Raskolnikov’un Zihinsel ve Toplumsal Çatışması: Freud’un Psikanalitik Merceğinden Bir İnceleme

İçgüdülerin Fırtınası: İd’in Cinayete Çağrısı

Raskolnikov’un cinayet kararı, Freud’un id kavramıyla başlar: saf, dizginlenmemiş arzuların karanlık kuyusu. İd, Raskolnikov’un yoksulluk, çaresizlik ve toplumsal dışlanmışlık karşısında biriken öfkesini ve üstünlük arzusunu körükler. Onun “sıradan insanlar” ve “üstün insanlar” teorisi, id’in bencil ve yıkıcı enerjisini rasyonelleştirme çabasıdır. Cinayet, id’in “güçlü olan her şeyi yapabilir” fantezisinin somutlaşmasıdır; tefeci Alyona’yı öldürmek, yalnızca maddi bir kazanç değil, aynı zamanda Raskolnikov’un kendi varoluşsal üstünlüğünü kanıtlama arzusudur. Bu içgüdüsel itki, ne ahlak ne de kanun tanır; id, kaosun ve arzunun efendisidir, Raskolnikov’u bir tanrı gibi hissettirirken onu insanlığından soyutlar.

Gerçekliğin Çatışması: Ego’nun Kırılgan Dengesi

Ego, Raskolnikov’un cinayeti planlarken devreye giren gerçeklik prensibidir. O, id’in vahşi arzularını toplumun gerçekleriyle uzlaştırmaya çalışır. Raskolnikov, cinayeti bir “toplumsal iyilik” olarak rasyonalize eder: Alyona’nın ölümü, yoksulların kurtuluşu için bir araçtır. Ancak ego, bu dengeyi kurmakta başarısız olur. Cinayet anında titreyen eller, terleyen alın ve plansız bir şekilde Lizaveta’nın da öldürülmesi, ego’nun kontrolü kaybettiğini gösterir. Raskolnikov’un zihni, id’in fantezileriyle gerçekliğin sınırlamaları arasında sıkışıp kalır; bu, onun hem planlı bir katil hem de kaotik bir suçlu olmasının paradoksudur. Ego, Raskolnikov’u toplumun aynasında kendi yansımasını görmeye zorlar, ancak bu yansıma bulanık ve parçalanmıştır.

Süperegonun Laneti: Suçluluk mu, İsyan mı?

Raskolnikov’un süperegosu, cinayetten sonra sahneye çıkar ve zihnini bir savaş alanına çevirir. Süperego, toplumun ahlaki normlarını içselleştiren bir bekçidir; Raskolnikov’un vicdanı, onu suçlulukla boğar. Ancak bu suçluluk, yalnızca işlenen cinayetten mi kaynaklanır, yoksa Raskolnikov’un kendi “üstün insan” ideolojisine ihanetinden mi? Süperego, onun ahlaki isyanını bastırmaya çalışırken, aynı zamanda toplumun dayattığı normlara karşı bir başkaldırıya da zemin hazırlar. Raskolnikov, süperegosunun ona fısıldadığı ahlaki kuralları reddetmek ister; çünkü bu kurallar, onun bireysel özgürlüğünü ve üstünlük iddiasını tehdit eder. Yine de suçluluk, onu yavaş yavaş kemirir: uykusuz geceler, kâbuslar ve Sonya’ya itiraf etme dürtüsü, süperegonun zaferidir. Bu, bireyin toplumun ahlaki hegemonyasına boyun eğmesinin kaçınılmazlığını gösterir.

Ahlaki Baskının Politik Yüzü

Raskolnikov’un iç çatışması, sadece bireysel bir psikodrama değil, aynı zamanda devletin ahlaki ve politik baskısının bir yansımasıdır. Devlet, süperegonun somutlaşmış halidir; kanunlar, polis ve mahkemeler aracılığıyla bireyin arzularını dizginler. Raskolnikov’un cinayeti, bu aygıta karşı bir isyandır; o, devletin ahlaki düzenini reddederek kendi yasasını yaratmak ister. Ancak Porfiry Petrovich’in psikolojik oyunu, devletin birey üzerindeki gözetim ve kontrol gücünü ortaya koyar. Raskolnikov’un suçluluğu, sadece içsel bir vicdan azabı değil, aynı zamanda devletin bireyi “doğru yola” zorlama mekanizmasının bir sonucudur. Bu, distopik bir gerçekliği yansıtır: birey, ne kadar isyankâr olursa olsun, devletin ahlaki ve politik aygıtı karşısında çaresizdir.

Özgürlüğün İmkânsız Hayali

Raskolnikov’un “üstün insan” fantezisi, ütopik bir özgürlük arzusudur. O, ahlak ve kanunların ötesinde bir dünya hayal eder; burada birey, kendi iradesiyle şekillenen bir tanrıdır. Ancak bu ütopya, süperegonun ve devletin gölgesinde çöker. Raskolnikov’un Sonya’ya yönelmesi ve nihayetinde teslim olması, onun bu ütopik hayali terk ettiğini gösterir. Freud’un merceğinden bakıldığında, bu teslimiyet, id’in yenilgisi ve süperegonun zaferidir. Ancak politik bir açıdan, bu, bireyin devletin ahlaki düzenine boyun eğmesinin kaçınılmazlığıdır. Raskolnikov’un hikâyesi, özgürlüğün yalnızca bir yanılsama olduğunu ve bireyin her zaman toplumun zincirlerine bağlı olduğunu fısıldar.

Ahlak mı, Özgürlük mü?

Raskolnikov’un çatışması, evrensel bir soruyu ortaya atar: Ahlak, bireyi özgürleştiren bir rehber midir, yoksa onu zincirleyen bir hapishane mi? Freud’un id, ego ve süperego dinamikleri, bu soruyu keskinleştirir. Raskolnikov, id’in özgürleştirici dürtülerini takip ederken, süperegonun ahlaki baskısı ve devletin politik gücüyle ezilir. Onun cinayeti, bireyin kendi ahlakını yaratma çabasının trajik bir ispatıdır; ancak bu çaba, toplumun ve devletin aygıtları karşısında çaresiz kalır. Raskolnikov’un hikâyesi, bizi kendi içimizdeki çatışmalarla yüzleşmeye ve şu provokatif soruyu sormaya iter: Özgürlük, ahlakı reddetmekle mi gelir, yoksa ahlak, özgürlüğün tek yol mu?