Hakkari’de Bir Mevsim: Romanda Soğuk Savaş Hangi yönüyle Yer Alır

Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim romanı, 1970’ler Türkiye’sinin doğu bölgesindeki tarihsel, toplumsal ve siyasal dinamiklerini bir anlatıcının gözünden derinlemesine işler. Roman, bir sürgün öğretmenin gözlemlerini merkeze alarak, bireysel ve kolektif kimliklerin, tarihsel süreçlerin ve ideolojik gerilimlerin kesişim noktalarını inceler. Bu bağlamda, doğu bölgesinin tarihsel konumu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin izleri ve Soğuk Savaş dönemi Türkiye’sinin ideolojik çatışmaları, romanın kahramanlarının davranışlarını ve kimliklerini şekillendirir.

Doğunun Tarihsel Konumu ve Kahramanların Davranışları

1970’ler Türkiye’sinde doğu bölgesi, merkezi otoritenin hem coğrafi hem de kültürel olarak uzak bir uç noktası olarak algılanır. Hakkari, devletin modernleşme projelerinin eksik ya da çarpık uygulandığı, etnik ve dilsel çeşitliliğin yoğun olduğu bir bölgedir. Bu tarihsel konum, romanın kahramanlarının davranışlarını derinden etkiler. Sürgün öğretmen, batıdan gelen bir aydın olarak, modernitenin temsilcisi gibi görünse de, kendisini bu yabancı coğrafyada çaresiz ve yalnız hisseder. Onun davranışları, batının “uygarlaştırma” misyonu ile doğunun geleneksel yaşamı arasındaki gerilimden beslenir. Yerel halk ise, tarihsel olarak devletle mesafeli bir ilişki içinde olmanın getirdiği bir savunma mekanizmasıyla hareket eder. Bu, onların misafirperverlik ile temkinli bir mesafe arasında salınan tavırlarında kendini gösterir. Anlatıcı, ne tam bir kurban ne de klasik bir sömürgecidir; o, modernitenin çelişkili bir elçisi olarak, kendi kimliğini sorgularken, yerel halkın gözünde bir “yabancı” olarak kalır. Bu durum, anlatıcının hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir kimlik bunalımı yaşamasına yol açar.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçişin İzleri

Yerel halkın geleneksel yaşam biçimi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin tarihsel etkilerini yansıtır. Osmanlı döneminde, doğu bölgesi, merkezden yarı-özerk bir şekilde yönetilen, aşiret düzeninin hâkim olduğu bir alan iken, Cumhuriyet ile birlikte ulus-devlet modelinin dayattığı merkeziyetçilik, bu yapıyı dönüştürmeye çalışmıştır. Ancak, romanın geçtiği Hakkari’de, bu dönüşüm tamamlanmamıştır. Geleneksel yaşam, hayvancılık, sözlü kültür ve aşiret bağları etrafında şekillenirken, devletin modernleşme çabaları (okullar, yollar, idari yapılar) yüzeysel kalmıştır. Bu, kahramanların kimliklerinde derin bir iz bırakır. Örneğin, anlatıcı, batıdan gelen bir öğretmen olarak, Cumhuriyet’in modernleşme idealini temsil eder, ancak bu idealin yerel halkla buluşamaması, onun kimliğinde bir çatlak oluşturur. Yerel halk ise, Osmanlı’nın esnek çokkültürlülüğünden Cumhuriyet’in homojenleştirici politikalarına geçişin sancılarını taşır. Bu sancı, onların hem devlete hem de anlatıcıya karşı geliştirdikleri mesafeli duruşta kendini gösterir. Kimlikleri, ne tam anlamıyla geleneksel ne de modern bir çerçeveye sığar; bu, onların davranışlarında bir tür “ara yerde” kalma hali olarak belirir.

Soğuk Savaş ve İdeolojik Çatışmalar

Roman, 1970’ler Türkiye’sinin Soğuk Savaş dönemi ideolojik çatışmalarını dolaylı olarak ele alır. Bu dönemde, sol-sağ kutuplaşması, Türkiye’nin toplumsal dokusunu derinden etkiler. Sol, sosyal adalet ve eşitlik ideallerini savunurken, sağ, milliyetçi ve muhafazakâr değerleri öne çıkarır. Hakkari gibi bir bölgede, bu çatışmalar doğrudan değil, daha çok semboller ve ima yoluyla hissedilir. Anlatıcı, sol eğilimli bir aydın olarak, devletin modernleşme politikalarını sorgular, ancak bu sorgulama, yerel halkın yaşam koşullarıyla karşılaştığında soyut bir eleştiriden öteye gidemez. Yerel halkın gözünde, anlatıcı, devletin bir uzantısı olarak algılanabilir, bu da sol ideolojinin halkla buluşmasındaki zorluğu yansıtır. Öte yandan, sağın milliyetçi söylemleri, devletin doğudaki politikalarını meşrulaştırmak için kullanılsa da, yerel halk bu söylemlere de mesafelidir. Roman, bu ideolojik gerilimleri, anlatıcının yalnızlığı ve halkın sessiz direnişi üzerinden dolaylı olarak işler. Örneğin, anlatıcının köyde karşılaştığı çocuklar, devletin eğitim sistemine entegre olmaya çalışırken, aynı zamanda kendi kültürel kimliklerini koruma çabası içindedirler. Bu, Soğuk Savaş’ın global ideolojik çatışmalarının, yerel düzeyde nasıl karmaşık bir şekilde yeniden üretildiğini gösterir.

Anlatıcının Konumu: Kurban mı, Sömürgeci mi?

Anlatıcının konumu, romanda en çok tartışmaya açık noktalardan biridir. O, bir yandan devletin sürgün politikalarının bir kurbanıdır; batıdan koparılmış, alışık olmadığı bir coğrafyada yaşamak zorundadır. Bu, onun melankolik ve introspektif tavrında kendini gösterir. Öte yandan, anlatıcı, devletin modernleşme misyonunun bir temsilcisi olarak, yerel halk üzerinde bir tür kültürel hegemonya kurma potansiyeline sahiptir. Ancak, bu hegemonya, anlatıcının kendi çaresizliği ve yerel halkın direnişi karşısında kırılgandır. Anlatıcı, ne tam bir sömürgeci ne de klasik bir kurbandır; o, modernitenin ve devletin çelişkili projelerinin bir aynasıdır. Yerel halkın gözünde, anlatıcı hem bir “misafir” hem de bir “yabancı”dır. Bu ikilik, anlatıcının etik bir sorgulama içine girmesine yol açar: Kendi varlığı, yerel halk için bir yük müdür, yoksa bir umut mu? Roman, bu soruya net bir yanıt vermez, ancak anlatıcının kendi kimliğini sorgulaması, okuyucuyu bu etik ikilemi düşünmeye davet eder.

Yerel Halkın Kimliği ve Direnişi

Yerel halkın kimliği, tarihsel süreçlerin ve dış müdahalelerin şekillendirdiği bir mozaiktir. Onlar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin, Soğuk Savaş’ın ve devletin modernleşme politikalarının etkilerini taşırlar. Ancak, bu etkiler, onların kimliklerini tamamen dönüştürmez; aksine, bir tür direniş kültürü geliştirirler. Bu direniş, açık bir isyan şeklinde değil, günlük yaşam pratiklerinde, dilde ve geleneklerde kendini gösterir. Örneğin, anlatıcının karşılaştığı çocuklar, Türkçe öğrenmeye çalışırken, kendi dillerini ve kültürlerini koruma içgüdüsüyle hareket ederler. Bu, dilbilimsel ve antropolojik bir direniş olarak okunabilir. Yerel halkın sessizliği, bir teslimiyet değil, tarihsel olarak öğrenilmiş bir hayatta kalma stratejisidir. Bu strateji, kahramanların kimliklerinde bir ikilik yaratır: Onlar, ne tam anlamıyla devletin vatandaşı ne de geleneksel yaşamın temsilcileridir. Bu ara konum, romanın distopik bir atmosfer yaratmasına katkı sağlar; zira ne anlatıcı ne de yerel halk, içinde bulundukları dünyayı tam anlamıyla “ev” olarak hissedebilir.

Tarihsel Çelişkilerin Yansıması

Hakkari’de Bir Mevsim, 1970’ler Türkiye’sinin doğu bölgesindeki tarihsel ve toplumsal çelişkileri, kahramanların kimlikleri ve davranışları üzerinden inceler. Anlatıcı, modernitenin çelişkili bir elçisi olarak, ne kurban ne de sömürgeci bir konumda sıkışıp kalır. Yerel halk, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin ve Soğuk Savaş’ın ideolojik gerilimlerinin izlerini taşırken, kendi kimliklerini koruma çabası içindedir. Roman, bu çelişkileri, dolaylı bir şekilde, anlatıcının introspektif bakış açısı ve yerel halkın sessiz direnişi üzerinden işler. Bu bağlamda, eser, bireysel ve kolektif kimliklerin, tarihsel süreçlerle nasıl şekillendiğini sorgulayan evrensel bir anlatı sunar. Romanın bıraktığı açık uçlu sorular, okuyucuyu, Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal dinamiklerini yeniden düşünmeye davet eder.