Descartes, Makine İnsan ve Tarih
Descartes, Makine İnsan ve Tarih
17. yüzyıla damgasını vuran filozoflardan Descartes, Galile ile aynı fikri paylaşıyordu ve onun için de temel ilke “tüm bilimleri matematikleştirmek” idi. Bu nedenle tarihle uğraşmak da, filozofumuza, “boş bir merak” gibi görünüyordu.[5] Tüm Kartezyenler bu fikri izlediler ve daha sonra Malebranche bu tezi daha da radikalleştirerek, temel eserinde, tarihçiliğe karşı kampanya yürüttü.
Descartes tarihi küçümsüyor ve tarihçiliği bilim olarak görmüyordu; fakat yine de “toplumsal zamansallık” konusunda yeni ve çağının ilerisinde bazı gözlemlerde bulunmaktan geri kalmadı. Gerçekten de, Descartes, hızla değişen bir dünyada farklı ülkeler açısından tarihle coğrafyanın, zamanla mekânın uyumsuz ilişkilerine dikkati çekmiştir. Bireyler açısından bu disiplinlerin buluşma noktası “seyahatler” idi. Ve Descartes, yöntem konusundaki ünlü “Söylev”inde, ilgi duyduğu ve incelediği disiplinleri anlatırken sözü seyahatlere getiriyor, düşüncesinin gelişiminde seyahatlerin rolünü şöyle anlatıyordu: “Öğretmenlerime bağımlı olmaktan kurtulur kurtulmaz kitabi çalışmaları tamamen terk ettim. Ve sadece kendimde ya da doğanın büyük kitabında bulabileceğim bilimlerden başka bilim aramamaya karar vererek, gençliğimin kalan kısmını seyahat etmeye, saraylar ve ordular görmeye, farklı koşul ve tabiattaki insanlarla görüşmeye, değişik tecrübeler geçirmeye, rastlantıların önüme çıkardığı durumlarla kendimi denemeye ve her yerde karşılaştığım, yararlanabilecek her şey üzerinde düşünmeye başladım.”[6] Bu seyahatlerin tarihle de yakından ilgisi vardı ve düşünür bu yakınlığı da şöyle açıklıyordu: “Seyahat etmek başka yüzyıllarda yaşamış kimselerle konuşmakla neredeyse aynı şeydir. Kendimizi sağlıklı bir biçimde değerlendirmek için başka halkların örf ve âdetleri üzerinde bir şeyler bilmemiz iyi bir şeydir. Hiçbir yer görmeyenlerin söylemeyi âdet edindikleri gibi, bizdeki modaya aykırı her şeyin gülünç ve aklıselime aykırı olduğunu düşünmeyelim. Fakat seyahatlere çok fazla zaman ayrılınca sonunda insan kendi ülkesine yabancılaşıyor ve geçmiş yüzyıllarda yapılmış olan şeylere fazla merak duyunca da kendi çağında olup bitenlerin cahili kalıyor.”[7] Kapitalist üretim biçiminin, uluslararası planda, eşitsiz ve bağlantılı bir evrim sürecini başlattığı bir dönemde tarihle coğrafya, daha doğrusu sosyoekonomik gelişme arasında ilişki kuran, birleştiren ve “toplumsal zaman” fikrini içeren bu gözlemler kuşkusuz çok önemlidir ve kültürel antropolojinin de habercisidir. Aynı bağlamda, “çocukluğundan beri Almanlar ve Fransızlar arasında, onlarla aynı espriyle büyümüş biri, diyor Descartes, eğer Çinliler ya da yamyamlar arasında yaşamış olsaydı, farklı bir insan olurdu”.[8]
Descartes, kendisi bu disiplini küçümsemiş olsa bile, tarih-yazıcılığının gelişmesine ve bilimselleşmesine dolaylı bir biçimde önemli bir katkıda bulunmuştur. Bu katkı, filozofun, bilimsel ilerleme için olmazsa olmaz bir koşul olan düşüncenin sekülerleşmesi sürecine katkısıyla ilgilidir. Bunu açıklamak için burada Kartezyen felsefenin temel ilkeleri hakkında bir parantez açmamız gerekiyor.
Descartes, doğru bilgileri arayışına kendisini o andaki tüm bilgi, yargı ve ön yargılarından sıyırarak başlamış ve ancak bu zihni operasyonun sonucu olarak “Düşünüyorum, o halde varım” demişti. Ne var ki tamamen öznellik alanında cereyan eden bu arayış (cogito) kendisini dış dünyadan tamamen soyutlama ve mutlak öznelliğe (solipsizm’e) sürükleme riskini de beraberinde getirmişti. Bu durumda filozofumuz, bu kez öznelliği ve benliğindeki bir eksikliğin işareti olan kuşkuculuğu sorgulayacak ve bu aşamada da aşkın bir yetkinlik (mükemmellik) fikrine ulaşacaktı. Bu yetkinlik fikri aslında Allah’ın varlığının yadsınamaz kanıtı idi. Böylece Descartes’ın düşünce döngüsü tamamlanmış ve öznelliğin (ruhun) ve dış dünyanın (maddenin) garantisi Allah’ta bulunmuş oluyordu. Ancak şu vardı: Descartes, bilim de dâhil her şeyden şüphe ederek başladığı düşünce sürecinde, aslında, bir şeyi şüphe dışında bırakmıştı ki, o da matematikti. Ya da matematiği, a priori, metafizik ve tarih dışı bir düşünce tarzıyla, ilahi düzenin dili ve alfabesi olarak kabul etmişti. Böylece idealizmle materyalizmi birleştiren düalist felsefesi karşımıza bir metafizik sistem olarak çıkıyordu. Çağının pozitif bilimi ise bu metafiziği dışlayarak onun yerini alacağına, aksine, temel dayanağını yine bu metafizikte buluyordu. Dünya mekanik ve matematik bir dünyaydı ve insan da vücuduyla bir canlı makine olarak bu maddi dünyanın bir parçasını oluşturuyordu. Bu canlı makine akıl sayesinde hırsları ve tutkuları kontrol edecek ve hayatı yaşanmaya değer kılacaktı. Descartes, Stoa’cıların aksine, tutkuları küçümsemiyor, onlardan nasıl kurtulacağımızın yollarını aramıyordu. Rasyonalist bir ahlak bağlamında, tutkular tıpkı doğa kanunları gibi incelenmeli ve akıl da bize onların nasıl kullanılacağını göstermeli idi.[9]
Descartes’ın entelektüalist ve matematik dünyası, yaşadığı çağda Hristiyanlık dünyasında kabul görebilir miydi?
Kuşkusuz göremezdi ve görmemiştir de. Filozofumuz, her ne kadar Hristiyanlıktan ve temel eğitimini aldığı Cizvit okulunun değerlerinden uzaklaşmamış olduğunu ısrarla tekrarlasa da, dini ve Allah’ı inkâr etmekle suçlanmış ve Hollanda’ya sığınarak ilk eserlerini de orada, isimsiz olarak yayınlamıştır. “Descartes’ı affedemem, diyordu Pascal, tüm felsefesinde Allah’tan vazgeçmek istemişti, fakat dünyayı harekete geçirmek için Allah’a bir fiske vurdurmaktan kendini alamadı; bundan sonra da Allah’a pek gerek kalmamıştı.”[10] Çünkü Allah’ın fiskesinden sonra dünya artık bir makine gibi, ilahi bir müdahaleye ihtiyaç duymadan, kendi kendine işlemeye başlamıştı.
Descartes tarihe kayıtsızdı; fakat kendi düşüncesi de daha sonraki yüzyıllarda bu düşünceye olanak sağlayan maddi temellerle birlikte tarih içindeki yerine oturtulmuştur. Marx’ın işaret ettiği gibi, “Yöntem hakkında söylem”inde Fransız rasyonalisti, “okullarda öğretilen spekülatif düşünceyi” eleştiriyor, önerdiği yöntem sayesinde her türlü gücü kontrol edebilecek ve bizleri “Doğanın sahibi ve efendisi kılacak” yararlı bilgiler edinebileceğimizi ileri sürüyordu.[11] Lonca mesleklerinin basit iş bölümüne son veren imalat sanayinin (manüfaktür) ihtiyaç duyduğu “yararlı bilgiler” de bu tarz bilgilerdi. Aynı işlevi İngiltere’de de Bacon ve Hobbes (daha sonra da daha yetkin şekilde de Locke) yerine getireceklerdir.[12]
Elbette ki Kartezyen felsefenin işlevi, kapitalist üretim güçlerinin feodal bağımlılıkları tasfiye ettiği, ulusal pazarların geliştiği bir ortamda pragmatik bilgiler sağlama işleviyle sınırlı kalmamıştır. Eserlerini kutsal kitapların diliyle değil de Fransızca kaleme alan düşünür, çağına göre ileri bir aşamayı temsil eden uluslaşma (nation building) sürecine de katkıda bulunmuştu. Daha da önemlisi, Descartes, dini ve düşünceyi sekülerleştiren ve Hristiyanlığı modernizmle barışık bir inanç statüsüne getiren sistemiyle bilim ve felsefenin gelişmesinde yeni ufuklar açmıştır. Tarih-yazıcılığı da bu laik temel üzerinde yeşerecek, saray ve kilise tarihçiliğini aşarak rasyonel temellere oturacaktır. Bu uzun yolculuğun temel taşlarından biri de 17. yüzyılın başka bir dev düşünürü olan Spinoza idi.
Taner Timur,
Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi
YORDAM KİTAP