Habeşistan’ın Manisa’daki Sessiz İzleri: Tarih, Kimlik ve Asimilasyonun Karmaşık Öyküsü

Tarih Yazımında Görünmezlik: Unutuş mu, Bilinçli Seçki mi?

Manisa’nın tarihsel dokusunda, Etiyopya kökenli toplulukların izleri, adeta bir palimpsest gibi silik ve üstü kazınmış bir anlatıya dönüşmüştür. Resmi tarih yazımı, Osmanlı’nın çokkültürlü mozaik imajını överken, Habeş kökenli bireylerin varlığını genellikle dipnotlara hapsetmiştir. Bu durum, kasıtlı bir silme mi, yoksa kültürel asimilasyonun kaçınılmaz sonucu mu? Tarih, güç ilişkilerinin bir aynasıdır; kimlikler, egemen anlatının ihtiyaçlarına göre ya yüceltilir ya da gömülür. Manisa’da Habeş kökenlilerin tarihsel katkıları, örneğin Osmanlı sarayındaki hadım ağalar ya da köle ticaretiyle gelen topluluklar üzerinden okunabilir, ancak bu anlatılar genellikle “egzotik” bir unsur olarak romantize edilir ya da tamamen yok sayılır. Antropolojik ve tarihsel veriler, bu toplulukların 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı limanları üzerinden Anadolu’ya ulaştığını gösterse de, yerel kronikler ve arşivler bu varlığı nadiren vurgular. Bu sessizlik, devletin homojen bir ulus kimliği inşa etme çabasının bir yansıması olabilir; zira Habeş köken, “Türklük” ya da “İslam” kimlikleriyle kolayca uyumlaştırılmamıştır. Ancak, asimilasyonun doğal akışı da göz ardı edilemez: Dil, din ve evlilik yoluyla Habeş kökenliler, Manisa’nın yerli dokusuna karışmış, kimliklerini yitirmiştir. Bu, bir kayboluş mu, yoksa hayatta kalma stratejisi mi?

Önyargının Yeniden Üretimi: Irk ve Kimlik Manisa’da Nasıl Çarpışır?

Modern Manisa’da, Etiyopya kökenli bireylere yönelik tarihsel önyargılar, doğrudan ırkçı söylemlerden ziyade, daha sinsi bir şekilde, kültürel “öteki” algısı üzerinden yeniden üretilir. Yerel halk arasında, “Zenci” ya da “Arap” gibi genellemeler, Habeş kökenli bireyleri tarihsel bağlamından kopararak stereotiplere indirger. Bu önyargılar, sosyo-ekonomik dışlanmayla birleştiğinde, Manisa’nın çokkültürlü geçmişine rağmen bir “biz ve onlar” ayrımını besler. Politik psikoloji açısından, bu durum, topluluğun kolektif belleğinde “farklı” olanı tehdit olarak kodlama eğiliminden kaynaklanır. Irkçılık tartışmaları, özellikle sosyal medyada ya da göçmen karşıtı söylemlerle alevlenir; Habeş kökenliler, modern mülteci krizleriyle özdeşleştirilerek çifte bir damgalanmaya maruz kalır. Ancak, bu önyargılar yalnızca ırk temelli değildir; sınıfsal ve kültürel hiyerarşiler de bu algıyı derinleştirir. Örneğin, Manisa’nın tarım ve sanayi ekonomisinde düşük statülü işlerde çalışanlar, etnik köken fark etmeksizin dışlanır, ama Habeş kökenli bireyler bu dışlanmayı daha yoğun hisseder. Bu, bir ahlaki ikilem doğurur: Manisa, geçmişindeki çokkültürlülüğü kutlarken, neden bugünün “öteki”sine karşı bu kadar duyarsızdır?

Osmanlı’nın Çokkültürlülüğü mü, Sömürgeci Mirası mı?

Osmanlı’nın “çokkültürlü” imajı, genellikle bir uyum ve hoşgörü masalı olarak sunulur, ancak Manisa’daki Habeş kökenli toplulukların varlığı, bu anlatıyı karmaşıklaştırır. Habeşiler, köle ticareti, saray hiyerarşileri ve dini dönüşüm gibi mekanizmalarla Osmanlı topraklarına getirilmiştir. Bu, bir “kültürel zenginlik” hikâyesi mi, yoksa sömürgecilikle lekelenmiş bir güç gösterisi mi? Felsefi olarak, bu soruya yanıt vermek, Osmanlı’nın etik duruşunu sorgulamayı gerektirir. Kölelik sistemi, Habeş kökenli bireyleri “mal” olarak görse de, İslam’a geçiş ve saraydaki roller, bazıları için sosyal hareketlilik sağlamıştır. Ancak bu hareketlilik, özgürlüğün değil, zincirlerin yeniden biçimlendirilmesi anlamına gelir. Manisa’da, bu toplulukların kültürel katkıları, örneğin müzik, mutfak ya da dini ritüeller aracılığıyla, yerel kültüre sızmıştır; ama bu sızma, genellikle anonimleşerek Habeş kimliğini görünmez kılar. Alegorik olarak, bu durum, bir bahçede açan çiçeklerin köklerinin unutulmasına benzer: Çiçekler güzeldir, ama kökü kimin ektiği sorulmaz. Antropolojik açıdan, bu topluluklar, Osmanlı’nın Afrika ile ilişkilerinin bir mikrokozmosudur; hem bir bağ, hem de bir sömürü hikâyesi. Modern Türkiye’de ise, bu miras, ulus-devlet paradigmasının gölgesinde, ne tam anlamıyla kutlanabilir ne de yüzleşilebilir.

Sonuç: Habeşistan’ın Silik Mirası

Manisa’daki Habeş kökenli toplulukların öyküsü, tarihsel bir labirent değil, bir aynadır: Hem geçmişi, hem de bugünü yansıtır. Tarih yazımındaki sessizlik, kasıtlı bir silmeden çok, asimilasyonun ve ulus inşasının karmaşık süreçlerinin bir sonucudur. Önyargılar, modern Manisa’da sinsi bir şekilde yeniden üretilirken, ırkçılık tartışmalarını alevlendirir. Osmanlı’nın çokkültürlü imajı, Habeş kökenlilerin varlığıyla sınandığında, sömürgecilikle yüzleşmeyi gerektirir; bu, ne kolay bir zafer, ne de basit bir yenilgidir. Habeşistan’ın Manisa’daki izleri, bir hatırlatma olarak durur: Kimlikler, güç ve unutuşun gölgesinde şekillenir, ama tamamen silinemez.