Charles Darwin kimdir?

Charles Robert Darwin 12 Şubat 1809 yılında Shrews- bery, lngiltere’de doğdu. Babası (Robert Darwin) bir tıp doktoruydu. Anne tarafı da baba tarafı da koyu Hıristi­yanlığıyla bilinen Anglikan Kilisesi’ne bağlıydılar ve Dar- win oldukça saygın bir aileye sahipti. Öyle ki, “sosyetenin içine” doğdu diyebiliriz. Ne yazık ki, Temmuz 181Tde, Darwin sadece sekiz yaşındayken, annesi Susannah Dar- win (evlenmeden önceki soyadı: Wedgwood) hayata göz­lerini yumdu.

Darwin, ilk olarak babası gibi tıp okumaya karar verdi (daha doğrusu babası tarafından zorlandı) ve bu sebeple Edinburgh Üniversitesi’ne kaydoldu. Kişisel olarak doğa tarihine, biniciliğe, avcılığa ve koleksiyonculuğa (özellik­le de böcek koleksiyonuna) ilgi duyuyordu. Bu ilgisi, ona akademik hayatı boyunca pek çok fayda sağladı. Haziran 1826’da Dr. Robert Grant ile tanıştı ve böylece Lamarck’ın değişim fikirlerini öğrenmeye başladı. Daha sonra, Grant’ın yönlendirmesiyle 10 Kasım 1826’da saygın bilim topluluğu Plinian Cemiyeti’ne dahil edildi. 5

Bir süre sonra, tıbbın kendisi için uygun olmadığını an­ladı; ancak tıp okulunda oldukça fazla şey öğrenmiş ve ilk bilimsel bulgularını yayımlamaya başlamıştı. Hatta genç yaşında Avrupa’nın en büyük doğa tarihi müzeleriyle ça- hşmaya başlamıştı. Ancak tıp derslerine katılmıyordu ve çalışmıyordu. Özellikle de diseksiyon (vücudu keserek açma) ile ilgili dersler onu tiksindiriyordu.

Tıbba olan bu ilgisizliği, babası Robert’ı hiçbir za­man mutlu etmemişti. Oğlunun tıbba ilgisizliği yü­zünden ailenin yüz karası olma yolunda ilerlemesini kendine yediremeyen Robert Darwin, Charles Darwin’i Cambridge’deki bir kilise okuluna (Christ’s College) vermeye karar verdi. Eğer doktor olacak kapasitede de­ğilse, en azından rahip olarak ailenin saygınlığına uygun bir iş yapabilirdi.

Charles, Christ’s College’da teoloji (ilahiyat) üzerine çalışmaya başladı. Her kilise öğrencisi gibi, Tanrı’nın bü­tün canlıları nasıl tek tek, ayrı ayrı ve kusursuz bir şe­kilde yarattığını inceledi. Okulda verilen eğitim bunun üzerineydi. Aslında teoloji, ailesi gibi iyi bir Hıristiyan olan Darwin’in ilgisini çekmekteydi. Yaratılışın sırlarını çözmek, Darwin’in her zaman ilgisini çeken bir konu ol­muştu. Okulunda, bir biyoloji profesörü (ya da o zamanki adıyla “doğa teoloğu”) olanjohn Stevens Henslow (1796­1861) ile tanıştı ve bu sayede zooloji ve coğrafyaya olan il­gisinin temelleri atılmaya başladı. Bu tanışıklık, Darwin’in hayatını değiştirecek adımlardan birisiydi.

Henslow ile özellikle geçmişte yaşamış ancak günü­müzde yaşamayan, fosilleşmiş canlıların durumları üzeri­ne tartışıyorlardı ve Henslow, Darwin’e, bu türlerin neden


5. Plinean Cemiyeti, Edinburgh Üniversitesi’nde 1823-1841 yıllan ara­sında faaliyet göstermiş, aralarında Charles Darwin, Robert Edmond Grant, William A. F. Browne gibi meşhur biliminsanları ve filozofları da barındıran bir doğa tarihi kulübüydü.


Dünya’da bir zamanlar var olup da şimdi var olmadıkları­nı bir türlü anlayamadığını; ancak mutlaka lncil ile uyu­şan bir sebebi olması gerektiğini söylüyordu.c6ı

HMS Beagle: İnsanlık tarihini değiştiren gemi!

Darwin, daha sonradan bir jeoloji profesörü olan Adam Sedgwick ( 1785-1873) tarafından eğitildi. Darwin, kendi­sini jeoloji alanında eğiten Sedgwick ile 1831 yılının yaz aylarında, bugünkü Galler topraklarında gemiyle 14 gün­lük bir sefere çıktı. Bu, Darwin’in meşhur Beagle gemisiy­le seyahati öncesinde deneyim kazanması için de harika bir fırsat oluşturacaktı.

Hollanda’dan döndüğünde, evindeki masasında hoca­sı Henslow’dan gelen bir mektup gördü. Mektupta, iki yıl sürecek olan bir araştırma seferi için, kaptan Robert FitzRoy’un HMS Beaglecn isimli gemisinde yer alma­ya hak kazandığı yazıyordu. Bu yolculuk karşılığında Henslow’ın Darwin’den bir beklentisi vardı: Bu gezi sı­rasında yapacağı gözlemler sayesinde, lncil’in giriş kısmı olan “Yaratılış”ı bilimsel olarak ispatlayabilecek vtıri toplamasını istiyordu. Darwin, kutsal kitaplarda anlatılan tanrısal yaratılışı bilimsel olarak ispatlayabilecek ilk kişi olma düşüncesi ve tabii ki Dünya’yı bir gemiyle turlama fikriyle inanılmaz heyecanlanmıştı.

27 Aralık 183l’den başlayarak, HMS Beagle ile Dünya’nın pek çok yerini gezerek gözlemler yaptı, canlı


  1. 1769-1832 yılları arasında yaşamış büyük doğabilimci Georges Cuvi- er, eskiden yaşamış bazı canlıların günümüzde artık yaşamadığını is­patlamayı başaran ilk biliminsanıdır. Günümüzde son derece sıradan olan bu bilgi, ilk defa ileri sürüldüğünde doğabilimciler ve filozoflar üzerinde büyük bir şok etkisi yaratmıştır. Çünkü o zamana kadar, mi- lenyumlar boyunca süregelen felsefi görüşler dolayısıyla, canlıların ku­sursuz veya kusursuza yakın bir yaratılışa sahip olduğuna inanılmıştır. Bir canlının neden tamamen yok olacağını anlamlandırmak, dönemin biliminsanları için güç olmuştur.
  2. HMS, “His/Her Majesty’s Ship” yani “Kral/Kraliçe Hazretlerinin Gemisi” anlamına gelmektedir. Beagle ise, lngiltere’de dönemin oldukça popü­ler köpekleri olan beagle çeşidi köpeklerden gelmektedir. Bir gemiye, bir köpek çeşidinin ismini vermek tuhaf gelebilir; ancak bu lngiliz do­nanmasında yaygın bir uygulamaydı.

örnekleri topladı. Gördüğü her şeyi ayrıntılı olarak not aldı ve kafasında yavaş yavaş oluşmakta olan bir fikir için bazı spekülasyonlarda bulundu. Bu fikir henüz çok ham­dı; dolayısıyla pek detaylandırma imkanı bulamıyordu. Araştırmalarına denizkabukluları, memeliler, omurgalıla­rı ve pek çok diğer hayvan ve bitki takımı ve türü dahildi. Bu türlerin, farklı coğrafyalardaki farklı özellikler taşıdı­ğı dikkatini çekmeye başlamıştı. Darwin, ilk defa Cape Town’da, canlıların var olmasının “mucizevi” olduğunu düşünmenin, “canlılarda bulunan çeşitliliği küçümseyen bir söylem” olduğunu yazılarında ifade etti.

Bundan da anlaşılabileceği gibi Darwin, doğaya açılıp Dünya’nın dört bir tarafını gezerek kutsal yaratılışa dair bilimsel ipuçlarını aramaya başlayana kadar, gerçekten de inançlı bir insandı. HMS Beagle ile yolculuğu tamamla­nana kadar, her ne kadar kafasında teorisi (ya da o etapta hipotezi) yavaş yavaş gelişmeye başladıysa da, kuvvetli bir inanan olarak kalmayı sürdürdü.

Fakat Darwin’in beyni boş durmuyordu. Bu geziler sıra­sında ve sayısız canlıyı gözlerken doğadaki var oluşa dair bazı temel unsurları fark etmeye başladı: Canlılar, gerçek­ten de sadece hayatta kalmak ve üremek için varlar gibi gözüküyordu. Var oluşları, kutsal bir yaratılıştan ziyade, bulundukları ortamda uyumlu bir şekilde varlıklarını sür­dürebilmekle ilgiliydi. Üstelik bazı canlılar, üremelerine ve çevresel koşullara göre, türden türe farklı özellikler kazana­biliyordu. Ve işte bu bulgu, onu nihai soruya götürdü: Aynı kuş cinsinin birbirine çok benzer olan türleri bile, farklı iki adada, nesilden nesile, bu kadar farklı özellikler kazanabi- liyorsa… Günümüzde yaşayan bunca canlı da daha önceki türlerin birbirinden çevresel ve fiziksel etmenlerden ötü­rü farklılaşarak oluşmuş versiyonları olabilir miydi? Yani bütün canlılık, ortak ve tek bir kökene dayanıyor olabilir miydi? Bu ortak kökenden başlayan ama yolları ayrılan soy hatları, her nesilde beliren ufak ama bariz farklılıkların ne­siller boyunca birikmesi sonucunda günümüzdeki türlere dönüşmüş olabilir miydi? Bu sorular ve bunların kaçınıl­maz olan cevabı, Darwin’in hayatını değiştirecekti.

lki yıl sürmesi planlanan yolculuk tam beş yıl sürdü ve 2 Ekim 1836’da sona erdi. Beagle’da yaptığı gözlemler, Darwin’in kafasında pek çok yeni fikir doğurmuştu. Bu fikirleri ilk etapta ifade etmekten çekinse de (ve hatta geleceğin ne­lere gebe olduğunun farkında olmasa da), inanılmaz bir buluşun eşiğindeydi. Öncelik­le, Galapagos Adala- rı’ndaki kuşların sa­nıldığının aksine aynı türden değil, farklı türden olduğunu iddia ettiği bir makale yayımladı. Buna şiddetli bir tepki geldi ve Galapagos Adaları’ndaki kuşların sadece aynı türlerin farklı varyasyonları olduğu konusunda ısrar edildi. Darwin bunun yanlış olduğunu düşünmekten öte, yanlış olduğunu biliyordu. Kırmızı Defter adını verdiği defterine, 1837’nin Mart ayında, ilk defa, “bir türün bir baş­ka türe değişebileceği” konusunda bir not düştü.®

Darwin’in evrimi: Yaratılışı ispatlama hayalinden, türlerin değiştiği gerçeğine…

Bu noktadan sonra, Darwin’in hayatı hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Düşünceleri ve teorisi geliştikçe ve


  1. Aslında türlerin değiştiği fikri yeni değildi. Günümüzdeki Aydın top­raklarında bulunan Milet Antik Kenti’nde yaşamış olan Anaksimander ve Heraklitos’tan itibaren birçok filozof (hatta bazı lslam alimleri bile; buradan okuyabilirsiniz: https://evrimagaci.orgls/451) türlerin sabit ol­madığı fikrini değerlendirmişti. Ne yazık ki hiçbiri genel geçer kabul görmemişti; çünkü Darwin’e kadar hiçbiri, bu değişimin mekanizmala­rını açıklayamamıştı.

kendi gözlemleriyle ve bilimsel bulgularıyla güçlendikçe, canlıların tek tek ve ayrı olarak yaratılmadığı; evrimsel bir süreç içerisinde ayrı ayrı geliştikleri ve bugünkü mo­dern canlıları oluşturdukları konusunda ikna olmaya baş- lijdı. Bütün canlılar, daha önceki atalarından, Darwin’in ilk başta kullanmadığı bir tabir olarak “evrimleşerek” (lng: “evolve”), onun kullandığı tabirle “değişerek” (lng: “transmutation”) bugünkü hallerini almışlardı.c9ı

Bu hipotezini güçlendirmek ve kanıtlarla desteklemek için aşırı çalışmaya başladı. Sonunda, vücudu inanılmaz yoğunluktaki çalışma saatlerine dayanamadı ve 20 Eylül 1837’de “rahatsızlık verici kalp çarpıntısı” yaşadı ve dok­torlar ona tüm işlerini bırakması gerektiğini söylediler. ooı Hastalıkla boğuşsa bile bir “fabrika gibi” makale üretiyor­du ve makaleleri, geniş bir bilim çevresinde oldukça ilgi görüyordu. Hatta Darwin, Jeoloji Cemiyeti’ne sekreter olarak da seçilmişti; bu da onun saygınlığını arttırıyordu. Fikirleri öylesine keskin ve çarpıcıydı ki, kendisi Beagle ile Dünya’nın öteki tarafındayken, Güney Amerika’dan gönderdiği mektuplar jeoloji Cemiyeti’nde hocası Adam Sedgwick tarafından üyelere okunuyordu.

Her ne kadar Tanrı’ya “karşı” olarak değerlendirilen “canlıların değiştiği” hipotezi gittikçe diğer insanları kendisinden uzaklaştırsa da, bilim çevresinden saygın kişiler Darwin’in fikirlerine arka çıktı. Zaten Darwin’in dedesi de tıpkı büyük doğabilimci Lamarck gibi türle­rin sabit olmadığını düşünüyor ve bu fikirlerini açıkça paylaşıyordu. Yani canlıların sabit olmadığına yönelik fi­kirler o kadar da sıra dışı değildi; ancak kimse, Darwin’in


  1. Darwin de uzunca bir süre “evrim” sözcüğünü kullanmadı; çünkü o zamanlarda bu sözcük, günümüzdeki gibi biyolojik bir terim değildi. Daha ziyade “transmutasyon” gibi sözcükler, evrimsel değişimleri kas­tetmek için kullanılıyordu; ancak kimse evrimin nasıl yaşandığını açık­lamayı başaramadığı için, bu terimin altı da doldurulamıyordu. Sonra­dan terimin daha yaygın olarak kullanılmaya başlaması sonucu, Darwin de evrim sözcüğünü kullanmaya başladı.
  2. Darwin’in eşi Emma’nın yazdığı mektuplarda, Darwin’in kimi zaman aralıksız 48 saat çalıştığı anlatılmaktadır. Ancak bu “kalp çarpıntısı” olayı yaşandığında, Charles ile Emma henüz evlenmemişlerdi.
    bu değişimin nasıl yaşandığını açıklayabilmesini de bek­lemiyordu.

1837 yılında Londrajeoloji Cemiyeti’ne birkaç makale sundu ve burada Charles Lyell ile tanıştı. Böylece upuzun yıllar sürecek sıkı dostlukları başladı. Lyell, Darwin için çok önemli bir dosttu; çünkü onun jeolojik süreçlerle ilgili “küçük değişimler uzun vadede birikerek büyük jeolojik değişimler yaratır” görüşü, kendisinin canlılığın değişimiyle ilgili fikirleriyle birebir örtüşüyordu. Aynı yıl, doğabilimci ve saygın bir ornitolog (kuşbilimci) olan John Gould tarafından Galapagos Adaları’ndaki her bir kuşun birer “varyete” değil, farklı birer tür oldukları tes­pit edildi. Yani Darwin’in Galapagos Adaları’ndaki tespit­leri doğruydu! Bu, zaten bilimsel cemiyette yıldızı parla­yan Darwin’e daha da inanılmaz bir ün kattı.

Hastalığına rağmen, çiftlik sayılabilecek kadar geniş evinin bahçesindeki özel kulübesinde, güvercinler üze­rinde çalışmalarını hızla sürdürüyordu. Onları birbir- leriyle çiftleştiriyordu ve yavrular erişkin hale geldikle­rinde bazılarını keserek kemik yapılarındaki değişimle­ri gözlemliyordu. Halk arasında “evcilleştirme” olarak bilinen, halbuki modern evrimsel biyoloji çerçevesinde “yapay seçilim” olarak geçen bir mekanizma üzerinde çalışıyordu. Bu çalışmalar, evrim teorisinin belkemiğini oluşturacaktı.

28 Eylül 1838’de, Thomas Malthus’un 1798’de yazdığı “Popülasyonların Prensipleri Üzerine Bir Makale” isimli makalesini “heyecanla” okudu ve aynı gün, vahşi yaşam içerisinde yaptığı gözlemlerin sonucu olarak, daha bol besinli ortamlarda yaşayan canlı türlerinin daha kolay hayatta kaldığını ve üreyerek kendilerindeki bu özellik­leri bir mekanizma ile sonraki nesillere aktarabildiğini ve böylece her zaman içinde bulunulan ortama daha uyum­lu canlıların hayatta kalıp ürediğini yazdı.00 Bu, “doğal

  1. Darwin, höylesine çok eser veren bir biliminsanına göre ziyadesiyle az hata yapmış bir biliminsanıdır; ki bu, başarısını ve bilimsel büyüklü­ğünü perçinleyen gerçeklerden birisidir. En büyük hatası (ya da belki ıseçilim”in temelini oluşturacak olan fikirdi ve evrim teo­risinin kalbinde yatan keşifti.

Darwin, bir süre sonra hipotezinde “doğal seçilim” ka­lıbını açıkça kullanmaya ve makalelerinde yazmaya baş­lamıştı. Bu bilimsel gerçeği bilim dünyasına ilan etmek üzere, sonradan Türlerin Kökeni olarak anılacak bir kita­bın taslağını yazmaya başladı. Kitabım, bir seri halinde yayımlayacağı birden fazla kitabın ilk kitabı olarak plan­lamıştı; fakat bu planı asla gerçekleşmedi. Kitabın hızlıca basılması gerekecekti.

Haziran 1858 yılında, Endonezya’da örnekler toplayan ve iki senesini yağmur ormanlarında geçiren Alfred Rus- sell Wallace’tan bir mektup aldı. Mektupta, sadece 15-20 sayfalık bir metin içerisinde doğal seçilim, bu isim kulla­nılmadan anlatılmaktaydı. Bu, Darwin’i şok etmişti. Ken­disinden ve çalışmalarından tamamen bağımsız olan bir diğer kişi, yıllardır özveriyle yaptığı araştırmalarını bir­kaç sayfada ve harika bir şekilde özetlemişti. Bu mektup ve Lyell’ın baskıları sonucu, tahmin ettiğinden çok daha az vakti kaldığını anlayan Darwin, kolları sıvamaya karar verdi.

Türlerin Kökeni:

İnsanlık tarihini değiştiren kitap!

Darwin, 13 ayını alan özverili çalışmaları sonucunda, Doğal Seçilim veya Yaşam Mücadelesinde Desteklenen Tür­lerin Korunması Yoluyla Meydana Gelen Türlerin Kökeni Üzerine (Kısa adları: Türlerin Kökeni ya da daha da kısaca Köken) isimli kitabını 22 Kasım 1859 yılında bitirdi ve 24

de eksiği), kıta Avrupası’nda Gregor Mendel’in yürüttüğü genetik de­neylerini okumaması olmuştu. Bu nedenle canlılığın gelecek nesillere bilgi aktarma yöntemiyle ilgili olarak “pangenez” adını verdiği bir mekanizma ileri sürdü. Buna göre her bir organ, üreme öncesinde üre­me hücrelerine kendilerinden bir parça bilgi ödünç veriyordu (bunu taşıyan öbeklere “gemül” adını verdi). Böylece bilgi, gelecek nesle ak- tarılabiliyordu. Günümüzde üreme hücrelerinde taşınan genomların “her bir hücreden üreme öncesinde” gelmediğini biliyoruz. Darwin, ge­netiğin nasıl çalıştığı konusunda tamamen yanılmıştı. Fakat bu, kendi teorisiyle ilgili gözlemlerini etkileyecek bir sorun oluşturmadı.

Kasım’da 1250 adet bastırdı. Kitabın tüm kopyaları satı­şa çıkarıldığı gün tükendi. Kitabında sıklıkla “ortak ata” terimine başvurdu ama kullanmaktan çekindiği “evrim” kelimesine yer vermedi. Dolayısıyla o zamanlar, artık ka­nıtlarla desteklenen hipotezine “doğal seçilim teorisi” adı verildi.

Darwin burada da durmayarak, teorisini destekleyecek pek çok açıya dair kitaplar yazmaya başladı. İnsanın evri­mine, cinsel seçilime ve daha nicesine değinmekteydi. Bu yazıları, zamanının oldukça ilerisindeydi ve o zamanlarda bilinen dar biyolojik bilgilere göre inanılmaz gerçekçi ve doğruydu. /

Teorisinin, canlılar dünyasından Tanrı’nın rolüm! kaldıracağı fikrinden asla hoşlanmadı ve teorisini ya­yımlamak konusunda çok büyük ikilemler yaşadı; eşiy­le defalarca kavga etti, çocuklarından uzun süreler ayrı kalmak zorunda kaldı, en yakın arkadaşları bu “şeytani fikirlerinden” dolayı ona sırt çevirdi ve tamdık çevresi oldukça daraldı. Dinin, insanları bir arada tutan bir bağ olduğuna inanıyordu ve Tanrı gerçek olmasa bile, in­sanların dinlerinin ve Tanrılarının onlara güç verdiği­ni düşünüyordu. Teorisi, Tanrı fikrinde derin bir yara açacağından dolayı, uzun bir süre yayımlamak istemedi. Ancak nihayetinde, koyu Hıristiyan olarak başlayan yol­culuğu, gerçek bir bilim ve doğa aşığı olarak, 19 Nisan 1882’de son buldu.

Burada anlaşılması gereken şudur: Önemli olan, teoriyi ortaya koyan kişinin dini inancı değildir, teorinin gerçek­liğidir. Bu, bilimsel bir gerçekliktir. Din ile Tanrı ile alaka­sı yoktur. Charles Darwin Hıristiyanlık tarihinin gördüğü en katı dindar da olsaydı, insanlık tarihinin gördüğü en katı ateist de olsaydı; sonuç değişmezdi: Evrim, bir doğa yasası olarak Darwin’den bağımsız olarak gözlenmiş, tespit edilmiş ve ifade edilmiştir. Darwin’in tespit ettiği mekanizmalar da, Darwin’den tamamen bağımsız olarak kontrol edilmiş, sınanmış, doğrulukları ispatlanmıştır. Bu durumda, kişilerin şahsi inançları bilimsel anlamda önemsiz ve alakasız kalmaktadır.

50 Soruda Evrim

Çağrı Mert Bakırcı
Bilim ve Gelecek Kitaplığı