Aristoteles ile Spinoza’nın Demokrasi Anlayışları: Deleuzeyen Bir Okuma
Bu metin, Aristoteles’in Antik Yunan şehir-devletlerindeki demokrasi deneyimleri ile Spinoza’nın 17. yüzyıl Hollanda’sındaki politik ve dini bağlamda geliştirdiği demokrasi anlayışını, Gilles Deleuze’ün düşünce düzlemi üzerinden karşılaştırmalı bir şekilde ele alıyor. Deleuze’ün kavramlar, etkiler ve çokluklar üzerine kurulu felsefesi, bu iki düşünürün demokrasi anlayışlarını tarihsel, dilbilimsel ve antropolojik boyutlarıyla yeniden düşünmek için bir çerçeve sunar. Aristoteles’in demosun ortak yönetimine dayalı pragmatik vizyonu ile Spinoza’nın bireyin akıl ve özgürleşme süreciyle tanımladığı demokrasi anlayışı, Deleuze’ün çokluk, arzu ve immanens kavramları ışığında inceleniyor.
Tarihsel Bağlamların Çatışması
Aristoteles’in demokrasi anlayışı, Antik Yunan’ın şehir-devletlerinde, özellikle Atina’da, yurttaşların agora meydanında toplanarak karar alma süreçlerine katıldığı bir pratiğe dayanır. Onun için demokrasi, bir yönetim biçimi olarak “çoğunluğun yönetimi”dir, ancak bu yönetim, toplumsal hiyerarşiler ve erdem etiğiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Deleuze’ün perspektifinden bakıldığında, Aristoteles’in demokrasisi, belirli bir tarihsel momentte sabitlenmiş bir “organizma” gibidir; şehir-devletinin organik yapısı içinde yurttaşların erdemli bir yaşam sürmesi için işleyen bir makine. Ancak bu makine, yalnızca özgür erkek yurttaşları kapsar ve köleler, kadınlar, yabancılar gibi “ötekileri” dışarıda bırakır. Deleuze’ün “farklılık” kavramı burada devreye girer: Aristoteles’in demokrasisi, farklılıkları bastıran bir özdeşlik düzlemine dayanır.
Spinoza’nın demokrasi anlayışı ise 17. yüzyıl Hollanda’sının çalkantılı politik ve dini ortamında şekillenir. Hollanda, ticari bir cumhuriyet olarak monarşilere karşı bir alternatif sunarken, aynı zamanda dini otoritelerin baskısı altında bireysel özgürlüklerin sınırlarını zorlamaktaydı. Spinoza, demokrasiyi bireylerin akıl yoluyla özgürleşme süreci olarak tanımlar ve bunu “çokluk”un (multitude) ortak gücüyle ilişkilendirir. Deleuze’ün immanens düzlemi açısından, Spinoza’nın demokrasisi, hiyerarşik bir organizma yerine, bireylerin arzularının ve güçlerinin (potentia) yatay bir şekilde bir araya geldiği bir oluş (becoming) sürecidir. Spinoza’nın tarihsel vizyonu, Aristoteles’in şehir-devletine kıyasla daha evrensel bir insan doğası anlayışına dayanır ve bu, Deleuze’ün çokluk kavramıyla örtüşür: Demokrasi, bireylerin farklılıklarını korurken ortak bir güç oluşturmasıdır.
Dilin Dönüşüm Dinamikleri
Aristoteles’in “demokrasi” terimi, “demos” (halk) ve “kratos” (güç/yönetim) kelimelerinden türeyerek, çoğunluğun kolektif egemenliğini ifade eder. Bu tanım, Deleuze’ün kavramlar üzerine düşüncesinde, sabit bir anlam düzlemine işaret eder; demos, şehir-devletinin belirli bir kesimini temsil eder ve kratos, bu kesimin otoritesini pekiştirir. Ancak bu dil, hiyerarşik bir toplumsal düzeni yansıtır ve “öteki”nin katılımını dışlar. Deleuze’ün “kavram yaratımı” açısından, Aristoteles’in demokrasi tanımı, tarihsel bir momentte donmuş bir anlam taşır ve farklılıkların akışını sınırlayan bir çerçeve sunar.
Spinoza’nın “demokrasi”si ise “libertas” (özgürlük) ve “potentia” (güç) kavramlarıyla yeniden tanımlanır. Libertas, bireyin akıl yoluyla kendi arzularını ve doğasını anlamasıdır; potentia ise bu özgürlüğün kolektif bir ifadeye dönüşmesidir. Deleuze’ün bakış açısıyla, Spinoza’nın dili, sabit anlamların ötesine geçerek bir “anlam akışı” yaratır. Demokrasi, bireylerin kendi güçlerini (potentia) bir araya getirerek oluşturdukları bir çokluk düzlemidir. Bu, Aristoteles’in demos ve kratos kavramlarının hiyerarşik yapısından farklı olarak, yatay bir ilişkiselliği vurgular. Spinoza’nın dili, Deleuze’ün “rizomatik” düşüncesine yakındır: Anlamlar, hiyerarşik bir ağaç gibi dallanmaz, aksine yatay bağlantılarla çoğalır.
İnsan Doğasının Çizgileri
Aristoteles’in “zoon politikon” (siyasal hayvan) kavramı, insanı toplumsal bir varlık olarak tanımlar ve demokrasiyi, insanın doğasının bir uzantısı olarak şehir-devletinin hiyerarşik yapısında görür. Deleuze’ün perspektifinden, bu kavram, insanı sabit bir organizma olarak ele alır; insan, şehir-devletinin bir parçası olarak erdemli bir yaşam sürmek zorundadır. Ancak bu, farklılıkların bastırıldığı bir düzendir; köleler, kadınlar ve yabancılar, bu “siyasal” tanımının dışında bırakılır. Deleuze’ün “farklılık ve tekrar” fikri ışığında, Aristoteles’in demokrasisi, bireylerin farklılıklarını değil, ortak bir “ortak iyi” ideali etrafında özdeşliklerini vurgular.
Spinoza’nın “conatus” kavramı ise insanın hayatta kalma ve varlığını sürdürme çabasını merkeze alır. Demokrasi, bireylerin conatus’larının akıl yoluyla özgürleşmesi ve bu özgürleşmenin kolektif bir güç olarak ortaya çıkmasıdır. Deleuze’ün “arzu” kavramı burada devreye girer: Spinoza’nın demokrasisi, bireylerin arzularının bir araya gelerek bir çokluk oluşturduğu bir süreçtir. Bu, Aristoteles’in hiyerarşik zoon politikon anlayışından farklı olarak, bireylerin farklılıklarını koruduğu bir immanens düzlemine dayanır. Spinoza’nın antropolojik vizyonu, Deleuze’ün “oluş” kavramıyla uyumludur; demokrasi, sabit bir durum değil, bireylerin sürekli bir özgürleşme sürecidir.
Toplumsal Dinamiklerin İzleri
Aristoteles’in demokrasisi, toplumsal hiyerarşilere sıkı sıkıya bağlıdır ve şehir-devletinin “orta sınıf” yurttaşlarının erdemli bir denge arayışını yansıtır. Deleuze’ün “kontrol toplumu” kavramı bağlamında, Aristoteles’in demokrasisi, bireyleri belirli bir düzen içinde sabitleyen bir disiplin mekanizması olarak görülebilir. Bu düzen, farklılıkları bastırarak toplumsal bir özdeşlik yaratır ve demokrasiyi, yalnızca belirli bir kesimin katılımıyla sınırlı bir yönetim biçimi olarak tanımlar.
Spinoza’nın demokrasisi ise bireylerin akıl ve özgürlük arayışını toplumsallaştırır. Deleuze’ün “çokluk” kavramı, Spinoza’nın demokrasisini anlamak için kilit bir araçtır: Demokrasi, bireylerin farklı arzularının ve güçlerinin bir araya gelerek oluşturduğu bir kolektif harekettir. Bu, Aristoteles’in hiyerarşik düzeninden farklı olarak, bireylerin özgürleşme süreçlerini merkeze alan bir toplumsal dinamik sunar. Spinoza’nın vizyonu, Deleuze’ün “rizomatik” toplumsal yapı anlayışıyla örtüşür; demokrasi, sabit bir hiyerarşi değil, bireylerin sürekli etkileşim içinde olduğu bir ağdır.
Evrensel ile Yerelin Çekişmesi
Aristoteles’in demokrasi anlayışı, şehir-devletinin yerel bağlamına sıkı sıkıya bağlıdır ve evrensel bir insan doğasından çok, belirli bir toplumsal düzenin ihtiyaçlarına odaklanır. Deleuze’ün “yerelleşme” (territorialization) kavramı, Aristoteles’in demokrasisini bir tarihsel momentte sabitleyen bir çerçeve olarak okunabilir. Bu demokrasi, yalnızca belirli bir coğrafya ve topluluk için geçerlidir ve farklılıkları dışlayan bir özdeşlik yaratır.
Spinoza’nın demokrasisi ise evrensel bir insan doğası anlayışına dayanır ve bireylerin akıl yoluyla özgürleşme sürecini tüm insanlık için mümkün kılar. Deleuze’ün “yerelsizleşme” (deterritorialization) kavramı, Spinoza’nın demokrasisini anlamak için bir anahtar sunar: Demokrasi, belirli bir coğrafya veya toplulukla sınırlı kalmaz, aksine bireylerin özgürleşme arzularının evrensel bir düzlemde bir araya gelmesidir. Bu, Spinoza’nın vizyonunu Aristoteles’inkinden daha ileri bir tarihsel perspektif haline getirir; çünkü Spinoza, demokrasiyi yalnızca bir yönetim biçimi olarak değil, insanlığın ortak özgürleşme süreci olarak görür.
Farklılıkların Dansı
Deleuze’ün düşüncesi ışığında, Aristoteles ile Spinoza’nın demokrasi anlayışları, iki farklı düzlemde işler. Aristoteles, demokrasiyi şehir-devletinin sabit bir organizması olarak ele alırken, Spinoza, demokrasiyi bireylerin arzularının ve güçlerinin yatay bir şekilde bir araya geldiği bir çokluk olarak tanımlar. Tarihsel, dilbilimsel ve antropolojik boyutlarıyla bu iki vizyon, Deleuze’ün farklılık, çokluk ve immanens kavramlarıyla yeniden anlamlandırıldığında, Spinoza’nın demokrasisinin daha evrensel ve akışkan bir anlayış sunduğu görülür. Ancak bu, Aristoteles’in vizyonunu değersiz kalmaz; onun demokrasisi, kendi tarihsel bağlamında, toplumsal düzeni sağlamlaştırmak için bir denge arayışıdır. Spinoza ise bu dengeyi aşarak, demokrasiyi bireylerin özgürleşme sürecinin bir ifadesi haline getirir. Bu karşılaştırma, demokrasinin yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda insanlığın sürekli bir oluş süreci olduğunu gösterir.