanamamasının yarattığı boşluk sonucu insan, sürekli geleceği ısmarlamaya çalışarak yaşamını tüketir.
Televizyonda Shogun dizisinin gösterildiği günlerdeydi. Diziye konu olan öykünün bir aşamasında, olayın kahramanı ile bir Japon prenses, bir yolculuk sırasında aralarında doğan yakınlık sonucu bir gece birlikte olurlar.
Konumlarından ötürü yasak aşk sayılabilecek bu beraberliğin öncesinde aralarında geçen bir konuşma sırasında, Japon prenses yaşamın ertelenemeyeceğini şiirsel bir biçimde dile getirirken bir ara, “Yarın yok!” der. Nitekim birlikte oldukları gecenin ertesinde uğradıkları bir saldırı sırasında atılan bir patlayıcı madde Japon prensesin yaşamını yitirmesine neden olur.
Dizideki olayların gelişimi içindeki zamanlaması nedeniyle Japon prensesin bu sözü beni çok etkilemiş, hatta biraz sarsmıştı diyebilirim. Sonraki günlerde, dizinin o bölümünü izlemiş olan bazı insanların da yaşamı sorgulayıcı bir şaşkınlık yaşadıklarını görmek ve paylaşmak oldukça düşündürücü oldu. Tedaviye gelenler, yakınlarım, dostlarım ve öğrencilerim arasından azımsanmayacak sayıda kişi bana, “Yarın yok!” sözleriyle ne anlatılmak istendiğini sordu ya da ne anladığını paylaşmak istedi. Doğu felsefelerinin yaşama bakış açısını yansıtan bu sözlerin, “yaşamı depolamaya” şartlanmış bir toplumda sınırlı ölçüde de olsa bir yankı uyandırmış olması, sanırım biraz da hoşuma gitti.
Ancak merdivenleri hızla tırmanan kişi ile “Yarın yok!” mesajı arasında çok önemli bir fark var, hatta aslında birbirlerinin tam karşıtı yaklaşımları yansıtıyorlar. Çünkü merdivenleri tırmanmakta olan kişinin “yarın”ı, bir sonraki basamağa doğru hareket edişi sırasındaki gerçeğini yaşamayı içerir, varılacak son noktaya “ışınlanmayı” değil. Çünkü varılacak her bir noktaya ulaştığımızda, varılması gereken bir başka noktayla karşılaşırız. Sonunda Fechner‘in “Yaşamın amacı ölümdür!” sözünde somutlaşan bir yaşam sürdürmüş ya da belki tüketmiş oluruz. Ve tedavi odasındaki genç kadın sorar: “Bu insan neden yaşıyor ki? Yaşıyor olmasının anlamı ne?”
Tabii ki geleceğe yönelik tasarılar geliştireceğiz. Bu tasarıları gerçekleştirmek için bazı hazırlıklar yapacağız ya da çaba göstereceğiz. Ama bunları yapmak, içinde bulunduğumuz andaki gerçeğimizi algılamamızı ve yaşamamızı engellemeli mi? Daha iyi yaşamak için yaşama ilişkin veri toplayan ve depolayan insanlar, erteledikleri yaşamın geri gelmemek üzere akıp gittiğini neden görmezden geliyorlar? Üstelik kendi geçmişlerinden alacaklı olmanın giderek artan yüküyle yaşamak zorunda kalarak.
On yıl önce bir seminere katılmak üzere Ankara’dan İstanbul’a geldiğimde, eski bir dostum bir akşam beni evine davet etmişti. Benden başka yaklaşık on kişi daha çağrılmıştı. Sıcak ve sevimli insanlardı. Yaklaşan yılbaşı gecesini birlikte geçirmeyi tasarladıkları için sık sık o akşam neler yapacaklarından söz ediyor ve kendilerini bekleyen hoş bir akşamı şimdiden yaşarcasına keyifleniyorlardı. Yılbaşında İstanbul’da, dolayısıyla onlarla birlikte olmayacağım halde, keyifli yaşantıları beni de içine almıştı. Düşüncesiyle bu kadar neşelendiklerine göre, kim bilir ne kadar hoş bir gece geçirecekler diye düşünmüştüm içimden.
Seminerden sonra kar fırtınası nedeniyle uçak seferleri yapılamayınca yılbaşı gecesi için Ankara’ya dönmem mümkün olmadı. Misafir kaldığım yer ile sözünü ettiğim yılbaşı partisinin yapılacağı evin aynı cadde üzerinde olmasının sağladığı imkandan yararlanarak sonradan benim de çağrıldığım bu olaya sınırlı bir süre için katılmak istedim.
Kapıdan içeri girdiğimde çok geniş bir mekanla karşılaştım. Sanki orada kimse yokmuş gibi bir duygu yaşadığımı hatırlıyorum. İnsanlar bu mekanın içinde dağılmışlardı ve birbirlerinden kopuk ve donuk haldelerdi. Belki de bu nedenle o mekan bana sınırsızmış gibi göründü. Çoğu konuşmuyordu, konuşanlar da mırıldanırcasına. İlişkisizlik, boşluk ve bıkkınlık. Antonioni‘nin La Notte filminin içindeymişim gibi. Birkaç akşam önceki insanlar şimdi başka kişilerdi. Böyle bir dünyada nasıl varolabileceğimi bilemediğim için makul bir sürenin sonunda oradan ayrıldım. Misafir olduğum eve doğru yürürken, insanın kestirilemezliğine ve yaşamın ısmarlanamayacağına daha da çok inanmış olarak.
İnsanlar zaman zaman kendilerini başkalarından soyutlanmış bir biçimde yaşarlar ya da kişiliklerinin bazı bölümlerine yabancılaşmış bir yaşam sürdürürler. Ancak insan, bu tür kopukluklardan daha derinlerde ve varoluşunun temelinden kaynaklanan bir soyutlanmışlık da yaşar. İnsanın diğer insanlarla doyurucu ilişkiler sürdürmesine, kendisini iyi tanımasına ve kişiliğini bir bütün olarak algılamasına rağmen süregelen bir soyutlanma. “Varoluş soyutlanması” denen bu olgu, kişi ile başka varlıklar arasındaki kapatılması mümkün olmayan bir kopukluğu tanımlar. Sanki insanın kendisinden başka kimse, hatta dünya da yokmuşçasına yaşanan bir duyguyu. Bazı yazarlar varoluş soyutlanmasının, bir insanın ölmek üzereyken yaşadığı mutlak yalnızlıkla özdeş olabileceğinden söz ederler.
İnsan yalnızca kendisini değil, kendisi için bir dünya da oluşturur. Kendisi ve çevresi için anlam taşıyan bir dünya. Ancak bu dünyayı aslında kendisinin yaratmış olduğunu görmezden gelir. Kişinin günlük yaşamını sürdürdüğü bu dünyadaki insanlar, objeler ve kurumlar, birbirleriyle ve kendisiyle sık ve tekrarlı bir ilişki içinde olduklarından, kişinin kendisini ait hissettiği ve günlük yaşamını sürdürdüğü, ona yakın ve aşina olan bir yaşam alanı oluştururlar. Ancak bu alanın altında örtülü kalan büyük bir boşluk sessizce varlığını sürdürür ve yalnızca kabuslarda ya da bazı anlık yaşantılarda kendini hissettirir. İnsanın kendisinden başka hiç kimsenin, hiçbir şeyin, hiçbir dünyanın olmadığı bir yaşantıdır bu. İnsanın aşina olma duygusunu yitirdiği bir yaşantı. Heidegger‘in tanımladığı gibi, böyle bir yaşantıda insan “mal edilmiş olduğu dünya”dan geri alınır ve çevresindeki her şeyin anlamı kaybolur. Dünyanın yalnızlığı, acımasızlığı ve hiçliği ile yüzleşmekte olmanın anksiyetesi yaşanır. Bu anksiyetenin bir içeriği de yoktur. İnsanlar kendilerini “Maya”nın, yani “görünümler dünyası”nın olaylarına katarak bu hiçlikle yüzleşmekten kaçınmaya çalışırlar. Böylesine yoğun bir yabancılaşma insanlar ve objeler dünyasıyla da sınırlanmaz. İnsan yaşamına dayanak ve düzen sağlayan toplumsal roller, değerler, yol gösterici bilgiler, kurallar ve inançlar da anlamlarını yitirirler. Varoluşun merkezinde hiçbir şey yoktur.
Bebek, dünyayla karşılaştığında ağlayarak dünyaya ilişki çağrısında bulunur, ama kendisini bir ilişki “içinde” değil, nesneler dünyasında yapayalnız bulur. Çünkü o, ana-babasının öznel dünyasını zenginleştiren bir nesnedir. Daha ilk anda kime benzediğine ilişkin narsisistik bir yarış başlar; “sahip olunan” bu yeni nesne gazete ilanıyla dostlara bildirilir. Hepimiz dünyaya böyle geliriz, getirdiklerimizi de böyle karşılarız. Ve varoluş soyutlanmasını yaşamanın ürküntüsüyle diğer nesnelerin dünyasına dalarız, yaşamımızın anlamıyla yüzleşmekten kaçınırcasına telaşlı bir biçimde ve kendimize giderek yabancılaşarak. Bize öğretilenler doğrultusunda ve aceleyle doldurduğumuz boşluklarla bir gün yüzleşmek zorunda kaldığımızda, varoluş vakumunun anlamsızlığını yaşarız. Ya da bu vakuma üşüşen semptomların neden bizi tutsak aldığını anlayamamanın şaşkınlığını. Ve yaşam böylece sürer…
On beş yıl önceydi. Bir toplantıya katılmak üzere Ankara’ dan İstanbul’a gelmiştim. Bazı nedenlerle dönüşümü ertelemem gerekti. Yaz aylarından biriydi ve tanıdığım kişilerin çoğu şehir dışında ya da şehir merkezinin uzağındaydı. Bir ara, uzun zamandır görmediğim bir dostumu aramak geldi içimden. Ancak telefon etmeye yöneldiğimde, daha önceki gelişlerimde onu neden aramamış olduğumu kendime sormaya başladım. Geçmişte paylaşılmış bazı sıcak yaşantılar vardı, ama yıllar içinde dünyalarımız farklılaşmıştı. Kendime yönelik sorgulama giderek netleşmeye başladı. Gerçekten onu mu görmek istiyordum? Yoksa bu beklenmedik zaman boşluğunu doldurmak mıydı amacım? Eğer ikincisiyse, ne ona ne de kendime bir şey katmamış olacaktım. Telefon etmeyi erteledim, yaklaşık bir gün. Ama gerçek amacımın ne olduğunu bir türlü seçemedim. Sonunda aradım…
Bu yaşantı, daha sonraki yıllarda dikkatimi “ihtiyaç objesi” ve “ilişki objesi” ayrımı üzerinde yoğunlaştırmama neden olmuştu. Bu açıdan baktığınızda, beraberliklerin günümüzdeki yaşanış biçimi oldukça düşündürücü, ilginç olan yön, birçok insanın, diğer insanların kendisiyle olan ilişkilerini ihtiyaç objesi temelinde sürdürdüğüne inanmış olması, üstelik bundan yakınması. Eğer bir insan çevresindekilerin kendisine ihtiyaç objesi olarak yaklaştıklarına inanıyorsa, kendisinin onları ilişki objesi olarak yaşayabilmesi nasıl mümkün olabilir?
Martin Buber‘in dediği gibi, ilişki içinde varolma isteği kalıtsal olarak insanın doğasında mevcuttur. Her insan anasının rahminde iken evrenle ilişki içindedir, ama doğduktan bir süre sonra unutmak zorunda kalır. Oysa başlangıçta bebek, çevresiyle “ilişki” kurma dürtüsünü açıkça yaşar. “Ben”i bilmez, çünkü ilişkiden başka bir varoluşu tanımaz. Buber bunu, “Başlangıçta ilişki vardır (In the beginning is the relation)” cümlesiyle dile getirir. Ona göre insan, ayrı bir bütün olarak varolmaz: İnsan “arada” varolan bir yaratıktır, ama bu aradalığı iki biçimde yaşayabilir: “ben-sen” ya da “ben-şey”.
“Ben-şey” ilişkisi bir “kişi” ile bir “araç” arasında yaşanır, dolayısıyla işlevsel bir ilişkidir. Paylaşmadan yoksun bir özne- nesne ilişkisidir. “Ben-sen” ilişkisi ise bir insanın diğerini olduğu gibi yaşayabilmesini tanımlar. Bu, bir insanın diğerini anlamak ya da ona ulaşmak için çaba göstermesinden farklı bir olgudur. Çünkü böyle bir yaşantıda tek başına bir “ben” yoktur, “ben-sen” tek bir yaşantıdır.
Bu iki ilişki içindeki “ben”ler birbirlerinden farklıdır. Çünkü “ben”, bulunduğu alanda mevcut “sen”ler ve “şey”ler arasından seçimler yaparak ilişkiyi belirlemez. “Ben-sen” ilişkisindeki “ben” beraber olduğu “sen’le olan ilişkisi içinde belirir ve biçimlenir. “Ben-şey” ilişkisindeki “ben” ise, kendisini önemli ölçüde kendine saklar, “şey”i çeşitli açılardan inceler, sınıflandırır, yargılar ve şeyler dünyasında ne işe yarayacağına karar verir. Buna karşılık insan, “sen” ile birlikte olduğunda varlığının tümüyle ilişkiye katılır, kendine alıkoyduğu bir yönü kalmaz.
Eğer bir insan diğerinin varlığına tümüyle katılmaz, ondan bir çıkar sağlama beklentisiyle ilişkiye kendisinden bir şeyler katmaz, ya da nesnel bir gözlemci tutumuyla, kendi davranışlarının diğer kişi üzerinde nasıl bir izlenim bıraktığını anlamaya çalışırsa, “ben-sen” ilişkisi “ben-şey” ilişkisine dönüşür. Ortak yaşam türü özne-nesne ilişkileri, karşılıklı “ben-şey” beraberliği çerçevesinde sürdürülür. Fromm‘un da belirttiği gibi, bir artistin, yarattıkları ile yaşadığı bağ da geçicidir. İnsan İlişkisi içermeyen böyle bir bağ, varoluşunun anlamı sorununa ancak kısmi bir cevap oluşturabilir.
Buna karşılık, “ben-sen” ilişkisi içindeki “ben”, bu ilişkiyi yaşarken biçimlenir, diğerini birtakım çerçevelere sokmaksızın gerçekten dinler. Buber, “gerçek” dinleme ile “öylece” dinleme arasındaki farkı önemle vurgular ve bu farkın tedavi ilişkisindeki yeri de çok büyüktür. “Ben-sen” diyaloğunda insan tüm varlığıyla diğerine yönelir. Böyle bir yaşantı, bazı pop-psikoterapilerde çok sık kullanılan encounter kavramından tümüyle farklı bir olgudur.
“Bir insan diğerine her zaman böylesi bir yoğunlukla yönelebilir mi?” sorusuna Buber‘in cevabı pek olumlu değil. Bu olgunun ender yaşanabildiğini ve ilişkilerimizi genellikle “ben- şey” modelinde sürdürdüğümüzü o da kabul ediyor. Öyleyse bu konuyu neden mi tartıştım? Sanırım, neyi nasıl yaşayamadığımızı görebilmemizin bazen bize beklenmedik kapılar açabileceğine inandığım için. Belki de, varedemediğimiz bir yaşamdan ötürü sürekli başkalarını sorumlu tutarak, kendimize daha da yabancılaşmamıza neden olan bir gidişi nasıl sürdürdüğümüzü biraz olsun gözler önüne serebilmek amacıyla. Anlamsız bir dünyaya biz bir şeyler katmadığımızda, onun da bize verecek bir şeyi olmadığına inandığım için.
“En büyük mutluluk, mutsuzluğun kaynağını bilmektir” (Dostoyevski, 1876).
Kaynak:
GEÇTAN, E., Varoluş Ve Psikiyatri, Metis Yayınları, 6. Baskı, s.135-161