Dünyasız Düşünce ve Dilin Yok Oluşu: Brassier ve Blanchot Üzerine Bir İnceleme
Ray Brassier’in “dünyasız düşünce” kavramı, Maurice Blanchot’nun Ölüm Hükmü eserinde dilin yok oluşuna dair sunduğu perspektifi radikalleştirir. Bu radikalleşme, insan merkezli anlam dünyalarının çözülmesi, dilin öznel bağlamlardan koparak nesnel bir yokluğa işaret etmesi ve varlığın ontolojik sınırlarının sorgulanmasıyla ortaya çıkar. Brassier’in spekülatif gerçekçilik çerçevesi, Blanchot’nun dilin sınırlarını zorlayan anlatısını, evrensel bir gerçeklikten yoksun bir düşünce düzlemine taşır. Bu metin, bu iki düşünürün yaklaşımlarını, insan varoluşunun, dilin ve gerçekliğin sınırlarını sorgulayan bir bağlamda derinlemesine ele alır. Aşağıdaki paragraflar, bu ilişkiyi farklı boyutlarıyla inceler.
Varlığın Çözülüşü
Brassier’in “dünyasız düşünce” kavramı, insan merkezli bir dünya anlayışını reddederek, gerçekliğin insan bilincinden bağımsız bir düzlemde ele alınmasını önerir. Bu, Blanchot’nun Ölüm Hükmü’nde dilin varlığı temsil etme yetisinin çöküşüyle örtüşür. Blanchot, dilin, insanın anlam yaratma çabasını sürekli olarak boşa çıkardığını ve nihayetinde bir “yokluk”la karşılaştığını gösterir. Brassier, bu yokluğu daha ileri bir boyuta taşır: İnsan bilincinin ve dilinin tamamen ortadan kalktığı bir evren tasavvur eder. Bu evren, ne ahlaki ne de etik bir anlam taşır; yalnızca maddi gerçekliğin soğuk, nesnel varlığı söz konusudur. Blanchot’nun anlatısı, dilin bu yokluğu işaret etme çabasıyla sınırlıyken, Brassier, dilin kendisini bile gereksiz kılar. Bu, varlığın insan merkezli her türlü yorumdan arındırılmasını talep eden bir düşünce düzlemidir.
Dilin Sınırları
Blanchot’nun Ölüm Hükmü’nde dil, bir yandan anlam üretmeye çalışırken diğer yandan kendi sınırlarını aşarak yok oluşa işaret eder. Bu eserde, dil, insanın varoluşsal kaygılarını ifade etmeye çalışırken sürekli olarak kendi yetersizliğiyle yüzleşir. Brassier, bu dilsel çöküşü, insan merkezli anlam dünyalarının tamamen terk edilmesi gerektiği bir noktaya taşır. Onun “dünyasız düşünce”si, dilin yalnızca insan bilincine bağlı bir araç olduğunu ve evrensel gerçeklik karşısında anlamını yitirdiğini savunur. Blanchot’nun dilinin yok oluşu, hâlâ insan varoluşunun sınırları içinde bir tragedyayken, Brassier’de bu, evrensel bir ontolojik gerçeklik haline gelir. Dil, artık ne bir kurtarıcı ne de bir yıkıcıdır; yalnızca insan bilincinin geçici bir ürünüdür.
İnsan Merkezliliğin Reddi
Brassier’in spekülatif gerçekçilik anlayışı, insan merkezli her türlü düşünce biçimini sorgular. Ölüm Hükmü’nde Blanchot, insanın dil aracılığıyla anlam yaratma çabasını ve bu çabanın kaçınılmaz başarısızlığını betimler. Ancak Blanchot’nun anlatısı, hâlâ insan varoluşunun sınırları içinde kalır. Brassier ise bu sınırı tamamen aşar. Onun “dünyasız düşünce”si, insanın evrendeki yerini bir istisna olmaktan çıkarır ve evrensel bir nesnellik içinde eritir. Bu, Blanchot’nun dilsel yok oluşunu radikalleştirir; çünkü Brassier’de dil, yalnızca insanın kendi varoluşsal kaygılarını yansıtan bir araç olmaktan çıkar ve evrenin kayıtsız gerçekliği karşısında anlamsızlaşır. Bu reddediş, insanlığın kendi anlam dünyalarını inşa etme çabasını tümüyle geçersiz kılar.
Ontolojik Boşluk
Blanchot’nun Ölüm Hükmü’nde dil, varlığın ontolojik bir boşluğuna işaret eder. Anlatı, insanın varoluşsal kaygılarını dile getirirken, aynı zamanda bu kaygıların bir hiçlikle sonuçlandığını gösterir. Brassier, bu boşluğu daha da derinleştirir. Onun “dünyasız düşünce”si, yalnızca dilin değil, insan bilincinin ve hatta varlığın kendisinin bir anlam taşımadığını öne sürer. Bu, evrenin insan olmadan da var olabileceği ve insanın anlam yaratma çabalarının evrensel gerçeklik karşısında hiçbir ağırlığı olmadığı bir düzlemdir. Blanchot’nun ontolojik boşluğu, hâlâ dilin ve insanın sınırları içinde bir sorgulamayken, Brassier’de bu, evrenin tümüyle kayıtsız bir gerçekliğine dönüşür.
Evrensel Kayıtsızlık
Brassier’in “dünyasız düşünce”si, evrenin insan varoluşuna kayıtsız olduğunu savunur. Bu, Blanchot’nun Ölüm Hükmü’nde dilin yok oluşunun insan merkezli bir trajedi olmaktan çıkıp evrensel bir gerçekliğe dönüşmesi anlamına gelir. Blanchot’nun eseri, dilin insanın anlam arayışını nasıl boşa çıkardığını gösterirken, Brassier bu boşa çıkışı evrenin temel bir özelliği olarak yeniden tanımlar. Onun düşüncesinde, evren ne ahlaki, ne etik, ne de insan merkezli bir anlam taşır. Bu kayıtsızlık, Blanchot’nun dilsel yok oluşunu radikalleştirir; çünkü dil, artık yalnızca insanın kendi varoluşsal sınırlarını değil, evrenin anlamdan yoksun doğasını ifade eder.
Anlamın Çöküşü
Blanchot’nun Ölüm Hükmü’nde dil, anlam yaratma çabasının hem aracı hem de engelidir. Anlatı, dilin kendi sınırlarını aşarak bir yokluğa işaret ettiğini gösterir. Brassier, bu çöküşü daha ileri bir boyuta taşır. Onun “dünyasız düşünce”si, anlamın yalnızca dilde değil, insan bilincinin tüm çabalarında çöktüğünü savunur. Bu, Blanchot’nun dilsel yok oluşunu evrensel bir gerçeklik düzlemine taşır. Brassier’de anlam, insanın geçici bir yanılsamasıdır ve evrenin nesnel gerçekliği karşısında hiçbir dayanağı yoktur. Bu radikalleşme, dilin ve anlamın insan merkezli her türlü bağlamdan koparılmasını gerektirir.
Radikalleşmenin Boyutları
Brassier’in “dünyasız düşünce” kavramı, Blanchot’nun Ölüm Hükmü’nde dilin yok oluşunu, insan merkezli anlam dünyalarının tamamen reddedildiği bir düzleme taşır. Blanchot’nun anlatısı, dilin ve varoluşun sınırlarını sorgularken, Brassier bu sorgulamayı evrensel bir ontolojik gerçekliğe dönüştürür. Dil, artık yalnızca insanın kendi varoluşsal kaygılarını ifade eden bir araç olmaktan çıkar; evrenin kayıtsız gerçekliği karşısında anlamsızlaşır. Bu radikalleşme, insan varoluşunun, dilin ve anlamın evrendeki yerini yeniden tanımlayan bir düşünce düzlemi sunar. Bu düzlem, ne umut ne de umutsuzluk içerir; yalnızca evrenin nesnel gerçekliğini kabul eder.