Bento’nun Eskiz Defteri – John Berger

Hollandalı filozof Baruch (Bento) Spinoza, kısa ömrünün en yoğun yıllarını yazarak geçirmiş. Resim yapmaktan zevk alır, yanında hep bir eskiz defteri taşırmış. Ani ölümünün ardından dostları mektuplarını, elyazmalarını, notlarını kurtarmayı başarmış ama eskiz defteri bulunamamış.

John Berger, içinde ne olduğunu bilmeksizin, bu eskiz defterini bulmayı hayal etmiş hep. İstediği sadece filozofu yeniden okurken, Spinoza’nın gözlemlediği şeylere bir de onun gözüyle bakabilmekmiş. Bir gün süet ciltli bir eskiz defteri hediye gelince, “Bu Bento’nun olmalı!” demiş kendi kendine ve Spinoza’nın düşüncelerini izleyerek çizimler yapmaya başlamış. Ve Bento’nun Eskiz Defteri çıkmış ortaya. Çizme edimi üzerine sözcükler ve imgelerle yürütülen bir araştırma var bu kitapta: Çağımızın en bilge yazarlarından John Berger’ın çiçeklerle, bitkilerle, hayvanlarla, çeşitli muhalif ve sürgünlerle, Arundhati Roy, Platonov gibi yazarlarla yarenlik ederek yürüttüğü, sanatın giderek acımasızlaşan bu dünyaya bakışımızı nasıl etkilediği üzerine bir düşünme süreci.

OKUMA PARÇASI
s. 11-12.
Filozof Baruch Spinoza (1632-1677) –daha çok Benedictus ya da Bento Spinoza olarak bilinir– hayatını mercek yontuculuğuyla kazanıyordu. Kısa ömrünün en yoğun yıllarını “Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine” ve Ethica’yı yazmakla geçirdi. Her iki eser de ölümünden sonra yayımlandı. Başkalarının anı ve günlüklerinden filozofun çizim yaptığını da biliyoruz. Resim yapmaktan zevk alır, yanında hep bir eskiz defteri bulundururmuş. Ani ölümünün ardından –muhtemelen mercek yontuculuğu sırasında maruz kaldığı cam tozu silikosize sebebiyet vermişti– dostları mektuplarını, elyazmalarını, notlarını kurtarmayı başarmış ama anlaşılan eskiz defterini bulamamış. Bulmuş olsalar bile belki de sonradan kaybolmuş.
Bense yıllardan beri Spinoza’nın çizimlerinin yer aldığı bu defterin bulunacağını hayal ediyorum. İçinde ne bulmayı ümit ettiğimi bilmiyorum. Neler çizmiş olabilir? Nasıl bir üslupta çiziyordu acaba? De Hooch, Vermeer, Jan Steen, Gerard Dou ile çağdaştı. Amsterdam’da bir süre kendisinden yirmi altı yaş büyük olan Rembrandt’ın birkaç yüz metre ötesinde yaşadı. Biyografi yazarları onların muhtemelen karşılaştığından dem vurur. Teknik resim çiziminde Spinoza’nın amatör olduğunu varsayabiliriz. Eskiz defteri bulunsaydı eğer, pek öyle ahım şahım çizimlerle karşılaşacağımı düşünmedim hiç. Sadece yazdığı bazı notları ve bir filozof olarak şaşırtıcı önermelerini yeniden okumak, bir yandan da gözlemlediği şeylere onun gözüyle bakabilmek istiyordum.
Derken geçen yıl, Bavyera’da yaşayan bir dostumun dostu olan Polonyalı bir matbaacı bana ten rengi, süet ciltli bir eskiz defteri armağan etti. Kendi kendime, “Bu Bento’nun olmalı!” diye mırıldandığımı fark ettim.
Çizilmek isteğiyle beni kışkırtan şeyleri çizmeye başladım.
Zaman ilerledikçe ikimizin –Bento’yla benim– farklılıklarımız azaldı. Bakma ediminde, gözlerimizle sorgulama ediminde adeta birbirimizin yerini alır olduk. Bunun böyle olmasının nedeni, sanırım, çizim alıştırmalarının hangi yönde olacağına ve nereye varacağına dair paylaştığımız bir farkındalık.

ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER

Evrim Altuğ, “El ve söz yordamıyla Spinoza”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2013
Yaşamına çok erken sayılabilecek bir yaşta, 45’inde veda ederken bize Ethica’nın sınırlarını sorgulatan ortaçağ filozofu Benedict “Bento” Spinoza’nın eskiz defteri neye benzerdi?
İşte, G. romanıyla 1972 Booker Ödülü’nü kazanan 1926 doğumlu yazar ve sanat eleştirmeni, aktivist ve düşünür John Berger, Türkçeye Beril Eyüboğlu imzası ile yeni kazandırılan Bento’nun Eskiz Defteri adlı yapıtında bu merakı hem görselleştiriyor, hem de yeni fikirleriyle Spinoza’yı beklenmedik bir çeşitlilikle sorgulamamamızın önünü açıyor.
Halen yaşamını Fransa’nın bir köyünde sürdüren John Berger’ın, kendisine hediye edilmiş eski bir boş defterden türettiği bu son kitabı, mütevazı bir sadelikle, birbirine refakat eden günlük desenler ve deneyimleri, Spinoza’dan alıntılarla kesiştiriyor. 173 sayfalık kalın ciltli bu defter/kitap okura, bir başkasının özel günlüğünü keşfettirmişçesine samimiyetle ulaşıyor.
Berger kitapta hem Spinoza’nın teleskop mercekleri ve göz çizimini hem de müzelerde rastladığı başyapıtlar ya da günlük hayatındaki bitkiler veya yakınları gibi konuları desenleyerek, bir fikrin imgeye, imgeden de yeni fikirlere nasıl evrilebildiğinin çeşitlemelerini gözler önüne seriyor. Bunu yaparken okura elleri ve sözleri yordamıyla Spinoza gibi bir değeri tanıştıran Berger, kitabında bol bol yaşamsal nasihat vermeyi de ihmal etmiyor.
Yazar sözgelimi, kâğıt ve dil ilişkisinden bahsederken, demli cümlelerini okura şöyle ikram ediyor: “Genellikle okuyabilmek, telaffuz edebilmek ya da düşünebilmek için sözcüklere cepheden bakarız. Buradaysa dilin kıyısında gelişiyor her şey. Dilin, cepheden görülmesi mümkün değil. Kıyıdan bakınca, dilin nasıl da kâğıt gibi inceldiğini görüyorum; tüm sözcükleri ufala ufala tek bir dikey çizgi haline gelmiş uçsuz bucaksız bir arazide dikili bir direk gibi…” (s. 43)
Kitabında betimleme ediminin kökenini bilge eleştirmenliğiyle sorgulayan Berger, bu edimin hem deneği, hem de analizcisi haline gelirken, Spinoza’dan alıntıların rehberliğinde, çok önemli sorular soruyor. Berger örneğin, “Bir çizim, ad yerine geçebilir mi?” (s. 73) diyerek, belki de sanat tarihinin hâlâ cevaplayamadığı bir soruyu en basit ve derin haliyle yeniden bizlere sunuyor. Berger’in “iç konuşma”larına ses veren Spinoza ise, yazarı şöyle karşılıyor aynı satırlarda: “Zihinsel bir imge ne kadar başka imgeyle birleşirse o kadar sık canlanır. Bir imge ne kadar çok başka imgeyle birleşirse, onu canlandıracak nedenler de o kadar fazlalaşır.”
Berger kitabı boyunca Anton Çehov’un çehresinden bahçesindeki salyangoza, gittiği Avrupa gezilerindeki manzaralardan bir bebek hırkasına ve Subcommandante Marcos’a dek pek çok detayı, yerinde, özelinde ve tüm samimiyetinde, “o” ana adayarak resimliyor. Resimlerken gördüğünü anlamaya ve anladığını en samimi hali ile kalıcı bir ize dönüştürmenin merakını tecrübe ediyor.
Berger bir ara, edebiyattan sanat tarihine uzanan bu imgeler geçidinde yaşadığı tanıklığın samimiyetinden şöyle dem vuruyor: “Aile bağlarının yarattığı karışıklık ve çatışmalardan azade olan, bizi şekillendiren bu hikâyeler, biyolojik değil, rastlantısal atalarımızdır.” (s. 92)

Füsun Ertuğ, “Bento’nun Eskiz Defteri okuma notları”, Cumhuriyet Kitap Eki, 14 Mart 2013
Bu yıl kırkıncı basım yılı kutlanan Görme Biçimleri’ni biz kaç yıl sonra okuyabildiydik? Elimdeki kitabın basım tarihi yok, benim okuduğum kitap da değil kitaplığımdaki, başka bir el yazısıyla 1975 tarihi atılmış, demek basımından üç yıl sonra okumuşuz. Yazılı, çoğu yerinin altı çizili, eprimiş bir nüshaydı benimki, herhalde aynı baskıydı. Yurdanur Salman ve Margaret Quigley çevirisi, Yankı’dan, resimleri zar zor görünen (Görme Biçimleri’ni epeydir Yurdanur Salman çevirisiyle Metis basıyor). Her neyse okuduğumda beni çok etkileyen, sanata bakışımı değiştiren, baktığım resimlerde hikâyeler aratan, sanatın politik ve eril bakış açısı konusunda gözümü açan bir yapıttı. Bento’nun Eskiz Defteri’ni okurken sık sık benzer bir heyecan duydum, kabını okşayarak, dönüp dönüp resimlere bakarak coşkuyla okudum.
John Berger tekrar tekrar diyor ki: “Biz çizerler gözlemlediğimiz bir şeyi başkalarının da görmesini sağlamakla kalmayıp nereye varacağını kestirmenin mümkün olmadığı görünmez bir şeye de refakat ederiz aynı zamanda.” Berger, Fransız Alpleri eteğindeki evinde bunları yazar ve çizerken dünyanın başka başka yerlerinde ne heyecanlar yarattığından, insanları duygudaş kıldığından, kışkırttığından habersiz/mi/dir? Bana ve binlerce başka kişiye refakat edeceğini bilir, sezer bizleri tanımasa da.
Berger bu kitapta yazar olarak değil, çizer olarak karşımızda ama hem yazıyor hem çiziyor, neyi, neden çizdiğini sorguluyor, nelerin onu çizmeye kışkırttığını irdeliyor. Her yazdığının çizimi yok ne yazık ki, siz o eksik kalanları, kitaba almak istemediklerini zihninizde çiziyorsunuz. Kitap sadece dönüp dönüp okumayı değil yakıcı bir çizme duygusunu da kışkırtıyor. Bunu eyleme dökmeyse yaşanacağı aşikâr “hayal kırıklığı korkusu” ve edep duygusu engel oluyor. Gözlemlenenle kâğıda dökülen arasındaki büyük farklılığın korkusu bizi yazarlık ya da çizerlikten alıkoyan.
Berger bir görme yol göstericisi, körlerin bastonu sanki. Kollwitz örneğin ortak bir idolümüzmüş ama onun resimlerinin beni neden etkilediğini, ışığın mı/karanlığın mı, adlandıramadığım baskın duygunun ne olduğunu yine Berger söyledi: “Umut ve şefkat.”
Bento ya da Baruch Spinoza on yedinci yüzyılda Hollanda’da yaşamış ve Berger’ı yazdıklarıyla etkilemiş bir düşünür. Ethica’sından ve Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine yapıtından alıntılar eşlik ediyor Berger’ın düşünce ve çizimlerine. Berger, “çizilmek isteğiyle (onu) kışkırtan şeyleri çizmeye”, Bento’nun gözüyle çizmeye çalışıyor; bir mercek yontucusunun gözüyle bakıyor dünyaya, ayrıntılara… Onun kaybolmuş eskiz defterini yeniden yaratıyor sanki. Sorgulama ediminde onun düşüncelerini, çıkarsamalarını kullanıyor, yine de kendisi kalıyor. Kâh zambaklar, kâh mürdüm erikleri, kâh dansçı Maria Munoz, kâh altmış yaşında bir bisiklet oluyor Berger’ı kışkırtanlar… Gerçek gündelik imgeler kadar beğendiği bir tablonun da eskizini çiziyor, çizerken yeni şeyler görüp yorumluyor. Çağrışımlar yapıyor o yüz, çağlar ötesinden bugüne bağlanıyor. Çehov’un ve Platonov’un portresini de çiziyor, yeni tiranlar dediği vurguncuların da… Bir fırça çizimi de bir bebe hırkası da çarpıcı öyküleriyle yer alıyor.
Yön bulma çabası..

“Çizim bir yön bulma çabasıdır sonuçta” diyor, “yüreğimize değen pek çok şey gibi karmaşık ve çelişkili olan bu devinimi tanımlamaya ya da betimlemeye çalışmak istiyor.”
Çizim yaparak, yazarak, okuyarak, dinleyerek, paylaşarak nereye varabileceğimizi aktarıyor Berger: “Bir hikâyenin peşine düştüğümüzde, hikâye anlatıcısını izleriz; daha doğrusu anlatıcının dikkatinin rotasını, neyi fark ettiğini, neyi görmezden geldiğini, nerede oyalandığını, neyi tekrarladığını, neyi önemsiz bulduğunu, nereye varmak istediğini, neyin etrafında dolandığını, neyi toparladığını izleriz. Bu tıpkı bir dansı izlemeye benzer; ayaklarımız ve bedenimizle değil, gözlemlerimiz ve beklentilerimizle, yaşadığımız hayatın anılarıyla.” Her baktığımızda, okuduğumuzda, dinlediğimizde kendimizden kattıklarımıza da dikkat çekiyor. Her türlü kıyım, zulüm karşısındaki çaresizliğimizden, tüm yazılanlara, çizilenlere karşın “bozulmamış bir sessizlik söz konusuymuşçasına devam eden” talandan, tiranlıklardan söz ediyor. Arundhati Roy’dan alıntı yaparak, protestolara kulak verilmese de bunu sürdürme gerekçemizi irdeliyor. “Protesto, sıfırlanmayı ve suskunluğa mahkûm edilmeyi reddetmektir” diyor ama bunun “kifayetsiz”liğine de dikkat çekiyor. “Kifayetsiz sıfatıyla nasıl yaşanır?” İşte burada durakalıyoruz. Söylenecek sözler bitiyor bir an, sonra yine toparlanıyor, kifayetsiz de olsa yaşamaya, okumaya, bizi akraba kılan yazarları, çizerleri paylaşmaya, insanları dinlemeye ve gündelikten, sıradan olandan kendi deneyimlerimizce öyküler çıkarmaya devam ediyoruz.

Ali Bulunmaz, “Baruch Spinoza olmak”, Cumhuriyet Kitap Eki, 22 Kasım 2012
Bir filozofu anlamak neredeyse bir ömür ister. Düşünceleriyle cebelleştiğiniz adam Spinoza gibi biriyse işiniz daha da zorlaşır. Ama birkaç adım öteye gidip onun gözünden bakmaya çalışıp üstelik onun gibi düşünüp fikirlerinden hareketle çizimler yapmaya kalkarsanız vay halinize. Bu işin altından kalkmak cesaret ve bilgelik ister.
John Berger bu anlamda her dem gözü kara bir yazar. Yazar, çizer ve düşünür. Spinoza gibi bir adama el atması ve çizim defterinin peşine düşmesi azımsanacak şey değil. Berger’ın, çizim defterini bulma hayali, onu Spinoza gibi düşünüp çizmeye sürüklemiş ve sonunda Bento’nun Eskiz Defteri çıkmış ortaya.
Bir tür kışkırtılmışlık duygusuyla Spinoza’nın zihnine giren Berger, belli bir süre sonra filozofla düşünce kardeşi olduğuna karar veriyor. Berger’ın deyişiyle ‘dünya kadar zaman’ı Spinoza’nın hayal ettiklerinin üstünden geçmeye, onun düşündüklerinin eskizlerini çizmeye ve çizilenleri yazıya dökmeye ‘harcamak’ incelikli ve zahmetli bir eylem. Belki de bir garip sükûnet ya da ruh okşayan bir melodi.
Berger’ın eli, çoğunlukla Spinoza’nın eli gibi çalışsa da onun düşündürdüklerinden hareketle doğaçlamalara da yöneliyor. Bir bakıma Spinoza, Berger’a hoş, gizemli ve heyecanlı bir kapı aralıyor. Bu kapının açıldığı koridor, Berger’ın resme daha önce hiç olmadığı kadar dikkatli bakmasını da sağlıyor. O dikkat, sürekli tekrarladığı bir sözü sayfalar aracılığıyla bize duyuruyor: ‘Biz çizerler, sadece gözlemlediğimiz bir şeyi başkalarının da görmesini sağlamakla kalmayıp nereye varacağını kestirmenin mümkün olmadığı görünmez bir şeye refakat ederiz aynı zamanda.’
Bento’nun Eskiz Defteri’nde Berger’ın en iyi yaptığı şey; sözcüklerle resim, resimle sözcük çizme yine karşımızda. Rüyanın, maceralı bir yolculuğun veya merak edilen herhangi bir şeyi ele geçirmek için heyecanla adımlanan yolun anlatımı var satırlarda. Bazen dümdüz bazen dolambaçlı bir yol bu fakat hiçbir zaman anlaşılmaz, burnu havada ve boğucu değil. Anılar ve gerçeklerle bezeli bir anlatım öte taraftan:
‘İnsanı öteki hayvanlardan ayıran, geçmişe ve gelecek olana duyduğu aidiyet hissidir. Lakin tarihle yüzleşmek trajediyle yüz yüze gelmektir. Çoğu insanın bakışlarını kaçırmayı tercih etmesi bu yüzdendir. Tarihle ilgilenmeye karar vermek, çaresizlikten dolayı verilmiş bir karar olduğunda bile, umuda ihtiyaç duyar. Bir umut küpesine.’
Berger’ın yaptığı şey hikâye anlatmak bir yerde. İzlediği anlatıcıların ‘rolünü çalıp’ bizi kendi peşine düşürüyor. Üslûbuna alıştırıp çizim destekli bir örgü oluşturuyor ve pek çok mekâna götürüyor hepimizi. Hikâyeler, Berger’ın yaşadığı zamana muhalifliğini belirginleştirip ‘içinde bulunduğu anı kurtarma’ eylemiyle birleşiyor beri yandan. Bir de hikâyenin kendi üstüne katlanma meselesi var: ‘Sanki okunan hikâyenin kan dolaşımıyla, insanın hayat hikâyesinin kan dolaşımı birbirine karışmış gibidir. Olduğumuz ve gelecekte olmayı hayal sürdüreceğimiz şeye katkıda bulunur.’
Berger’ın anlattığı her anı, hikâye ve olay hem bize hem de Spinoza’ya bir sesleniş gibi algılanabilir. Okur tarafı okura kalsın ama Spinoza’ya şöyle diyor Berger: ‘Uzaklarda, sessiz bir arkadaşlığın farkındayım. Neredeyse yıldızlar kadar ırak. Ama yine de arkadaş. Aynı evrende filan bulunduğumuzdan değil ama her birimizin kendi meşrebine göre birbirine benzer arayışlar içinde olmasından.’
Uzak zaman ve diyarlardan iki ismi birleştiren iki eylem; düşünme ve çizim. Berger anlamaya çalıştığı Spinoza’yla söz ve çizgi yoluyla bir ortaklık kuruyor. Bununla kalsa iyi; ‘resim yapmak bir tür sondajdır’ diyerek Spinoza’nın zihninde dolaşıyor. Dolaşırken kendisininkinde de bizi dolaştırıyor. Ne keyif ama.

Fikri Sabit, “Bir uçuruma bakar gibi, Berger’a bakmak”, Sabitfikir, 19 Kasım 2012
“Her bahar zambaklar açmaya başlayınca –bir emre itaat edercesine– onların resmini yaparım. Böylesine buyurgan başka bir çiçek yoktur. Belki de taçyapraklarının açılış tarzıyla ilgili bir şey bu, adeta önceden basılmış gibi. Zambaklar kitap gibi açılır. Aynı zamanda mimarinin en küçük ve en mükemmel yapı sanatı örneğidirler. İstanbul’daki Süleymaniye Camii’ni düşündürürler bana. Zambaklar kahin gibidir: şaşırtıcı oldukları kadar sükunet vericidirler.” Sadece zambaklar mı, bence şaşırtıcı olduğu kadar sükunet verici olan büyük ölçüde John Berger’ın kendisidir…
Bento’nun Eskiz Defteri, Berger’ın eskiz defteri… Bento dediğimiz Spinoza’nın adı. Spinoza öldükten sonra mektupları, yazıları, notları kurtarılmış ya, resim yapmayı çok sevdiği bilinen filozofun eskiz defteri tarihin karanlık sularına gömülmüş. İşte John Berger, o eskiz defterini tarihin karanlık sularından çıkarıp kendi elinin marifeti ve zihninin ışığıyla yeniden yaratmış. Spinoza, nasıl görürdü, nasıl bakardı, nasıl çizerdi, nasıl düşünürdü? Ve bütün bunlar bende nasıl yeniden tezahür edebilirdi? İşte bu düşünce John Berger’ın temel izleği olmuş ve filozofun müthiş eseri Ethika’dan pasajlar eşliğiyle yepyeni bir eskiz defterine dönüşmüş.
Berger’ın bir eli ve bir gözü hep toprakta, doğada. Mürdüm eriklerinden zambaklara, manolyalardan ölü porsuklara, bir demet maydanozdan Filistinli bir zeytin ağacına uzanıyor. Diğer eli ve gözü ise sanat, edebiyat ve felsefenin içinde… Spinoza eşliğinde, Çehov’dan Dostoyevski’ye, türlü dönemlerin ressamlarından dünya üzerinde tanıdığı pek çok muhalif zihne uzanıyor. Onları dil ve resim aracılığıyla birbirine bağlıyor ya da yeri geldi mi tel tel çözüyor.
Önce anlatıyor, önce sanki tüm soruların cevabını veriyor, sonra teker teker soruyor Berger… Sözgelimi Karamazov Kardeşler’i halk kütüphanesinde arayıp bulamayınca ve iki basımının da o anda başka kişilerde olduğunu öğrenince, kitabı bulamamamın üzüntüsünden çok o anda onu okuyanlarla bir duygudaşlık bağlantısı kuruveriyor hemen içinde. Karamazov Kardeşler’i koltuğuna gömülüp okuyan kimse uzaktan akrabam sayılır diyor, çünkü aile bağlarının yarattığı karışık ve çatışmalardan azadedir bu tür hikâyeler. Ve onlar biyolojik değil rastlantısal atalarımızdır, bizi şekillendiren. Berger; edebiyatı, hikâyeleri, toplumun içinde kan pompalayan damarlar gibi görmektir. “Sanki hikâyenin kan dolaşımıyla, insanın hayat hikâyesinin kan dolaşımı birbirine karışmış gibidir.”
Ya hayran olduğu yazarlardan biri olan Platonov’u çizmeye, kavramaya çalışma şekli? Platonov’un bir portre hikâyesini çıkarmaktadır Berger. Platonov’un işçiliği, çocukluğu, babalığı, kişisel özgeçmişi ve bütün bunlardan ayrıştırılmaması gereken yazarlığı, yazıp çizdikleri ve bu yazılıp çizilenler içinde Berger’ın aklında kalanlar… Nasıl çizilir Platonov, nasıl bir portre olmalıdır onunkisi? Berger, düşünür, nüfuz eder, bir Platonov olarak belki de kendini yeniden var eder. Ortaklaşa bir hayat arzusu ile mesafe önsezisi arasında salınır. Onun için bir insanın portresini yapmak bir buluşma özlemi olduğu kadar aynı zamanda bir vedadır. “Dönüşümlü olarak sonsuza dek”.
İşte Spinoza’nın kendisi de buralarda ortaya çıkar hep. Böyle bir takiptir Berger’ın filozofa uyguladığı, dönüşümlü olarak sonsuza dek… “Bir uçuruma uzun süre bakarsanız uçurumun da size baktığını anlarsınız,” diyen Nietzsche’yi hatırlamamak elde değildir.
Bento’nun Eskiz Defteri, içinde yer alan Berger çizimleri, Beril Eyüboğlu’nun çevirisi ve baskısıyla da son zamanlarda elime geçen en şahane kitap.

Kaya Genç, “Bento’nun Eskiz Defteri”, Milliyet Kitap Eki, 14 Temmuz 2011
John Berger yeni kitabı Bento’nun Eskiz Defteri’nde ünlü filozof Spinoza’nın eskizlerini içeren kayıp defterini bulduğunu hayal ediyor, resimle hayatın birleştiği bir yapıta imza atıyor.
John Berger’ın dünyasında tüm insanlar, eşyalar, hayvanlar, bitkiler, yaşantılar ve detaylar birer eskiz olarak çıkarlar karşımıza. Tamamlanmamışlığın verdiği bir özgürlüğe, şekil değiştirebilirliğe, iç geçişliliğe ve resimselliğe sahiptirler. Başta gelen ilgi alanı olduğunu söyleyebileceğimiz ve kendisinin de bir ‘prastisyen’i olduğu resim sanatıyla ilişkisi, Berger’ın son yapıtı Bento’nun Eskiz Defteri’nde (Bento’s Sketchbook) en olgun noktasına ulaşıyor. Kitap bir defter şeklinde tasarlanmış, içi Berger’ın resimleri, ufak anlatıları ve Amsterdam doğumlu on yedinci yüzyıl filozofu Benedict (“Bento”) Spinoza’nın özellikle de Etik kitabından alıntılarla işlenmiş. Ancak bunlar hiçbir noktada birer kenar süsü gibi durmuyor; resmi, eskizi çizilen dünya ile onu çizen el, beden ve zihin arasındaki ilişki, kitabın felsefi kalbini oluşturuyor.
Spinoza Portekizli Yahudi bir ailenin çocuğuydu ve Flemenk resim geleneğinin en büyük ustası Rembrandt’dan yalnızca birkaç sokak ileride oturuyordu. Torah, Talmut ve Eski Ahit’i çok iyi çalışan bu genç adam yirmi dört yaşındayken formel eğitiminden bunaldığı dini cemaati tarafından afaroz edildiğinde hayatını Descartes’ın düşüncesi üzerine düşünmek, Latince kitaplar yazmak ve resimler çizmekle geçirdi, bilindiği gibi gözlük camlarını onarıp temizleyerek yaşamını kazanıyordu. Berger’ın dokunaklı ve sürükleyici kitabının ilhamı, Spinoza’nın çizdiği eskizlerin bulunduğu varsayılan kayıp bir deftere dair okuduklarından geliyor. Sonra Polonyalı bir matbaacı dostu ona boş bir eskiz defteri armağan ettiğinde Berger: “Bu Bento’nun defteri!” diye bağırıyor.
İngiltere’de geçen ay kuşe kâğıda, renkli, bir defter boyutlarında basılan kitabın ilk sayfalarında Berger’ı elinde sepet, mor eriklerin asılı olduğu bir ağaca yaklaşırken görüyoruz. Bir sümüklüböcek beliriyor ve o resmediyor: “Çizmeye başladım. Yaprakları işaretlemek için yeşile ihtiyacım vardı. Ayağımın yanında ısırganotları duruyordu. Bir yaprağı aldım, kâğıdın üzerine sürttüm ve bana yeşil rengi verdi.”
Berger’ın yaprakla, toprakla kurduğu ilişki böyledir: onları anlatırken tuttuğu defterlerin üzeri onların izleriyle kaplıdır. Yazarı İsviçre’deki evinde eşi Beverly ile yaşarken hayal eder –Beverly’nin gazete okurkenki bir resmiyle açılıyor kitap– ve Berger’ın çeşitli seyahatlere çıktığını okuruz, Amsterdam’da bir aile müzesinde dolanırken Rembrandt’ın öğrencisi Willem Drost’un bir tablosu çıkar karşısına ve onu merak eder. Sonra Dresden’e gider, savaş sonrasında Verlag der Kunst’da çalışan ve ilk yayıncısı olan Erhard Frommhold’un “iktidarla yüzyüze ama etik” yaşantısına duyduğu hayranlığı tasvir eder. İşçi sınıfını resmeden sanatçılar ve Brecht’in epik tiyatrosu, krallarla zenginler dışındakilerin temsili üzerine düşüncelere daldıklarında onlara rehberlik edecektir. 2008 yılında Londra’da National Gallery’de geçen bölüm ise Antonello da Messina’nın Çarmıh tablosunun yanına gidip çantasını yere koyan, resmin bir eskizini yapmaya çalışan yazarın başından geçenlerle ilgilidir –güvenlik görevlileri tarafından kapı dışarı edilene dek müze kurallarını ihlal etmeyi sürdürür ve resme iyice yaklaşıp bir eskiz çıkarır: bölümün sonunda karşımıza çıkan çizim kendi kendini kafamızda çizmiş gibi gelir bize. Platonov veya Arundhati Roy, yaşadıkları baskı rejimlerinin tekinsiz sesleri olarak Berger’ın dünyasında yeniden ve yeniden ele alınırlar. Hiçbir zaman resmi olmayan, hep resimlerle olan bir dünyadır bu. Bento’nun Eskiz Defteri, Spinozavari bir etik yaşantı düşüncesinin izinde bir Berger kitabına dönüştüğünü hayranlıkla izlediğimiz dünyaya verilmiş bir armağan gibi okunuyor.

A. Esra Yalazan, “Eskiz defterleri ve John Berger”, Taraf Gazetesi, 11 Kasım 2012
Ekoseli battaniyemin altında mandalinanın inatçı iplerini dişlerimle ayırırken hayallerimi karaladığım ilk defteri hatırlamaya çalışıyorum. Benimki ormanı, güneşi, evleri, kedileri hayatta bildiğim, merak ettiğim ne varsa hepsini maviye boyayarak avunduğum bir resim defteriydi galiba. Yazının tam ne işe yarayacağını bilmiyordum ama beceriksizce de olsa beni bekleyen hayatı çizerek hayal edebileceğimi, zihnimin kıvrımlarına yerleşen sebepsiz umutsuzluğu ancak böyle ifade edebileceğimi seziyordum.
Okumayı öğrenip kitapların masalsı dünyasına düşünce, o loş odada titrek adımlarla kendimi tanımayı da öğrendim. Ne var ki okumanın garip bilinciyle henüz yazarak düşünmeye başlayamamanın arasında sıkıştığım için bunalıyordum. Sevdiğim kahramanları, rüyalarıma giren vahşi kuşları, üstüne tırmandığım dost ağaçları, beli bükük ihtiyarları, ezilmiş papatyaları, bakışlarımı diktiğim uçsuz bucaksız dünyanın bütün isimsiz varlıklarını defterime çizmek istiyordum. Çantanın içinde kenarları sürekli kıvrılan, biraz okulun ekşimsi duvarları, biraz da suça batmış tozlu bir önlük gibi kokan defterlerin hayatımdaki muhtemel karşılığını o zaman kavramaya başladım sanırım.
O günlerden beri hayallerin, henüz manaya kavuşamamış bükümlü harflerin, kirli parmak izlerinin, eğri büğrü resimlerin sokak çocuklar gibi sevinçle, kederle biraraya geldiği defterleri çok severim. Yabancı sandığınız bir defterde karşılaştığımız tek bir cümlenin, ne olduğu ilk bakışta anlaşılmayan titrek bir desenin, eksik kalmış bir cümlenin sonundaki ürkütücü bir duraksamanın gelecekte derin bir iz bırakabileceğini bilirim çünkü.
Henüz gün ışığına çıkmamış hırpani defterlerin dünyanın bütün dertlerini sırtlanırmışçasına ağırlaşmış kambur duruşları da biraz içimi burkar doğrusu. Kendimi yüreklerinde gizledikleri hakikati merak etmekten alıkoyamam. Bıraksalar utanmadan dünyanın bütün kilitli çekmecelerini açıp kurcalamak isterim. Sadece yazarlarınkini değil, onlarla yüzleşmeye cesaret edemeyen herkesinkini.
John Berger’in Türkçeye çevrilen son kitabı Bento’nun Eskiz Defteri’ni karıştırırken yine bu kışkırtıcı duygularla ürperdim. Hollandalı filozof Baruch (Bento) Spinoza, malum, düşünceleri nedeniyle Yahudi cemaatince aforoz edildikten sonra kısa ömrünü düşünerek, okuyarak ve yazarak geçirdi. Ancak hayatı boyunca resim yapmaktan zevk alır, yanında bir eskiz defteri de taşırmış. Ölümünün ardından dostları, mektuplarını, el yazmalarını, notlarını kurtarmayı başarmış ama eskiz defteri bulunamamış. Berger, filozofun eskiz defterini (içinde ne olduğunu bilmeksizin) bulmayı hayal etmiş. İstediği onun gözlemlediklerine onun gözüyle bakabilmekmiş. Ve bir gün süet ciltli bir eskiz defteri hediye gelince, “Bu Bento’nun olmalı” demiş ve onun bakışlarını izleyerek çizim yapmaya başlamış.
Bu yazıya başlamadan evvel, çizmenin yazıya, resme, imgelere, hayallere nasıl eşlik ettiğini anlatan kitabı karıştırıyordum. Kelimeler yaşananların üzerinden öylece akıp gitmesin diye çiçeklerin, hayvanların, yazar yüzlerinin, adaleti temsil eden bir elin, yapraklarını bekleyen kayın ağacının, bir dansçı kadının, mürdüm eriği salkımlarının desenlerini çizerek duygularını, düşüncelerini defterine de mühürlemiş sanki. İlk yazısında mürdüm hasadını tarif ediyordu. “Görünmez dikenlerden başka bir dolu da ince dal vardır ağaçlarda. Tırmanıp da bir mavi duman yumağından öbürüne uzanırken, bir yeraltı bitkisi örtüsü içinde hareket ettiğin hissine kapılırsın; boş elinin avucunda birbiri ardına ılık başparmaklar birikir… Bu mor erikler olgunlaşınca buğulu tan rengine bürünür.” Ben Berger’i biraz da bu zarif anlatımı yüzünden severim.
Diğer deneme/anlatı kitaplarında olduğu gibi muradı sadece gördüklerini tasvir etmekten ibaret değil elbet. Her seferinde entelektüel birikimine rağmen “Bakın şimdi ben size ne öğreteceğim” kibrinden uzak durmayı nasıl beceriyor bilmiyorum. Malum kendisi hâlihazırda yaşayan en önemli sanat eleştirmenlerinden birisidir. Romancı, belgeselci, denemeci, senaryo yazarı gibi kimliklerinin yanı sıra aynı zamanda bir “çizer” aslında Berger. “Biz çizerler, sadece gözlemlediğimiz bir şeyi başkalarının görmesini de sağlamakla kalmayıp nereye varacağını kestirmenin mümkün olmadığı görünmez bir şeye de refakat ederiz aynı zamanda” dediği vakit, sanatın tahayyül sınırlarının sonsuzluğunu da göstermiş oluyor.
Bir defter olarak tasarlanmış kitaptaki çizimlere bakarken arada biraz soluklanıp duruyorum. Bir manolyayı resmedişindeki sadelik, Rus yazar Platonov’u bugünün gerçekleriyle çizerek anlama çabasıyla nasıl da örtüşüyor. Kitap gibi açılan zambakları Süleymaniye Camii’nin sanatına benzettiği sayfadaki desenler bile kendi başlarına “Bir şeyi resmetme arzusu nasıl uyanır” sorusunun cevabını veriyor aslında. Ama çizmenin en saf hâlini yine kendi kelimeleriyle anlatıyor yazar: “Çizim yaparken semada süzülen kuşların, kovalandıklarında sığınacak yer arayan tavşanların, yumurtalarını nereye bırakacaklarını bilen balıkların, ışığa ulaşmanın yolunu bulmayı beceren ağaçların ya da petek yapan arıların hallerine her zamankinden daha yakından hissederim kendimi.”
Bence hayat boyu yanımızdan ayırmadığımız “defterlere” gizlice hayatımızı bir biçimde hikâye ederek “çizmemiz” de böyle bir yön bulma çabasının sonucu. Hepimiz varlıklarımızı anlamlı kılmak için güvenli bir “yuva”, hayat haritamızda iz bırakacak güvenli bir yer aramıyor muyumuz nihayetinde?

Kitabın Künyesi
Bento’nun Eskiz Defteri
Orjinal isim: Bento’s Sketch Book
John Berger
Çeviren: Beril Eyüboğlu
Metis Yayınları / Metis Edebiyat Eleştiri Dizisi
Kasım 2012
176 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir