Bu dünyadan bir Vakur Kayador geçti… – Elif Şahin Hamidi

sıradışı_uyumsuz_muhalifÇokça okuyan, araştıran, yazan, düşünen; düşündüklerini her daim dile getiren, eleştirilerini hiç sakınmayan gerçek bir aydındı Vakur Kayador… Sıradışı bir insandı, uyumsuz ve çokça muhalifti… Ayrıksı bir duruştu; hep vakur, hep yalnız ve hep devrimciydi… Bir üslup ve dil ustasıydı; yazarak var olanlardan… İnsanın kulaklarından silinmesi asla mümkün olmayan o etkileyici sesiyle Türkçeyi kusursuz bir şekilde kullanıyordu ve öğrencilerden de bunu bekliyordu… Ve radyo; en büyük tutkusuydu elbet, derin bir aşk… TRT mikrofonlarında yıllarca sesi yankılanıp durmuştu… Şu yeryüzünde cereyan eden olaylara, siyasal sorunlara karşı müthiş duyarlıydı. Toplumcuydu, idealistti… Ama ne ki hep yalnızdı; insanı hüzne gark eden bir yalnızlığın kuytusundaydı…

Bu kitap bir gönül borcu…
Ankara’dan Eskişehir’e uzanan, yine o canım şehirde son bulan bir yaşam… Tam üç buçuk yıl oldu sevgili hocam Vakur Kayador aramızdan ayrılalı. Ama öğrencileri, akademisyen arkadaşları, kendisini tanıma şansına erişmiş olanlar onu unutmadı ve bir gönül borcu olarak “Sıradışı Uyumsuz Muhalif: Bir Entelektüeli Yitirmek” isimli bir kitap ortaya koydular. “Vakur Kayador’un Ardından…” altbaşlığını taşıyan bu kitap, Kayador’un öğrencileri, arkadaşları ve bir şekilde kendisiyle yolu kesişen insanlar tarafından kaleme alınan yazılardan oluşuyor. Kitabın editörleri ise üniversite yıllarında Vakur Hoca’nın öğrencisi olma şansı yakalayan Doç. Dr. İncilay Cangöz ve hocanın asistanlığını da yapan Doç. Dr. Özgül Birsen. İncilay Cangoz; kitabı yayına hazırlama amaçlarıyla ilgili olarak şöyle diyor bir söyleşisinde: “Biz Vakur Hoca’yı kaybettiğimizde çok üzüldük, bu kitap bizim için bir gönül borcuydu. Vakur Kayador’un ardından kalan yazılarına, çalışmalarına bir tane de biz eklemek istedik”.

Çok sevdiği öğrencilerinden her daim umutlu…
“Varkur Kayador’un Ardından”, “Bir Zor Ada: Entelijansiya”, “Türkiye’de Yayıncılık ve Zor Serüven”, “Düşle Gerçeğin Beyaz Perdede Buluşması: Sinema” başlıklı dört bölümden oluşan kitapta, Vakor Hoca’nın Adam Sanat’ta yayımlanmış olan üç yazısı da yer alıyor. Hoca, “Her Şeye Karşın Onlar” başlığını taşıyan yazısında gençlerin iç burkucu hallerine vurgu yapıyor ve şöyle diyor: “Özel televizyonlardaki tartışma programlarına çıkan blujean’li jöleli saçlı gençlerimizin ‘68 kuşağı da neymiş, anlamadım’ ya da ‘Dünyayı değiştireceğimize yalnız derslerimizle ilgilenelim’ türünden sözleri ‘ne yazık ki’ sınırlı sayıda genç insanın sözleri değil. En doğal demokratik haklarını savunmak için tavır koyarken yaptıkları akıl almaz yanlışları, onları yanlışa sürüklemek konusunda özel çabası olanların işlerini kolaylaştırmakla kalmıyor; Türkiye gerçeğinin yansımaları olarak karşımıza çıkıyor”. Lakin yine de gençlerden umutlu olduğunu ortaya koyuyor ve çok sevdiği, kıymet verdiği öğrencilerinden dem vuruyor: “Ama ülkede başka genç insanlar da var. Bu ortama ve bu genel insan malzemesine karşın ışıldayan ve umut saçan gençler var. Yoğunlaşmaya çalıştıkları birikimlerini duyarlıklarıyla birleştiren ve kalemlerine yansıtan genç kızlarımızdan ve delikanlılarımızdan söz ediyorum. Öğretim görevlisi olarak çalıştığım Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’ndeki öğrencilerimizin ‘hem de sınav süresi içinde, ön hazırlıklar yapmadan’ yazdıkları metinler bu ülkede her şeye karşın bir insan malzemesinin varlığını kulaklarımıza fısıldıyor”. Hocanın kaybı, öğrencileri için anlatılamaz bir sızıydı elbet; yüreklerinin tam orta yerinde. Tıpkı kitapta Onur Sakarya’nın, ‘Vakur Ağıt’ şiirinde dile getirdiği üzere: “Anlatılamaz bir sızıydı işte tam şurada/Hocam, dünya canıma batıyor/Gitmek iki taraflı bir sessizlik”…

“Son yıllarda yalnızlığı ve kırılganlığı artmıştı”
Dedim ya; toplumcu ve ideallerinden ödün vermeyen bir insandı Vakur Hoca. Ve bu dünyaya uyum sağlayamaması, toplumcu ve idealist olmasından kaynaklanıyordu belki de. Tam bu noktada, Kayador’un doktora danışmanlığını yapan Prof. Dr. Özden Cankaya’nın söylediklerine kulak verelim: “Toplumcuydu, toplumun çıkarlarını her zaman kendi çıkarlarından daha üstün tutardı. İdealistti, ideallerinden özveride bulunmazdı. Belki de bunun için günümüz yaşamına ve değerlerine uyum sağlayamazdı. Bu nedenle de son yıllarda yalnızlığı ve kırılganlığı artmıştı. İdeal bulduğu değerlerden oluşturduğu dünyasının kapısını sımsıkı kapatmıştı. Bu değerlere uyumlu bulmadığı hiç kimseyi kendi dünyasına sokmazdı”. Vakur Hoca’nın son dönemlerde daha uyumsuz, daha kırılgan, daha hassas ve daha yalnız olmasında giderek artan sağlık problemlerinin ve hastane günlerinin de büyük etkisi vardı kuşkusuz. Diyabet hastasıydı hoca ve oldukça hızlı ilerliyordu hastalığı. Ve geçirdiği operasyonlarla önce ayak parmağının birini daha sonra ise dizkapağının 10 cm altından sol ayağını kaybetmişti. Ama her şeye rağmen güçlü ve umutluydu. Özgül Birsen’in ‘Boyalı Kuş’ başlıklı yazısında dile getirdiği üzere her daim yaşamı ciddiye alırdı: “Hastalığının verdiği tüm olumsuzluklara rağmen, toplumsal olayları ve gelişmeleri değerlendirmek ve tartışmak en vazgeçilmez yaşam enerjisidir. ‘Nasılsınız?’ sorusunu hemen geçiştirir ve derhal gündeme dönük tespitlerini paylaşır. Gereksiz samimiyeti ve nezaketi reddeder, sıradan günlük konuşmaların yerine toplumsal meseleleri tartışır. Kendi doğrularını savunmaktan ve tekrar etmekten hiç çekinmez. Tıpkı yazılarını yayınladığı internet sitesinin adı gibi ciddidir ve yaşamı ciddiye alır. O kadar kararlı ve ciddidir ki bıraktığı boşluğu kabul etmek daha da güçleşir”.

Hayattan vazgeçme çizgisine hiç yaklaşmadı
Hakan Ergül’ün “Yara: Bedenin Bir Komplocu Olarak Portresi” başlıklı yazısı da zihin, beden ve hastalık ilişkisi üzerinden Vakur Hoca’yı anlama olanağı sunuyor. Virginia Woolf’un “Hasta Olmaya Dair” başlıklı denemesinden bir alıntı yaparak ruhsal gerilimler ve hayattan vazgeçme ya da hayata tutunma çizgisi üzerinden Kayador’a bakıyor Ergül: “Yaşamının dönemli bir kısmı zihin ve bedenin çöküntüleri altında kalmış, yazma yeteneğini elinden alan son yıkımdan kurtulamayınca intiharı seçmişti (Woolf). Ruhsal gerilimler ve sık sık depreşen kötümserlik Kayador için de yabancı sayılmazdı. Ama bu durum hayattan vazgeçme çizgisine hiç yaklaşmamıştır. Tersine, hayatı fazlaca ciddiye alırdı; sağlığı çelme taktıkça en çok gündelik politikaya dair yazmak istediklerini sekteye uğrattığı için hayıflanırdı. Bedeni ayak bağı olmasa ‘içerdeki yaratığın’ yapmak istediği o kadar çok şey vardı ki!”. Ve Vakur Hoca’nın içinde bulunduğu durumu Kafka ile kıyaslayarak şöyle diyor Ergül: “Kafka’nın tersine, hastalığın açtığı derin izlerden tedirgin olmak şöyle dursun, bedenini nerdeyse gözlerimizin içine sokarak yaşadı”.

Evet, bu dünyadan bir Vakur Kayador geçti. Ardında bıraktığı boşluk dünyalar kadar büyük, o boşluğu kabul etmek olası değil… Ve Ergül’ün çok güzel dile getirdiği üzere; Vakur Hoca’nın yokluğu, onu tanıyanlar için tarifsiz bir eksiklik; onu tanımayacak olanlar içinse büyük talihsizlik. Evet, gelecek nesiller onun öğrencisi olma şansına eremeyecek ama yazdıkları, anlattıkları, sesi, derin birikimi onlara da ulaşacak elbet… Hocaya bir gönül borcu olarak kaleme alınan “Sıradışı Uyumsuz Muhalif: Bir Entelektüeli Yitirmek” isimli kitap da, onun izini sürmek isteyen yeni nesil için bir kapı aralayacaktır hiç şüphesiz…
(Aydınlık Gazetesi Kitap Eki, 29 Mayıs 2015)

Hep vakur ve hep yalnızdı… – Elif Şahin Hamidi
Yağmur yağıyordu, usuldan… İçimde bir sıkıntı, bir burukluk, bir acı… Adımlarım giderek ufalırken yağmur damlaları olabildiğince irileşiyordu… İçimdeki tarifsiz sıkıntı ise giderek kabarıyor belki de ta dışarı taşıyordu. Kampüsteki Mavi Hastane’ye doğru hayli ağır adımlarla ilerliyordum. Ama o karınca adımlarıma rağmen yol hiç uzamamış, çarçabuk hastanede, yattığınız odanın kapısının önünde buluvermiştim kendimi… Yüzümdeki yağmur damlalarıyla sarmaş dolaş olmuş gözyaşlarımı silip, elime yüzüme çekidüzen vermeye çalışarak içeri girdim. Lakin suratıma takınmam gereken ifade konusunda hala bir fikrim yoktu. Sanırım içimi dışa vuran bir ifadeyle karşınızdaydım; buruk ve karmakarışık…

“Tek parmakla kurtardık”
Tıpkı okuldaki odanız gibi küçük bir odada, sağ tarafa yaslanmış yatağınızda, beyaz çarşafın altında uzanıyordunuz Vakur Hocam. Yalnızdınız. Tek başına; tıpkı okuldaki gibi… Karşınızda bir ziyaretçi görünce hemen doğrulmaya gayret ettiniz; dirseğinize dayanıp gövdenizi ve başınızı kaldırdınız. Uyuşuk ayaklarım bu defa uçarcasına harekete geçti ve yatağınızın yanına taşıdı beni bir solukta. Elinizi okşadım, rahatsız olmanızı istemediğimi belirttim. Ama ne fayda… Beyaz çarşafın altında sol ayağınızı sallayarak “tek parmakla kurtardık” dediniz. Ayak parmağınızın birini kesip almışlardı sizden. Ama yaşadıklarınızı büyük bir vakarla karşıladığınız belliydi; her şeye rağmen umut doluydu gözleriniz. Ya da en azından bana öyle gelmişti. İçimdeki sıkıntı biraz olsun dağılmış, yüzümdeki karmaşa da durulmuştu sanırım. Sağlınızla ilgili sorularımı cevapladıktan sonra hemen okulla ilgili konuşmaya başladınız. Hayatını öğrencilerine adamış gerçek bir aydındınız. Çabucak toparlanıp okula dönmeyi umuyordunuz… E hasta ziyareti kısa olmalıydı; tekrar görüşmeyi dileyerek ayrılmıştım odanızdan… Ve tekrar görüştük de… “Tek parmakla kurtardık” demiştiniz ya hocam, meğer öyle olmamış. Bu defa sol ayağınızı dizkapağınızın 10 cm altından kaybetmiştiniz. Yıl, 2005’ti… Derslerinize girme şansını yakalamış birkaç öğrencinizle birlikte evinizde ziyaret etmiştik bu kez sizi. Yine hastane odasındaki gibiydiniz, gayet güçlü ve umutlu görünüyordunuz. Bu sizi son görüşümdü…

Siyah kanatlı arsız ölüm…
Derken takvimler 12 Ağustos 2011’i gösterirken e-posta adresime “Doç. Dr. Vakur Kayador, evinde ölü bulundu” şeklinde, içimi cız ettiren bir mesaj geldi. Elbette gerçek olabileceğine inanmak istemedim ilk başta. Ama ne ki zor da olsa bu en acı gerçeği kabul etmek düşüyor insanoğluna. “Her ölüm erken ölümdü” işte; siyah kanatlı, arsız ölüm sizi de alıp götürmüştü erkenden… Ansızın gelen bir kalp krizi sonucu Eskişehir’deki ıssız evinizde, bu dünyadan göçüp gittiniz hocam. Yine yalnızdınız… “1986 yılında geldiğim Eskişehir’de -adeta- kök saldım, kurudum kaldım. Ama gerçek o ki, ilk günkü yabancılığım hala sürüyor” dediğiniz o şehirde sonsuzluğa uğurlandınız. İlk günkü yabancılığınızla beraber…

Yaşam denen serüven…
“Bir şeylere başlamak, bir şeylerin bitmesi ve yeniden başlaması yaşam dediğimiz serüvenin ta kendisi değil mi? Hayatımız bu, -ama buruk ama mutlu- bitmelerin ve yeniden başlamaların ve bir daha başlayamayacak olmaların toplamından başka nedir ki?” diyordunuz bir yazınızda (www.ciddiyizbiz.biz). Evet, siz de bir şeylere başladınız, bitirdiniz, yeniden başladınız ve kaçınılmaz olarak yaşam denen serüvenin sonuna geldiniz. Ama buruk ama mutlu… Bir daha başlayamayacaksınız belki ancak ardınızda bıraktığınız o değerli birikim yaşayıp gidecek. Gelecek nesiller sizin öğrenciniz olma şansına eremeyecek fakat yazdıklarınız, anlattıklarınız, sesiniz, derin birikiminiz onlara da ulaşacak elbet… Hele ki Adam Sanat, Bilim ve Ütopya, Papirüs, NPQ, Teori, Aydınlık, Sözcükler, Cumhuriyet Gazetesi, Ciddiyizbiz ve Odatv’de yayınlanan yazılarınız bir kitapta toplansa nasıl güzel ve ne kadar faydalı olur. O engin bilgi ve düşünce birikiminize sahip çıkmak adına eminim birileri böyle bir çalışma gerçekleştirecektir. Ki bu birileri de muhtemelen öğrencileriniz olacaktır. Tez zamanda böyle bir kitap hazırlığının başladığını duymayı diliyorum, istiyorum…

Sizden çok şey öğrendik hocam. Her şeyden önemlisi de hep dik durmayı, asla kimselere boyun eğmemeyi, değerlerimizden ödün vermemeyi… Işıklar içinde yat Vakur Hocam…

“Sıradışı Uyumsuz Muhalif: Bir Entelektüeli Yitirmek/Vakur Kayador’un Ardından…”, Beta Yayınları, sf. 5

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir