ALTIN ÇAĞ – E. M. Cioran

I

“İNSANLAR o zaman tanrılar gibi yaşıyorlardı; yüreklerinde kaygı yoktu, çalışmaktan ve acıdan uzaktılar. Hazin yaşlılık onlara hiç uğramıyordu; elleri ve ayakları tüm hayatları boyunca sağlam kaldığından da, bütün dertlerden uzakta ziyafet yaparak sevinci tadıyorlardı. Ağır bir uyku bastırdığında uykuya dalar gibi ölüyorlardı. Bütün nimetler onlarındı. Bereketli kır zengin yiyecekleri onlara kendiliğinden sunuyordu; onlar da bundan keyiflerince istifade ediyorlardı …” (Hesiodos, İşler ve Günler).

Bu Altın Çağ portresi Kutsal Kitap’taki Aden portresiyle birleşmektedir. Her ikisi de alabildiğine itibaridir: Gerçekdışı dramatik olamazdı. Özdeşliğin kendini seyre dalıp kaldığı; öncesiz sonrasız şimdinin, bütün cennet anlayışlarında ortak olan bir zamanın, bizzat zaman fikrine muhalefeten uydurulmuş bir zamanın hüküm sürdüğü sabit bir dünya suretini tanımlama meziyetleri vardır en azından. Bunu tasarlamak ve bunun özlemini çekmek için oluşa lanet okumak, onun ağırlığını ve musibetini hissetmek, ne pahasına olursa olsun ondan kopmayı arzulamak gerekir. Başka yerde dinlenmeye ve erimeye susamış sakat bir iradenin hâlâ duyabileceği tek arzudur bu. Öncesiz sonrasız şimdiyi tam tamına benimsemiş olsaydık tarih vuku bulmazdı ya da her halükarda ağır yük veya azapla eşanlamlı olmazdı. Tarih üzerimizde aşırı ağırlık ettiği ve bizi bunalttığı zaman, varlığımızı aşağılık bir ödleklik sarar: Yüzyılların ortasında çırpınmaya devam etme ihtimali bir kâbusun boyutlarını alır. Mitolojik çağın kolaylıkları bize ıstırap verecek derecede cazip gelir o zaman, ya da, eğer Tekvin’le haşır neşir olduysak, pişmanlık sayıklamaları bizi ilk bahçenin mutluluk dolu sersemliğine sokar; o sırada zihnimiz de melekleri zikretmekte ve bunun sırrına vâkıf olmaya çabalamaktadır. Biz melekleri ne kadar düşünürsek, onlar da bezginliğimizin içinden o kadar fırlarlar ortaya; bunun bize hiç fayda sağlamadığı da söylenemez: Dünyaya ait olmayışımızın derecesini, onun içine girme yeteneksizliğimizi takdir etmemizi mümkün kılmazlar mı? Ne kadar elle tutulmaz, ne kadar gerçekdışı olurlarsa olsunlar, bunu düşünen ve onları zikreden gölgeler ya da gölge taklitleri, nefes darlığı çeken buruşuk etler olan bizlerden daha az gerçekdışıdırlar. Ve bütün sefaletimizle, baskı altında hayaletler gibi, onları düşünür ve onlara yalvarırız. Tabiatlarında, bir ağıtta iddia edildiği gibi, “korkunç” hiçbir şey yoktur; hayır, korkunç olan şey, artık sadece onlarla anlaşmaya başlamaktır; ya da bizden bin fersah uzakta olduklarını zannettiğimiz zaman, kanımızın günbatımında aniden su yüzüne çıkmalarını görmektir.

II

Yine Hesiodos’un söylediğine göre tanrıların bizden gizlediği “yaşamın kaynakları”nı ifşa işini Prometheus üstlenmiştir. Bütün mutsuzluklarımızın sorumlusudur; zihin açıklığıyla böbürlenmesine rağmen bunun bilincinde de değildir. Aiskhylos’un ona atfettiği sözler, az önce İşler ve Günlerden okuduğumuzun kelimesi kelimesine zıddıdır: “Vaktiyle insanlar görüyorlardı, ama seçemiyorlardı; dinliyorlardı ama anlamıyorlardı… Harekete geçiyorlardı, ama hep düşüncesizce.” Ton belli; daha fazla alıntı yapmak yararsız. İnsanlarda asıl kınadığı şey, ilk baştaki idile dalmaları ve tabiatlarının bilinç tarafından dokunulmayan yasalarına kendilerini uydurmalarıydı. Prometheus, zihin gözlerini açarak, daha önceden derinliklerini veya anlamını araştırmaya çalışmadan istifade ettikleri o “kaynaklar”dan ayırarak, mutluluğu değil, insanüstücülüğün lanetini ve ıstıraplarını gösterdi onlara. Onlar bilinçsiz de idare ediyorlardı; o onları bilince çarptırdı, zorladı ve bilinç onlarda, her birimizde devam eden ve ancak türün yok olmasıyla bitecek olan bir faciaya yol açtı. Zaman ilerledikçe, biz yakayı daha fazla bilince kaptırdıkça, onun hâkimiyetine girip hayattan koptukça tekrar hayata sarılmak isteriz ve bunu başaramadığımızdan öfkemizi ikisinden de çıkartırız, sonra anlamını ve verilerini tartarız, en sonunda da zıvanadan çıkıp öfkemizi kendimizden çıkartırız. Yanılsamadan başka mazereti olmayan o şeytantüylü uğursuz insansever, o temkinsiz ve patavatsız yılan bunu öngörmemiştir. İnsanlar dinliyorlardı ya; anlamalarına ne gerek vardı? Onları oluşun, tarihin eline vererek, başka bir deyişle öncesiz sonrasız şimdiden kovarak buna zorunlu kılmıştır. Masum veya suçlu, ne önemi var! Cezasını haketmiştir.

“Bilim”in ilk ateşli savunucusu ve kelimenin en beter anlamıyla bir modern olan Prometheus’un böbürlenmeleri ve sayıklamalar, geçen yüzyıldaki bir sürü doktrincinin habercisidir: Bunca zırzoplukta tek teselli edici olan şey, onun acılarıdır. Büyük adamdır; işte, anlamış olan ve geleceğimizi kestirerek bizi onun uçurumlarından esirgeyen biri. Ama ilk adım atılmıştı: İnsanlar, kendilerine suretince şekil veren ve tanrıların yasağına rağmen hayatın altını kurcalamayı öğreten o baştan çıkarcının dolaplarından zevk almaya başlamışlardı bile. Bilginin teklifsizliklerinin ve cinayetlerinin, dünyaya uymamıza engel olan o ölümcül merakın kışkırtıcısıdır: Bilmeyi ve eylemi idealleştirerek aynı zamanda varlığı, varlıkla beraber de altın çağ ihtimalini mahvetmemiş midir? Başımıza getirdiği serüvenler, onunkilerin yerini tutmamasına rağmen yine de çok uzun zaman sürecekti. Mukadderat kadar tutarlı olan “programı”nı harikulade bir biçimde ve… gerisin geri hayata geçirmiştir; bize vazettiği ve dayattığı her şey, tek tek, önce ona karşı, sonra da bize karşı dönmüştür. Kökendeki bilinçsizlik, cezasız kalınmadan sarsılamaz; onu kendilerine örnek alarak bilinçsizliğe halel getirenler, gözlerinin yaşına bakılmadan onun yazgısına maruz bırakılırlar: Unufak edilirler, onların da kendi tutunacak noktaları ve kendi büyük adamları olur. Ve ona bahşettikleri nefret de, onda kendilerinden nefret etmeleri ölçüsünde keskinleşir.

III

Gümüş çağına, sonra da tunç ve demir çağına geçiş, düşükleşmemizin ilerleyişine, artık sadece benzeştirimini akla getirebildiğimiz ve aramızda ortak bir sınır kalmayan öncesiz sonrasız şimdiden uzaklaşmamıza damgasını vurur: Başka bir evrene aittir o, bizim elimizden kaçar ve ondan öyle belirgin bir biçimde ayrılmışızdır ki tabiatının ne olduğunu aklımızdan bile pek geçiremeyiz. Öncesiz sonrasız şimdiyi kendimize mal etmenin hiçbir yolu yoktur: Vaktiyle ona gerçekten sahip olmuş muyuzdur? Hiçbir şey onun suretini bize geri vermezken de ayaklarımızı nasıl tekrar yere değdirebiliriz? Hepten kursağımızda kalmıştır ve bazen ona yaklaşsak da, artık sadece kendi kendinin karikatürü olduğu, bir hareketsizlik parodisi, bitkin bir oluş, zamandışı bir cimrilikte donup kalış, kısır bir anda kendini yoksullaştıran bir hazine üzerine kıvrılıp yatan hayaletimsi oluş, boşluktan gına getirdiği için doymasına rağmen mahrum kalan o bıkkınlık ve tembellik uçlarının meziyeti sayesinde olur bu. Kendilerine vecd yasak edilmiş varlıklar için kendi kökenlerine doğru bir açılım, ancak hayat doluluklarının sönmesi, her türlü vasfın yokluğu, o kof sonsuzluk ihsası, değeri bilinmemiş uçurum, dörtnala şişkinlik halindeki mekân ve yakaran boş müddet aracılığıyla olabilir.

Zamanın ötesine yayılan hakiki ve olumlu bir ebediyet vardır; bir tane daha vardır ki o negatif ve sahtedir, beride yer alır: Selametin uzağında, bir kurtarıcının uzmanlık alanının dışında kokuşup gittiğimiz ve bizi her şeyden mahrum ederek her şey nazarında serbestleştiren ebediyettir bu. Evreni azlettiğimizde, kendi görünümlerimizin seyriyle tüketiriz kendimizi. Varlığımızın temelini idrak etmemize imkân veren uzuv mu sakatlanmıştır? Ve ilelebet benzerlerimize mi indirgenmişizdir? Tenin ve ruhun çektiği bütün dertlerin dökümü yapıldığı zaman, kendimizi öncesiz sonrasız şimdiye uydurma ya da ondan yararlanmak için bir parçacık olsun çalma yeteneksizliğimizden gelen derdin yanında hepsi bir hiç gibi kalacaktır.

İtiraz hakkı olmadan olumsuz ebediyete, kendini ancak iptal ederek vurgulayabilen o dağınık zamana, bir dizi yokoluştan ibaret öze, muğlaklıklar külliyatına, ilkesi hiçlikte bulunan doluluğa düşmüşüzdür ve o anların her birinde yaşar ve ölürüz; ne vakit olduğunu bilmeden, çünkü aslında o hiçbir zaman olmaz. Eğretiliğine rağmen ona öylesine bağlanmışızdır ki, ondan yüz çevirmek için alışkanlıklarımızın birkaç kere altüst olması gerekirdi: Arasından yıkılmaz olanı görebileceğimiz ve ona ulaşabileceğimiz bir zihin zedelenmesi, benlikte bir çatlak; sadece bazı dışlanmışların hissesine, mahvoluşlarına boyun eğmelerinin ödülü olarak düşer bu. Geri kalanı, ölümlülerin neredeyse tamamı, böyle bir fedakârlıkta bulunamadıklarını itiraf etseler de bir başka zaman arayışından vazgeçmezler; aksine gözü dönmüşçe girişirler bu işe, ama öncesiz sonrasız şimdiyle tarihi, altın çağın zevkleriyle Prometheus’çu iddialar uzlaştırmayı deneyen ya da Kutsal Kitabın terminolojisine başvuruda bulunursak düşüş yöntemleriyle Aden’i yeniden yapmak ve böylelikle yeni Âdem’in eskisinin avantajlarını bilmesini sağlamak isteyen ütopyanın tavsiyeleri uyarınca, o başka zamanı şu dünyaya yerleştirmek için yaparlar bunu. Biraz da Yaratılış’ı gözden geçirmeyi denemek değil midir bu?

IV

Vico’nun bir “ideal tarih” inşa etme ve bunun “ezeli döngüsü”nü çizme fikri, “toplumsal sorun”u hepten çözmeyi isteme özelliğindeki ütopik sistemlerde topluma uygulanmıştır. Nihailik saplantıları ve cenneti en kısa zamanda, durağan bir müddet türü olan hareketsizleştirilmiş Muhtemel’de, öncesiz sonrasız şimdinin sahtesi olan doğrudan gelecekte kurma sabırsızlıkları buradan gelir. “Evrensel uyumun çok yakında geleceğini bunca güvenle ilan etmemin nedeni,” diyor Fourier, “katılımcı Devlet’in örgütlenmesinin en fazla iki yıl gerektirmesidir.” Safdil bir itiraf olmasına rağmen yine de derin bir gerçekliğin tercümesidir bu. Mutlağın bize, bizim fikirlerimize ve fiiliyatımıza bağlı olduğuna, epey kısa bir süre içinde zaferini temin edebileceğimize gizliden gizliye inanmasak, en ufak bir girişime atılır mıydık? Bir şeyle bütünüyle özdeşleşen kişi, “evrensel uyum”un gelişine bel bağlıyormuş ya da kendini bunun başlatıcısı zannediyormuş gibi davranır. Harekete geçmek, neredeyse elle tutulabilecek kadar yakın bir geleceğe demir atmaktır, kendini onunla eştözlü hissetmektir. Ertelemecilik iblisinin kurbanı olanlar için bu böyle değildir. “Yararlı bir biçimde sonraya bırakılabilecek şeyler, daha da yararlı bir biçimde büsbütün bırakılabilir,” diye tekrarlarlar Epiktetos’la birlikte; erteleme tutkularının Stoacı’da olduğu gibi ahlâkî bir değerlendirmeden değil neredeyse yöntemli bir ürküntüden, bir disiplin ya da zaaf görünümüne bürünmeyecek kadar yerleşik bir tiksintiden gelmesine rağmen. Önceyi ve sonrayı yasak etmiş, birbirine benzer biçimde oturulmaz olan bugünle yarını boşaltmış olmaları, muhayyile yoluyla bin yıl sonrada yaşamanın onlara doğrudanlık ve elikulağındalık içinde yaşamaktan daha zahmetsiz gelmesindendir. Yıllar boyunca, nesnel zamandan ziyade kendinde zamanı, işe yararlıktan ziyade tanımlanmayanı, bir günün sonundan ziyade dünyanın sonunu daha fazla düşünmüş olacaklardır. Ne süre ne de mekân içinde imtiyazlı an ya da yer bildiklerinden, zayıflıktan zayıflığa geçerler; onlara bu ilerleme bile yasaklandığında da durur, dört bir yana bakar, ufku sorgularlar: Artık ufuk yoktur… İşte o zaman, başdönmesi filan değil panik hissederler; öyle güçlü bir paniktir ki bu, adımlarını hiçleştirir ve kaçmalarına engel olur. Girdabın sürüklediği ritimden kopmuş, kendisiyle dövüşen ve durmadan kendini dinleyen bir iradenin kansızlaşmış ve zihni açılmış kurbanlarıdırlar. Kelimenin tam anlamıyla istemek, neyi istediğinden habersiz olmaktır, irade olgusu üzerinde fazla durmayı reddetmektir. Eylem adamı ne itkilerini ne âmillerini tartar, hele reflekslerine hiç danışmaz: Düşünmeden ve rahatsız etmeden onlara boyun eğer. Onu ilgilendiren kendinde fiil değil hedeftir, fiildeki niyettir: benzer şekilde, nesne olacaktır onu alıkoyan, iradenin mekanizması değil. Dünyayla kapışma halindedir, orada nihai olanı aramakta ya da onu dünyaya getirmeyi ummaktadır, hemen veya iki yıl içinde… Kendini belli etmek, herhangi bir mükemmeliyet biçimi tarafından körleştirilmeye bırakmaktır kendini: Tek başına bir harekette bile ütopik harç malzemesi vardır. Arzularımızın yüce -ve hâlbuki bilinçdışı- nesnesi, hafızamızın ve beklentimizin dile getirilmemiş özü olan cennetin hatırası ya da önsezisi olmaksızın soluk almak bile bir azap haline gelirdi. Tabiatlarının en derininde bunu ortaya çıkarmayı beceremeyen, çıkarmakta da acele eden modernler geleceğe yansıtmalıydılar onu; Saint-Simon’un gazetesi Le Producteurün (Üretici) üstyazısı da onların yanılsamalarını kestirme yoldan gösterir: “Kör bir geleneğin geçmişte yer verdiği altın çağ önümüzdedir.” Ayrıca önemli olan, onun gelişini hızlandırmaktır; endişeden hiç değil, taşkınlık ve keyiften, şaibeli ve neredeyse marazi bir mutluluk açgözlülüğünden çıkmış bir ahiret bilgisiyle sonsuza dek sürsün diye kurmaktır onu. Devrimci, hazırladığı altüst oluşun en son olacağını düşünür; faaliyet çemberimizde hepimiz de böyle düşünürüz; Canlının saplantısı, en son’dur. Koşuşturup dururuz, çünkü tarihi bitirmenin, sona erdirmenin bize düştüğünü zannederiz; çünkü tıpkı kendini bize göstermek için kapalılığından nihayet çıkmış olan “hakikat” gibi o da bizim alanımız görünür. Başkalarının nasibine hata düşecektir; her şeyi bir tek biz anlamış olacağızdır. Önce hemcinsleri, sonra da Tanrı karşısında zafer elde etmek, O’nun eserini tekrar elden geçirip kusurlarını düzeltmeyi istemek – bunu denemeyen, bunu denemeyi görevi gibi hissetmeyen kişi, ister bilgelikten olsun ister gevşeklikten, kendi alınyazısından vazgeçer. Prometheus Zeus’tan iyisini yapmak istemiştir; irticalen yaratıcılığa soyunan bizler de Tanrı’dan iyisini yapmak, kendisininkinden üstün bir cennetin getireceği aşağılamayı O’na yaşatmak, tamiri imkânsızı kaldırmak; Proudhon’un sözcükleriyle söyleyecek olursak, dünyayı “mukadderatsız kılmak” isteriz. Genel maksat olarak ütopya, tarih düzeyinde bir evren düşü görmektir.

V

İnsanlar Günah’ın damgasını yedikçe şu dünyada cennet kurulmayacaktır; dolayısıyla onları bundan kurtarmak, bunun nazarında serbestleştirmek söz konusudur. Kendini buna hasreden sistemler az çok örtülü bir Pelagiusçuluğu8 andırırlar. Bilindiği gibi Pelagius (bir Kelt, bir saf), düşüşün sonuçlarını inkâr ederek, Âdem’in hıyanetinin kendisinden sonrayı etkileyecek bütün gücünü kaldırıyordu. İlk atamız katiyetle şahsî bir facia yaşamıştır; sadece kendini ilgilendiren bir gözden düşmeyle karşı karşıya kalmıştır, hiçbir şekilde bize kusurlarını ve mutsuzluklarını miras bırakma zevkini tatmamıştır. İyi ve özgür doğan bizlerde, kökensel bir yozlaşmanın hiç izi yoktur.

Daha cömert ve daha sahte bir doktrin zor tahayyül edilir; ütopik tipte bir sapkınlıktır, bizzat aşırılıklarıyla, gelecek vaat eden saçmalıklarıyla verimlidir. Ütopya yazarlarının doğrudan bundan esinlendiğinden hiç değil; ama modern düşüncede Augustinusçuluğa ve Jansenciliğe karşı husumet taşıyan bütün bir akım olduğuna itiraz edilmeyecektir -ilerlemeye puta tapar gibi tapma ve devrimci ideolojiler bunun vardığı son noktadır-; buna göre hepimiz, kökendeki günahtan kurtulmuş, dilediğince şekil verilebilen, iyiliğe yazgılı, tüm kusursuzluklara muktedir bir potansiyel sevgili kullar kitlesi oluşturmaktayızdır. Robert Owen’ın manifestosu, “tüm insan türünde yeni bir ruh ve yeni bir irade” yaratabilecek “ve böylelikle her birimizi, karşı konulmaz bir zorunlulukla tutarlı, aklî, sağlıklı yargı ve davranış sahibi olmaya yöneltecek” bir sistem vaat eder.

Pelagius, dolaylı müritleri gibi, tabiatımız üzerine alabildiğine iyimser bir bakıştan yola çıkar. Ama iradenin iyi olduğu hiç kanıtlanmamıştır; hatta hiç öyle olmadığı muhakkaktır, yenisi de eskisinden iyi değildir. Sadece isteği yetersiz insanlar kendiliğinden iyidirler; diğerlerinin bunun için uğraşmaları gerekir ve ancak kendilerini öfkelendiren çabalar pahasına ulaşırlar buna. Kötülük fiilden ayrılmaz olduğu için, girişimlerimizin zorunlu olarak birine ya da bir şeye karşı, eninde sonunda kendimize karşı yönelmesidir bunun sonucu. Ama genellikle bunda ısrar ederiz, istemek ancak başkasının aleyhine olur. Az ya da çok seçilmiş kul olmak bir yana, az ya da çok cehennemlikleriz. İnsanların artık birbirine zarar vermediği bir toplum mu kurmak istiyorsunuz? Oraya sadece irade yitimine uğramışları sokunuz.

Hasta bir iradeyle kötü bir irade arasında seçim hakkımız vardır eninde sonunda; biri mükemmeldir, çünkü şaşakalmıştır, hareketsizleşmiştir, etkisizdir; ötekiyse zararlıdır, yani yerinde durmaz, dinamik bir ilkeyle beslenir: Bizzat oluşun ateşini ayakta tutan ve olaylara yol açan irade odur. Altın çağ üzerine hesap yapıyorsanız insanın elinden alın onu! Bütün sırrı o zarar verme eğiliminde yatan ve bunsuz düşünülemeyecek olan varlığından mahrum bırakmak daha iyi olurdu. Hem kendi mutluluğuna hem de ötekilerin mutluluğuna ayak diremektedir, sanki ideal bir toplumun kurulmasını temenni ediyormuş gibi hareket eder, o toplum bir gerçekleşse, doygunluğun mahzurları sefaletinkilerden mukayeseye gelmez bir biçimde büyük olduğundan, soluksuz kalırdı orada. Gerilimi, sürekli yol almayı sever: Mükemmeliyetin içinde neye doğru gidecektir? Öncesiz sonrasız şimdiyi yaşamayı beceremediği gibi, yeknesaklığından da çekinir onun; cennetteki tehlikenin ikili yüzüdür bu: dinî ve ütopik. Tarih, son tahlilde can sıkıntısı korkumuzun, bize hep felâketin ilginçliğiyle yeniliğini sevdiren ve durgunluk yerine herhangi bir mutsuzluğu tercih ettiren o korkunun sonucu olamaz mı? Yepyenilik saplantısı selametimizi yıkan ilkedir. Edilgenliğiyle her şeyin anahtarını oluşturması, bütün sorularımıza cevap vermesi gereken bitkisel yaşamdan uzaklaştığımız ölçüde, cehenneme doğru yürürüz; içimizde uyandırdığı dehşet, özden habersiz olup her şeyi bilen canavarlar, şu uygarlaşmışlar sürüsüne çevirmiştir bizi. Yavaş yavaş sıkıntıdan patlamak, sadece soluk almak, varoluştaki adaletsizliğe ağırbaşlılıkla katlanmak, beklentiden, umudun baskısından kurtulmak, hayvan leşiyle nefes arasında bir orta yol aramak; bunlara ulaşamayacak kadar yozlaşmış ve soluk soluğayızdır. Şurası muhakkak ki hiçbir şey bizi can sıkıntısıyla barıştıramayacaktır. Buna karşı daha az isyan etmek için, biraz da yukarının yardımıyla, olaysız bir doluluğu, değişmez anın hazzını yaşamamız, özdeşliğin tadını çıkarmamız gerekirdi. Ama böylesi bir lütuf tabiatımıza o kadar zıttır ki, bize hiç ihsan edilmemesinden aşırı mutlu oluruz. Çeşitliliğe zincirlenmişizdir ve onda, içgüdülerimiz için onca elzem olan o sabit hayal kırıklığı ve çatışma toplamını buluruz. Kaygılardan ve her tür engelden kurtulmuş olsak, kendi kendimizin eline kalırdık; bunun vereceği başdönmesi, esaretimizin yaptığından bin beter kılardı bizi. Düşkünlüğümüzün bu veçhesi, son Pelagiusçular olan anarşistlerin gözünden kaçmıştır; ama yine de özgürlüğe taptıkları için, selefleri nazarında, başta “idealler” olmak üzere tüm siteleri reddetme ve onların yerine eskilerden daha parlak ve daha gayri muhtemel yeni bir hayal zenginliği koyma üstünlüğünü göstermişlerdir. Devlet’e karşı ayaklanıp onun yok edilmesini istemeleri, Devlet’i esaslı bir biçimde iyi bir iradenin icrasına engel olarak görmelerindendi; oysa tam da bu irade kötü olduğu için Devlet doğmuştur; Devlet bir ortadan kalksa, hiçbir kısıtlama olmadan kötülük yapmakla gönül eğlerdi bu irade. Bununla birlikte, her tür otoriteyi yok etme fikirleri, bugüne kadar tasarlanan en güzel fikir olarak kalmaktadır. Bunu gerçekleştirmek istemiş olanların soyunun tükenmesinden de ne kadar yakınsak azdır. Ama belki de teorilerini ve öngörülerini çürütme telaşında olan bizimki gibi bir yüzyılda silinmeleri ve yok olmaları gerekiyordu. Birey çağını ilan ediyorlardı: Bireyin sonu gelmiştir. Devlet’in silinip gitmesini: Hiçbir zaman bugünkü kadar kuvvetli ve rahatsız edici olmamıştır. Eşitlik çağını: Gelen, terör çağı olmuştur. Her şey küçülerek gider. Onlarınkilerle karşılaştırıldığında, suikastlerimizin bile kalitesi düşmüştür: Ara sıra hâlâ buna gönül indirenler, onlarınkinin kefaretini ödeyen ve daima onca itina ve onca parıltıyla infaz edilen o mutlaklık arka planının noksanlığını çekerler! Bugün, “evrensel uyum”un kurulması için bomba atan kimse kalmamıştır; artık hiçbir şey beklemediğimiz en büyük kurgudur o… Zaten, vardığımız demir çağının en ucunda, ondan ne umabilirdik ki? Burada ağır basan duygu, bozulmuş düşlerimizin tutarı olan külyutmazlıktır. Tahrip etmenin faziletlerine inanacak halimizin bile kalmaması da, ıskartaya çıkmış anarşistler olarak bunun aciliyetini ve yararsızlığını anlamış olmamızdır.

VI

Istırap, başlangıcında, altın çağı şu dünyada hesaba katar, burada dayanak arar, kendini bir nevi sabitler buraya; ama vahimleştikçe, sadece kendine bağlanarak ondan uzak düşer. Ütopik sistemlerin suç ortağı olmuşken şimdi onlara karşı dikilir, çekiciliğini yeni keşfetmeye başladığı kendi uçurumlarının muhafazasına karşı ölümcül bir tehlike görür onlarda. Yeraltından Notların kahramanıyla kaosu savunur; akla karşı, “iki kere iki dört eder”e karşı, Falanster’in son sözü olan “sırçaköşk”e karşı isyan eder.

Cehenneme, planlanmış mutsuzluğa değen herkes, onun müthiş simetrisini ideal sitede, çok acı çekenlerin hepsinin tiksindiği “herkes için mutluluk”ta bulacaktır; Dostoyevski, buna olan husumetini hoşgörüsüzlüğe vardırmıştır. Yaşla birlikte, kendini gençliğindeki Fourier’ci fikirlerinin gitgide daha çok zıddında tanımlayacaktır; kendini bunlara katılmış olmaktan dolayı affedemediğinden, ilk yanılsamalarının insanüstü karikatürleri olan kahramanlarından çıkaracaktır öcünü. Onlarda nefret ettiği şey eski bocalamaları, ütopyaya verdiği tavizlerdi, ki yine de bunları birçok konu izleyecekti: Büyük Engizisyoncu’yla insanlığı mutlu bir sürü ve zihni açık, alınyazısını üstlenen, harap olmuş bir azınlık şeklinde ikiye ayırdığı zaman, ya da Pyotr Verhovenski’yle Stavrogin’i müstakbel sitenin manevî şefi, devrimci ve tanrıtanımaz bir papa haline getirdiği zaman Saint-Simon’cuların “üreticiler’den yukarı gördükleri “papazlık”tan, ya da yeni dinin papası olarak bizzat Saint-Simon’u yüceltme çocukluğundan esinlenmiyor muydu? Katolikliği “sosyalizm”e yaklaştırır, hatta onları son derece Slav olan yöntem ve sayıklama karışımı bir bakış açısıyla özdeşleştirir. -Batı’ya nazaran Rusya’da her şey bir derece üsttedir: Orada kuşkuculuk nihilizm, varsayım dogma, fikir ikona halini alır. Şigalev’in ağzından dökülen zinalar Cabet’ninkilerden fazla değildir; bununla birlikte Dostoyevski bu sözlere Fransız modelinde bulunmayan bir azgınlık katar. Tam anlamıyla saplantılı biri olan ve kahramanları gibi tek bir düşe, altın çağ düşüne bağlanmış olan Dostoyevski aracılığıyla Ruslar, “Artık saplantılarınız yok, sadece bizde var onlar,” diyor gibidir Batı’ya. Altın çağ düşü olmasa “halklar yaşamak istemez ve hatta ölemezler” diye temin eder bizi. O bunun tarihte gerçekleşmesini beklemez; bilâkis gelmesinden çekinir, ama yine de “gericiliğe” düşmez, zira “ilerleme”ye düzen adına değil kapris adına, kapris hakkı adına saldırır. Gelecek cenneti teptikten sonra eskiyi, çok eskiyi, ötekini mi kurtaracaktır! Art arda Stavrogin’e, Versilov’a ve “gülünç adam”a gördüreceği düşlere konu edecektir bunu.

“Dresden Müzesi’nde Claude Lorrain’in bir tablosu vardır ve katalogda Acis et Galatée adıyla gösterilir… Düşümde gördüğüm bu tabloydu, ama bir tablo gibi değil, bir gerçek gibiydi. Tıpkı tablodaki Yunan takımadasının bir ucu gibiydi ve onun üzerinde üç bin yıl geri gitmiştim. Mavi ve okşayıcı dalgalar, adalar ve kayalıklar, çiçekli kıyılar; uzakta, büyüleyici bir panorama, batmakta olan güneşin çağrısı… İnsanlığın beşiği burasıydı… İnsanlar mutlu ve masum uyanıyor ve uykuya dalıyorlardı; neşe dolu ezgileri koruları çınlatıyordu, kuvvetlerinin arta kalanını aşkta, saf neşede boşaltıyorlardı. Ve onları bekleyen uçsuz bucaksız geleceği ayırt ederek hissediyordum bunu; bu düşüncelerden yüreğim titriyordu” (Ecinniler).

Versilov ise Stavrogin’le aynı rüyayı görecektir; şu farkla ki batmakta olan güneş ona aniden bir başlangıç güneşi gibi değil, “Avrupa insanlığı”nın sonu gibi görünecektir. Delikanlıda bu tablonun biraz karardığı görülür; “Gülünç Bir Adamın Düşü”nde iyice kararacaktır. Altın çağ ve onun klişeleri burada önceki iki düşe nazaran daha büyük bir titizlik ve coşkuyla sunulacaktır: Claude Lorrain’in bir hayalinin Sarmat bir Hesiodos tarafından yorumlanması. “İlk günah tarafından kirletilmemiş” bir yeryüzü üzerindeyiz. İnsanlar burada “bir tür sevgi dolu, evrensel ve karşılıklı coşku içinde” yaşıyorlardı, zevkin ve dünyaya çocuk getirmenin dehşetini yaşamadan çocukları oluyordu, ezgiler söyleyerek koruluklarda avarelik ediyorlardı; sürekli bir vecd hali içine dalmış olduklarından, kıskançlıktan, öfkeden, hastalıklardan, vs. habersizdiler. Bütün bunlar hâlâ itibari kalmaktadır. Bereket versin ki bu ebedi görünen mutluluğun da eğreti olduğu, sınandığında ortaya çıkacaktır: “Gülünç adam” o ülkeye gelir ve hepsini yoldan çıkarır. Kötülüğün belirmesiyle klişeler ortadan yok olur, tablo canlanır. – “İltihabi bir hastalık, bir veba atomu tüm bir imparatorluğu nasıl sararsa, ben de gelişimden önce enfes olan bu toprak parçasını varlığımla kirlettim. Yalan söylemeyi öğrendiler ve yalanın tadını aldılar ve yalanın güzelliğini gördüler. Belki bütün bunlar çok masum bir biçimde, şakacıktan, hoşluk olsun diye, bir nevi eğlenceli oyun gibi başladı; nitekim belki de bazı atomlar aracılığıyla oldu, ama o yalan atomu yüreklerine sızdı ve sevimli göründü onlara. Az sonra haz doğdu; haz kıskançlığı doğurdu, kıskançlık da zalimliği… Ah! Bilmiyorum, artık hatırlamıyorum, ama sonra, çok kısa süre sonra ilk leke olarak kan sıçradı: Bundan şaşırdılar, ürktüler, birbirlerinden uzaklaşmaya, ayrılmaya başladılar. İttifaklar oluştu, ama artık ötekilere karşı yönelmişlerdi. Sitemler ve kınamalar işitildi. Utancın ne olduğunu öğrendiler ve utancı bir fazilet haline getirdiler. Şeref duygusu doğdu içlerinde ve her ittifakın üzerine sancağını çekti. Hayvanlara kötü muamele etmeye başladılar; hayvanlar da ormanların içlerine ulaşıp onlardan uzaklaşarak hasımlaştılar. Tekilliğin, bireyciliğin ve ben sen ayrımının lehinde bir mücadeleler devri başladı. Lisanlar çeşitlendi. Hüznü öğrendiler ve hüznü sevdiler; acıya heves ettiler ve hakikatin ancak acıyla elde edildiğini söylediler. Ve onların ülkesinde bilim ortaya çıktı. Kötü oldukları zaman kardeşlikten ve insanlıktan söz etmeye başladılar ve bu fikirleri anladılar. Cani olduktan zaman adaleti icat ettiler ve onu muhafaza etmek için tam kanunlar dikte ettiler; sonra, bu kanunlara riayet edilmesini sağlamak için giyotini kurumlaştırdılar. Kaybettikleri şeylerin artık sadece bulanık bir hatırası kalmıştı, hatta vaktiyle masum ve mutlu olmuş olduklarına inanmak istemiyorlardı. Bir düş olarak adlandırdıkları eski mutluluklarını alaya almaktan usanmıyorlardı” (Bkz. Bir Yazarın Güncesi).

Ama beteri var: Yaşam bilincinin yaşamdan üstün olduğunu ve “mutluluk yasaları” bilgisinin mutluluktan üstün olduğunu farkedeceklerdi. O andan itibaren mahvolmuşlardı; “gülünç adam”, onları bilimin iblisane çalışmasıyla içlerinde bölerek, öncesiz sonrasız şimdiden tarihe yuvarlayarak, Prometheus’un hatalarını ve çılgınlıklarını onlar üzerinden yenilememiş midir?

Kabahatini bir kez işlediğinde, az önce vicdan azabının kışkırtmasıyla yıktığı nefaset dünyasının yeniden fethedilmesi için bir Haçlı Seferi vaaz etmeye başlamıştır. Buna girişir, ama hakikatte inanmaz. Yazarı da inanmaz, en azından bizim izlenimimiz budur: Gelecek formüllerini reddettikten sonra en çok tercih ettiği saplantısına, çok eskilerde kalmış huzura doğru dönmesi, sadece bunun dayanıksızlığını ve akıl olmazlığını meydana çıkarmak içindir. Keşfettiklerinden yerle bir olmuştur; bunun etkilerini hafifletmeyi, yanılsamalarını tekrar canlandırmayı, sadece fikirde bile olsa en sevgili düşünü kurtarmayı deneyecektir. Başaramayacaktır, biz gibi o da bilir bunu ve cenneti ikili bir imkânsızlığa soktuğunu söylersek düşüncesini pek tahrif etmiş olmayız.

Kaldı ki, düşün üç versiyonundaki idil manzarasını tasvir etmek için, yavan büyülenmeleri seven Claude Lorrain’e tıpkı Nietzsche gibi başvurması hiç açıklayıcı değil midir? (Bu kadar şaşırtıcı bir tercih nasıl bir uçurum gerektirir!) Ama kökendeki mutluluğun parçalanmasını, düşüşün dekorunu ve başdönmelerini vermek söz konusu olduğu andan itibaren, artık kimseden bir şey ödünç almaz, kendinde bulur, her tür yabancı öneriyi bertaraf eder; hatta hayal etmeyi ve düş kurmayı bile bırakır, görür. Uğruna “sırça saray”la savaştığı ve Aden’i feda ettiği demir çağının bağrında da, kendini, esas unsurunun içinde hisseder.

VII

Mademki eski altın çağın kırılganlığını ve geleceğin hiçliğini bu kadar yetkili bir ağızdan öğreniyoruz, bundan sonuç çıkarmak ve Hesiodos’un ya da Prometheus’un sayıklamalarına, hele ütopyaların denediği senteze hiç aldanmamak zorunda kalırız. Uyum, evrensel veya değil, hiç olmamıştır ve olmayacaktır. Adalete gelince, onun mümkün olduğuna inanmak için, sadece onu tahayyül etmek için tabiatüstü bir körlük melekesinden, alışılmamış bir ihsandan, şeytani bir lütfun kuvvetlendirdiği ilahî bir lütuftan istifade etmek, ayrıca da göğün ve cehennemin bir cömertlik çabasında bulunacağına bel bağlamak -ki aslına bakılırsa bu iki taraf için de aynı derecede gayri muhtemeldir- gerekir. Karl Barth’ın tanıklığına bakılırsa, “Tanrı’nın adil olduğu yolundaki kesinlik içimizde, en derinlerimizde bulunmasa bir yaşam soluğumuz bile kalmazdı”. Oysa bu kesinliği hâlâ tanımadan, hatta hiç tanımadan yaşayanlar da vardır. Sırları nedir? Bildiklerini bilmelerine rağmen hangi mucizeyle hâlâ soluk almaktadırlar?

Reddedişlerimiz ne kadar acımasız olursa olsun, özlediğimiz şeyleri tam olarak yıkmayız: Düşlerimiz, uyanışlarımızdan ve tahlillerimizden sonra da ayakta kalırlar. Cennetin coğrafî gerçekliğine ya da muhtelif çehrelerine inanmayı epeydir bırakmışızdır, ama yine de içimizde yüksek bir veri gibi, kökensel benliğimizin bir boyutu gibi kalmaktadır; şimdi söz konusu olan onu keşfetmektir. Bunu başardığımızda, ilahiyatçıların esasi diye adlandırdığı o zafere ulaşırız; ama karşımızda gördüğümüz Tanrı değildir, oluştan ve bizzat ebediyetten alınmış öncesiz sonrasız şimdidir… O andan itibaren tarihin ne önemi kalır! Varlığın merkezi değildir, yokluğudur, her şeyin hayırıdır, canlının kendinden kopmasıdır; onunla aynı hamurdan yoğurulmadığımız için, onun ihtilaçlarıyla işbirliği etmekten tiksiniriz. Bizi ezmekte serbesttir; görünümlerimize ve murdarlıklarımıza, daima başarısızlığımızın simgeleri, kurtulamayışımızın izleri olarak beraberimizde sürüklediğimiz o zaman kırıntıları’na ulaşacaktır sadece.

Dertlerimizin devasını kendi içimizde aramamız gerekir, tabiatımızın zamandışı ilkesinde. Böyle bir ilkenin gerçekdışılığı kanıtlansa, ispat edilse, temyizsiz bir biçimde mahvolurduk. Bununla birlikte, bir parçamızın süreden kurtulduğuna dair içsel ve tutkulu kanaatimize karşı; sınırlarımızda aniden su yüzüne çıkan bir berraklıkla Tanrı’nın ikili oynadığı o anların, bizi kendimizin uzağına atan ahiret mutluluğunun, evren dışı kavrayışın fışkırmasına karşı hangi kanıt, hangi ispat gelebilir? Artık ne geçmiş ne gelecek vardır; yüzyıllar dağılır, madde pes eder, karanlıklar tükenir; ölüm ve bizzat yaşam da gülünç görünür. Onu tek bir kere hissetmiş olsak bile, bu kavrayış kuşkusuz ödülü olduğu utançlarımız ve sefilliklerimizle uyuşmamıza yeterlidir. Sanki bütün zaman, yok olmadan önce, son bir defa, bizi ziyarete gelmiştir… Ondan sonra eski cennete doğru çıkmanın ya da geleceğe doğru koşmanın yararı yoktur: Biri ulaşılmazdır, ötekiyse gerçekleştirilemezdir. Buna karşılık önemli olan, dışa döndüklerinde zorunlu olarak yoksunlaşan özlemi ya da beklentiyi içselleştirmek; aynı anda da ya yokluğunu çektiğimiz ya bel bağladığımız mutluluğu içimizde yaratmak ya da onları bunu açığa çıkarmaya zorlamaktır. Varlığımızın en derininden başka hiçbir yerde cennet yoktur, tıpkı benliğimizin benliği gibi; üstelik onu bulmak için de, vakti dolmuş ve muhtemel tüm cennetleri dolaşmış, fanatizmin hoyratlığıyla onları sevmiş ya da onlardan nefret etmiş, göz diktikten sonra da hayal kırıklığının maharetiyle onları elinin tersiyle itmiş olmak gereklidir.

Bir hayaletin yerine başka bir hayalet koyduğumuz, altın çağ fabllerinin bizim düşündüğümüz öncesiz sonrasız şimdiden yeğ olduğu ve ümitlerimizin temeli olan kökensel benliğin boşluğu çağrıştırdığı, sonunda da ona indirgendiği mi söylenecek? Pekâlâ! Ama doluluğu telafi eden bir boşluk, tüm tarihin sahip olduğu gerçeklikten daha fazla gerçeklik içermez mi?

E. M. Cioran
Tarih ve Ütopya
çeviren: Haldun Bayrı
Metis Yayınları